Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim
Bu krizin farkı
12 Eylül 2010âda referandumla kabul edilen mini anayasa paketi yürürlüğe girmeden önceki dönemde hükümetle yargı arasında yaşanan krizlerin çoğu, yüksek yargı organlarının yasama ve yürütme organlarına yönelik müdahalelerinden kaynaklanıyordu.
Anayasa Mahkemesinin Mecliste AKP-MHP işbirliğiyle ve 411 oyla kabul edilen başörtüsü düzenlemesini iptali ve ardından AKP hakkında açılan kapatma dâvâsında âhazine yardımından kısmî mahrumiyetâ kararı bunun tipik örnekleri.
Aynı şekilde, 2007âdeki cumhurbaşkanı seçim sürecinde yine AYMânin verdiği 367 kararı da.
Keza Danıştayâın, başörtüsü yasağının devamı yönündeki ısrarını devam ettirmesi ve YÖKâün katsayı kararlarını defalarca geri çevirmesi de.
AYM ve Danıştayâdan sâdır olan bu tür her karar sonrasında Başbakan millî irade vurgularıyla âHerkes haddini bilmeliâ çıkışları yaptı.
Ve bunlar toplumda mâkes bulup destek aldı.
AYMâyi ve HSYK ile birlikte onun üzerinden Danıştayâla Yargıtayâı yeniden yapılandırma sonucunu verecek olan mini anayasa paketinin yüzde 58 oyla kabulünde bunların da rolü büyüktü.
Ve paket yürürlüğe girdikten sonra AYM ve Danıştayâdan yasama ve yürütmeye müdahale niteliği taşıyan kayda değer bir karar çıkmadı.
Bunun yakın dönemdeki tek istisnası, Millî Eğitim Bakanlığınca çıkarılan 19 Mayıs genelgesi hakkında Danıştayâın verdiği âyürütmeyi durdurmaâ kararı. Ama o da pratikte bir sonuç doğurmadı. Sonrasında Bakanlık kapsamlı bir yönetmelik değişikliği yaparak konuyu noktaladı.
Danıştay bundan sonra da farklı bir sürpriz yapar mı, bilemiyoruz. Hep birlikte göreceğiz.
Buna karşılık, 4+4+4âün âşekilden reddiâ talebini geri çeviren AYM, KHKâlarla gerçekleştirilen bazı kritik düzenlemelerle ilgili olarak açılan iptal dâvâlarında hâlâ bir karar vermiş değil.
Yani, şu andaki durum, yasama ve yürütme ile yüksek yargı arasındaki gerilimin bitmiş göründüğü yeni ve farklı bir tabloya işaret ediyor.
Ancak tam bu noktada yine yargı kaynaklı beklenmedik bir kriz patlak verdi. Bu defaki krizin çıkış adresi, KCK soruşturmasını yürüten özel yetkili ağır ceza mahkemesi savcıları idi.
Terör örgütü mensuplarıyla görüşen MİT Müsteşarının âşüpheliâ sıfatıyla ifadeye vermeye çağrılması Başbakanın sert tepkisine konu oldu.
Erdoğanâın konuyla ilgili son beyanları şöyle:
âBurada yargı tamamıyla herşeyi bir kenara koyup, hatta yasayı bir kenara koymak suretiyle yürütme alanına da girme gibi bir adımı atmış oldu. (...) MİT Müsteşarı ile ilgili (...) şüpheli sıfatıyla çağırdığınız zaman herşey alt üst oluyor. Bir defa devletin işleyişine çomak sokuluyor.
ââBu iyice çizmeyi aşan birşey oldu. (...) Eğer alacaksanız o zaman beni alın, onu değil. Çünkü talimatı veren benim. Talimat verilen alınmaz. (...) Terörle mücadele ederken bütün enstrümanlarımı kullanmak durumundayım. Ve yargı kalkıp bu insanlara yardımcı olması gerekirken tam aksine çok daha farklı birşeyle bizim elimiz, ayağımız durumunda olan, bu kadar önemli olan kurumları bir endişeye, şüpheye sevk ederse bu insanlar yarın nasıl çalışacak?
â(CMK) 250. madde ceza hukukundaki büyük bir yetkisini adeta kendisinde toplamış. Böyle bir yapı var. Ve bunu da istedikleri gibi değerlendiriyorlar. Bu madde haddinden fazla bir yetki alanı doğuruyor ve adeta âBiz devlet içinde devletizâ havasına bu işi sokuyor. Ve âBen devlet içinde ayrı bir gücüm, devletim.
Ben cumhurbaşkanına varıncaya kadar hepsini istediğim anda buraya çağırırım...â â (11.6.12 tarihli gazeteler)
Öncekiâhukuku ve demokrasiyi örseleyenâyargı müdahalelerinde âmağdurâ konumda görünen iktidarın, bu defa MİTâi sahiplenen ve devletle iyice bütünleşmiş bir pozisyonda tavır koyması, gelinen noktanın ilginç bir göstergesi.
Bakalım, mağdurken kitleler nezdinde prim yaptıran tepkiler, hakim ve muktedir konumda verildiğinde ne gibi sonuçlar ortaya koyacak?
Kazım GÜLEÇYÜZ