Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Yasakçılar da yargılansın

Fiilî ve sanal darbelere imza atanlar yargı önüne çıkarıldıkça, sıranın kimlere geleceği ya da gelmesi gerektiği de tartışılıyor. Umumî kanaat, kanun önünde hesap sormanın sadece fiilî darbe yapanlarla sınırlı kalmaması yönünde yoğunlaşıyor. Silâhlı darbecilere destek olan siviller de Türkiye’nin sürüklendiği kargaşadan sorumludur.


Post modern darbe diye isimlendirilen 28 Şubat 1997 sürecinde yaşananlar ise, ‘sivil’lerin sorumluluktan kurtulamayacağını gösterir. O günlerde atılan manşetler, yazılan yazılar, yapılan açıklamalar bir bütün olarak düşünüldüğünde, ‘sivil darbeciler’in çok aktif olduğu anlaşılır.

Aradan yıllar geçti ve 28 Şubat sürecinde yaşananları unuttuk. Gerçekten de o günlerde ‘yasakçılar’ akıl dışı hareket ediyordu. Başörtüsü yasağı o dereceye varmıştı ki, yasakçılar “Başörtüsü sokakta yasak değil ya, siz ona şükredin” demeye başlamışlardı.
Neler olduğunu kısaca hatırlayalım isterseniz: İmam hatiplerde ve ilahiyat fakültelerinde de yasak başlamıştı.

Bazı hastalar, sırf başörtülü olduğu için muayene edilmiyordu. İÜ’nün o günkü rektörü, başörtülülerle aynı salonda bulunmamak için [başörtülüleri dışarı çıkaramayınca] toplantıyı terk etmişti. Değil öğrenciler, ‘veli’ler de, meselâ İÜ’nün Beyazıt’taki merkez binasının bahçesine bile başörtüleriyle giremiyordu.

O dönemdeki yasak sadece ‘yerli’leri değil, bazı yabancıları da vurmuştu. Bir defasında İstanbul Üniversitesince bir toplantıya dâvet edilen ‘yabancı’ bir konuşmacı, başörtülü olduğu anlaşılınca içeri alınmamış ve resmen kovulmuştu!

O dönemde öğrencilerin korkulu rüyası haline gelen bir de “ikna odaları” uygulaması vardı ki, evlere şenlik. Başörtülü üniversite öğrencileri kayıt yaptırırken ya da yenilerken önce bu odalara dâvet ediliyor ve başlarını açmaları noktasında iknaya çalışılıyordu.

İkna olan oluyor, olmayanın kaydı yapılmıyordu. Dönemin İstanbul Üniversitesi yöneticilerini başlattığı ‘ikna odası’ uygulaması, gözlerden uzak olsun diye Avcılar Kampüsünde kurulmuştu.

Maalesef bütün bunlar yaşandı ve başta başörtülü öğrenciler olmak üzere bütün aileler ağır bedeller ödedi. Çok üzücü olan bir durum da, yasağa karşı itiraz etmesi gereken bazı çevrelerin bunu yapmamasıydı. Öyle ki bazı ‘hacı’ veliler, başörtülerini açmadıkları için okuldan atılan kızlarına destek olmak yerine onları kınadılar!

Gerekçe olarak da, “Filan hoca ‘Okula gitmek için başörtüsü açılabilir, sonra kapatırlar’ diyor. Sen ondan daha iyi mi bileceksin bu işleri!” diyordu. Böyle diyenlere bizzat şahidim!

Bu davranışlar, başörtülüleri en az yasakçıların uygulamaları kadar üzdü. O günlerde verilen tavizler ve ‘fetva’ların bünyemizde açtığı yaralar hâlâ kanıyor. Bugün; dünyevîleşmeden, maddeciliğin ön plana çıkmasından şikâyet ediyorsak, bunun bir sorumlusu da 28 Şubat sürecindeki fitne rüzgârlarına direnmeyen çevrelerdir.

Oysa biliyoruz ki “Toplu vurdukça yürekler/ Onu top sindiremez.”

28 Şubat’a imza atanlar, en başta yüreklerin toplu vurmasına engel oldu.

O sürecin muhasebesini yaparken, bunları da düşünmek durumundayız. Unutmamalıyız ki 28 Şubat 1997’de başlatılan süreç, siyasî partilerden ziyade başörtülü öğrencileri ve memurları vurdu.

Bu sebeple darbeciler yargılanırken onların sivil uzantıları, medya ve diğer mahfillerdeki destekçileri de yargı önüne çıkarılmalıdır. Bu yapılamadığı sürece darbelerle ve darbecilerle tam anlamıyla hesaplaşmış olunmaz.


Faruk ÇAKIR


Yazarlardan

MollaCami.Com