Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


İzzetli mağdurlar konuşsun

Milletimiz, aziz varlığımızdır. Bu milleti teşkil eden her fert, her insan aynı şekilde azizdir, muhteremdir, mükerremdir...


Temel insan hak ve hürriyetlerinin vatanımızda kâmil mânâda uygulanması, en büyük arzu ve idealimiz olmalı.
Bütün bu değerler manzumesini bir hazineye, yahut bir bahçeye benzetmek gerekirse, bunların bir şekilde ve muhakkak sûrette korunması, muhafaza edilmesini sağlamak durumundayız.


Aksi takdirde, hırsızlar, şakîler, gasıplar o hazine ve o bahçeye musallat olacak ve değerli varlıklarımızı talan edeceklerdir.
Şimdi bu zâviyeden bakarak, hem vazgeçilmez bazı değerlerimizi, hem de bunlara musallat hırsızları, gasıpları görmeye, tanımaya çalışalım.


* * *

Türkiye, I. Dünya Harbinden 4–5 yıl sonra (1923) cumhuriyete, II. Dünya Harbinden hemen sonra (1945) da demokrasiye geçti.
Bu iki nimete değer kazandıran ve mânidar hale getiren "hürriyet" havasını ise, ancak 1950 yılı ortalarından itibaren teneffüs etmeye başladık.


Hürriyet yoksa veya eksik ise, cumhuriyet de, demokrasi de lâfta kalır; ciddiye alınır bir kıymet ifade etmez.
İşte, yukarıdan beri nazara vermeye çalıştığımız bahçe ve hazine–misâl kıymetler manzumesini "kànun kuvveti"yle tam koruyamadığımız için, hürriyetimiz ara ara kesintiye uğramaktan ve "hür irade"miz ağır darbeler yemekten bir türlü kurtulamadı.


Hürriyetimizi hançerleyen ve yakın tarihin kayıtlarına 27 Mayıs (1960), 12 Mart (1971), 12 Eylül (1980), 28 Şubat (1997) isimleriyle geçen darbe, muhtıra ve müdahaleler, hep aynı kànunî boşluk ve zâafiyetten istifade ederek meydan aldı.


Peki, benzerlerinin bundan sonra olmayacağı ne mâlum? İnşaallah olmaz; ancak, aynı darbeci/müdahaleci anlayışın ıslâh, yahut izâle edildiğini kim iddia edebilir?


Kezâ, cebrî müdahalelere imkân veren (yahut kılıf teşkil eden) lastikli kànunların ortadan kaldırıldığını kim söyleyebilir?
Dahası, söz konusu "bozuk sistem"in, askerî tâbirle "darbeci damar"ın hâlâ çalışmaya devam ettiğini kim inkâr edebilir?



Burada teessüfle ve teessürle ifade edelim ki, darbecilerin sorgulanıp yargılandığı bugünkü Türkiye'de, aynı "darbeci damar", eskiye nazaran çok daha gizli ve sinsi bir şekilde işlemeye, çalışmaya devam ediyor.
Ki, mücadelenin büyüğü, asıl bu damar, bu sistem ve bu zihniyetle sürdürülmeli.


* * *

Şahıslar, tesbit edilen suçları oranında cezalandırılmalı ve inşaallah cezalandırılacaklar. Lâkin, bir taraftan da suç ve suçluları üreten sistemle mücadele edilip ıslâhat çalışması yapılmalı. Yani, "haşerât–ı muzırra"yı tevlid eden bataklığın ıslâhına bir çare bulunmalı. Aksi halde, tâciz, hastalık, sıkıntı devam edip gidecek demektir.


Evet, "suçun şahsiliği" diye bir prensip vardır ve buna göre suç işleyen şahıslar mutlaka cezalandırılmalı. Ama, bir taraftan da suçlu üreten, onlara suç işleme fırsatını veren bir mekanizma varsa—ki vardır—bunun da elbette bir hal çaresine bakılmalı.


Bu güncel ölçü ve prensipleri hatırlattıktan sonra, ortalığın toza dumana büründüğü, adeta at izinin it izine karıştığı şu günlerde, asıl kimlerin dinlenilmesi, kimlerin sözüne kulak verilmesi gerektiği hususu üzerinde bir nebze durmaya çalışalım...


İzzetli mağdurlara kulak verilmeli


28 Şubat'ın sayısı milyonları geçen mağdurları var. Bilhassa askeriyede, sivil memuriyette, en ağır faturasıyla Millî Eğitim ve üniversite camiasında, sair memuriyette, hatta ticarette mağdur edilen, itilip kakılan, hakarete uğrayan, hatta hayatı karartılan nice insanımız var.


Dileriz, hepsinin mağduriyeti giderilsin, telâfi edilmeye çalışılsın.
Bunların arasında, açılan dâvâya müdahil olacakların sayısı da pek çoktur.


Bu arada, konuşan konuşana...

İlgili ilgisiz, yetkili yetkisiz, liyakatlı liyakatsız pekçok kimse konuşuyor, yazıyor, türlü açıklamalarda bulunuyor.
Yerinde ve kararında konuşmaktan zarar gelmez, fayda gelir elbet. Lâkin, iş çığırından çıkarılmaya çalışılıyor. Herşeyde olduğu gibi, konuşan şahıslar enflasyonundan da zaman zaman daral geliyor insana...
O halde ne yapmalı, nasıl hareket etmeli, kimleri dinlemeli, kimlerin sözüne kulak vermemeli?



Kendimce, şöyle bir yol buldum: 28 Şubat süreciyle ilgili olarak baskılara boyun eğmeyen, zalimlere yaranmaya çalışmayan, inancından zerrece tâviz vermeyen "izzetli mağdurlar"ı dinlemeyi, onların sözüne dikkat kesilmeyi tercih ediyorum.
Çünkü, ancak bu metotla yanlışlarla doğruları birbirinden ayırmanın mümkün olacağı kanaatini taşıyorum.
Bu cümleden olarak, meselâ aşağıda isimlerini göreceğiniz kimseleri dinlemek ve meramını anlamak isterim.



Tansu Çiller: Başbakan yardımcısıydı, Başbakan adayı idi. Önce, "kartel medya"nın boy hedefi haline getirildi. Cuntacıların ve tetikçi kalemşörlerin vahşî saldırılarına mâruz kaldı. Kumpaslı "Susurluk kazası"yla partisinin altı oyuldu. Neticede, acemiliğinden de istifade edilerek, kendisiyle birlikte başında bulunduğu partinin de siyasî hayatı söndürülmeye çalışıldı.
Meral Akşener: İçişleri Bakanıydı. Cuntacıların ve kartel medyasının türlü hakaret ve tehditlerine maruz kaldı. Çok ağır tazminatlar ödemeye mahkûm edildi. O günlerden bugünlere nasıl gelindiğine dair dikkat çekici ipuçları veriyor.


Merve Kavakçı: Milletvekili seçildi. Ancak seçilmiş olduğu Meclis'in kürsüsüne dahi çıkamadı, çıkartılmadı. Ağır baskılar bir yana, kendi partisi dahi ona sahip çıkmadı; adeta yalnızlığa mahkûm edildi. Eğer yurt dışına çıkma (çifte vatandaşlık) şansı bulunmasaydı, belki de—bir başka mağdur—Hasan Mezarcı'dan beter bir hale sokulacaktı.


Kadir Sarmusak: Askerde onbaşıydı. ‘Köstebek’ dâvâsında gizli belgeleri sızdırmakla suçlandı, haksız yere cezalandırıldı, işkence gördü, ölümün kıyısından döndü.


Kadir Bey, Aczimendi diye bilinen eli sopalı folklorik provokatif gruptakilerin yüzde 40'ının asker kökenli olduğunu ve bunun fotoğraflarla belgelendiğini iddia ediyor.


Dahası, 28 Şubat soruşturmasıyla ilgili olarak şunları söylüyor: "Şu anda Aysberg’in görünen yüzünü açıyorlar. Soruşturma ilerledikçe hepsinin hakkında yakalama kararı çıkartılacağına inanıyorum. Eğer konuşursak, çok şeyin aydınlığa çıkacağına eminim. Ben bu zamana kadar hiç konuşmadım. Aradan 15 yıl geçti. Siz askerî sorgunun ne demek olduğunu biliyor musunuz? 11 günüm kayıp benim. Nerede olduğum belli değil. Hiçbir kaydım tutulmadı. Hatta, beni öldürmeyi de düşündüler."



Mağdur subaylar: "Disiplinsizlik" suçlamasıyla ordudan atılan, yahut emekli olmaya zorlanan dindar subayları mutlaka dinlemek lâzım. Zulüm, baskının en şiddetlisine onlar ve aileleri mâruz kaldı. İskele–Sancak Programında (Kanal 7) üç mağdurun anlattıklarıni dinledim. Dinledikçe içim sızladı, yüreğim yangın yerine döndü. Kendimi onların yerine koydum ve şöyle nidâ ettim: "Yaşasın, zalimler için cehennem!"


Ordudan atılma gerekçeleri arasında, kendi ağızlarından notlar aldım. Satır başlarıyla bir kısmı şöyledir: "Casus raportörler, dost yüzüyle çat kapı evimize geldiler. Gördükleri Kur'ân–ı Kerim'i, ilmihal kitabını, eşimizin başörtüsünü 'irtica' unsurları olarak zikredip üst makamlara rapor ettiler..."


Fesübhanallah dedim kendi kendime... Bu kudsî unsurlara irtica damgası vuran ve bunları "ordudan atılma gerekçesi" sayan anlayışın sahipleri nasıl Türk ve Müslüman olur diye düşündüm de, havsalama bir türlü sığdıramadım.



İşçi, memur, öğretmen ve akademisyenler: İş çevreleriyle birlikte, bilhassa mağdur olan öğretmen ve öğrencileri dinlemek lâzım.


Ve, Yeni Asya camiası: Gazetemizin imtiyaz sahibi Mehmet Kutlular, yönetim kurulu üyeleri ve yazar kadrosunun hemen tamamı, 28 Şubat'ın mağdurları arasında yer aldı. Kutlular, 2 sene mahkumiyet aldı, 9 ay fiilen hapis yattı, gazetemiz kapatıldı, kadrolarımız biçilmek istendi. Mahkemelerde çok ağır hapis ve para cezaları kesildi.


Başkalarını bilemem; ama, biz o gün olduğu gibi bugün de yazmaya, konuşmaya devam etmek durumundayız.


M. Latif SALİHOĞLU / Yeni Asya Gazetesi


Yazarlardan

MollaCami.Com