Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Feyâlilacep

Bugünlerde hayret ve taaccüple takip ettiğimiz bazı hususları burada sizlerle de paylaşma ihtiyacını duyduk. Kısaca anlatmaya çalışalım.

Yerli üretim öldü, toprağa gömülüyor

Haberlerden haberdar olmuşsunuzdur: Tezgâhlarda fiyatı 3–4 lira civarında olan taze kayısılar, bahçede 20–30 kuruşa kadar düşürülmüş vaziyette.

Bu duruma isyan eden üreticiler, topladıkları kayısıları protesto mahiyetinde yerlere dökerek dert yandılar: Bu fiyat, verdiğimiz emeğin karşılığı değildir; üstelik, yaptığımız masrafı dahi karşılamıyor.

Kurutulmuş kayısıların perakende fiyatı 10 liranın üzerindedir.

Ancak, devletin desteği olmaması halinde, üreticiler tazesini de, kurutulmuşunu da hakkıyla satışa sunamaz. Teşvik gören yabancı mal ve market istilâsı da cabası...

* * *
Çay üreticilerinin sıkıntısı da, kayısı üreticilerinin sıkıntısından farksız bir durumda.
Geçen gün, onlar da topladıkları sepetler dolusu yeşil çayları otoyola dökerek tepkilerini dile getirdiler.

* * *
Kayısıdan çaya, kirazdan çileğe, buğdaydan mercimeğe kadar, mahsulünü hak ettiği fiyata satamayan çaresiz durumdaki üreticiler, şimdilerde kara kara düşünüyor: "Bundan sonra bağı, bahçeyi, tarlayı sürsem mi, sürmesem mi?" diye...

Türkiye'de hayvancılık sektörü zaten can çekişir vaziyette. Geçtiğimiz Kurban Bayramında hayal kırıklığına uğradılar. Kurbanlıkların başka (ecnebi) ülkelerden ithal edildiğine hepimiz şahit olduk.

Şimdi görüyoruz ki, hayvancılık gibi tarım üreticisi de global ticaret ejderhasına yem ve kurban ediliyor.
Oysa, sanayi ve teknolojide başkasını taklit ile takip eden ülkemiz, hiç olmazsa tarım ve hayvancılık itibariyle dünya cenneti olmaya lâyık bir durumdaydı.

Ne yazık ki, gitgide bu cihetten de geri sayma moduna sokulmaya çalışılıyor.

Küresel sermaye canavarları, bizdeki yerli her türlü üretime gem veya darbe vurmaya ve ülkemizi kendi ticaret sahası yapıp, ayrıca bölgedeki sair ülkeler için de taşeron bir coğrafya olarak kullanmaya çalışıyor.

Feyâlilacep ki, çoğu insanımız adeta narkozlanmış, yahut hipnotize edilmişcesine, bu gidişatı neredeyse memnuniyetle seyretmenin ötesinde hemen hiçbir şey yapamaz bir durumda görünüyor.

Mazeretleri de şudur: Ne yapalım? Başka da çare yok. Başka da alternatif yok.

Bu çaresizlik ve alternatifsizlik halini "ideal demokrasi" diye nitelendirenler varsa şayet, buna mukabil "Sevsinler demokrasinizi" demekten başka söz bulamıyoruz.

Uludere'de boğulur gidersiniz

28 Aralık 2011 akşamı Irak sınırında F–16'ların bomba yağdırmasıyla yaşanan ve 34 köylü vatandaşımızın ölümüyle neticelenen "Uludere Fâciası", gündemden hiç düşmüyor, düşecek gibi de görünmüyor.
Zira, ortada "katliâm" olarak nitelendirilebilecek bir hadise, bir cinayet ve bir suçluluk hali var.

Lâkin, bu cinayetin suçluları—ne hikmetse—bir türlü bilinemiyor, bulunamıyor, yahut kasten gizlenmeye çalışılıyor.

Bu vahim durum, hadisenin zaman içinde unutturulacağı ve üstünün örtüleceği kanaatini uyandırıyor. Bu ise, en az hadisenin rapor edilmesi, vur emrinin verilmesi ve katliâm için tetiğe basılması kadar ağır bir vebâli icap ettirir.

Evet, bir insanlık trajedisi mahiyetini alan Uludere Fâciasını kim örtbas ettirmeye ve faillerin ortaya çıkmasına mani olmaya çalışırsa, bilinmelidir ki onlar da suç ortağı olurlar ve bu derenin kanlı göletlerinde boğulur giderler.

Biri yaralı halde kurtulan Uludere köylülerinin yarıdan fazlası gencecik yaştaki vatandaşlarımızdı. Bölgedeki askerî ve mülkî amirlerin de açıkça bildikleri gibi, kaçakçılık yapıyorlardı; geçimlerini illegal yoldan temin ediyorlardı.

Sınır bölgesinin bir realitesi olan bu uğraşları, elbette ki kànun nazarında suçtu. Ancak, bu suçun cezası katliâm değildi ve olamazdı.
İçişleri Bakanı'nın "Bunlar, terör örgütünün figüranlarıdır" sözündeki talihsizlik bir yana, bölgeyi az–çok tanıyan Hüseyin Çelik'in bir derece "insanî açıklaması"nın da Başbakan tarafından itibarsız kılınması şeklindeki son beyanâtlar, iktidar cenahının vicdan ve zihin sahasını karıncaların bastığını gösteriyor.

Uludere Hadisesinin hakkıyla aydınlığa kavuşturulmaması ve suçluların bulunup adâletin huzuruna çıkarılmaması halinde, yaşanan karıncalanmanın, iktidar sarayını çatırdatıp göçertinceye kadar devam edip gideceği kuvvetle muhtemeldir.
Evet, orta yerde insan hayatını hedef alan ve hiçe sayan şedit bir zulüm var; zulmün ömrü ise, bilindiği gibi kısa olur.

Fesi (şapkayı) alıp kaçmak mı?

Yakın tarihten azbuçuk haberdar olan hemen herkes şu iki noktayı bilir ki:

1) Sultan II. Abdülhamid, 1909 Nisan'ında İstanbul üzerine gelen Selânik merkezli Hareket Ordusuna karşı mukabelede bulunmadı. Kardeş kanı dökülmesin diyerek, darbecilere boyun eğdi. Tahttan ferâgat etti. Yıldız Sarayını bırakıp Selanik'teki Alatini Köşküne sürgün edilmesi karşısında en ufak bir direniş göstermedi.

2) Benzer mahiyetteki bir başka askerî darbe, o tarihten 70 yıl sonra, yani 12 Eylül 1980'de yaşandı. Azınlık hükümetinin Başbakanı Süleyman Demirel, darbecilere karşı direnmedi, boyun eğip makamından ferâgat etti. Gelibolu'daki Hamzakoy askerî üssüne sevk edildi.

* * *
Burada, maksadımız ne Demirel meddahlığını yapmak, ne de Sultan Abdülhamid'i yermek.

Taaccüp ederek dikkat çekmek istediğimiz husus, aşağıdaki noktalardan ibarettir:
* Demirel için "Şapkayı alıp kaçtı" yaftasını dillerine pelesenk edenler, Sultan Abdülhamid için "Fesi alıp kaçtı" demiyor.
Bu, ciddî mânâda bir tenakuzdur.

* Benzer mahiyetteki darbelere mâruz kaldıkları halde, Sultan Abdülhamid'in karşı koymama tavrını doğru bularak onu göklere çıkaranlar, ne hikmetse Demirel için adeta "Oh oldu ona" diyerek onu yerin dibine batırmaya çalışıyor.
Oysa, her ikisi de "kardeş kanı akıtılmasın" hassasiyeti göstermiş ve darbecilere karşı koyma cihetine gitmemişlerdir.

* Aralarındaki en önemli fark şudur: Sultan Abdülhamid'in emri altında yeterli derecede askerî kuvvet vardı: Hassa Ordusuna ilâveten, Taşkışla merkezine bağlı durumdaki Avcı Taburları.

Bunların 40–50 bini bulan yekûnu, Hareket Ordusundan fazlaydı. Bilhassa "talimli asker" itibariyle...

Darbeye mâruz kalan Süleyman Demirel'in elinde ise, askerî herhangi bir kuvvet yoktu. Farz–ı muhal olsaydı, onun için de aynı "Kardeş kanını akıtmamak" mâzereti geçerli olmaz mıydı?
* * *
Bu gibi hususları hiç düşünmeden, hiç muhakeme yürütmeden, yekten birini karalama, bir diğerine meddahlık yapma cihetine gitmek, doğrusu çok garibimize gitti.

Evet, çok taaccüple gördük ki, "Sultan–ı mazlûm" olan II. Abdülhamid'in "fesi alıp" gitmesini çok doğru ve yerinde bir hareket şeklinde nitelendiren bazı meslektaşlarımız, siyasî taassup ve tarafgirlik saikiyle olsa gerek, Demirel'in "şapkayı alıp" gitmesini serrişte ederek, bu tavrıyla onu yerden yere çalıyor.

Bu gibi tavır ve tutumlar karşısında, "Feyâlilacep" demekten alamıyoruz kendimizi.


M. Latif SALİHOĞLU


Yazarlardan

MollaCami.Com