Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Kur’ân medeniyetinin yeniden ihyası için (1)

Kur’ân medeniyetinin temelleri Asr-ı Saadette atıldı. Kur’ân’ın mesajını doğrudan Peygamberimizden (asm) alan Sahabeler, öncesinde “cahil ve vahşi” insanlar iken, “sohbet-i nebeviye”ye mazhar olduktan sonra bir anda inkişaf edip, Çin ve Hindistan gibi ülkelere giderek, oralardaki medenî kavimlere muallim ve rehber oldular (Sözler, s. 794)


Ve o zaman Peygamberimizin öncülüğünde gerçekleşen iman ve ahlâk inkılâbı, vahşi, âdetlerine mutaassıp ve inatçı kavimleri bütün kötü ahlâk ve âdetlerinden kurtarıp güzel ahlâkla teçhiz ederek, bütün âleme muallim ve medenî toplumlara üstad haline getirdi (a.g.e., s. 374).


İlerleyen süreçte Avrupa Ortaçağ karanlığından kurtulup medenîleşmesini Müslümanlara borçlu. Hem Haçlı seferleri sırasında, hem de—bilhassa—Endülüs modelinden çok şey öğrendi.

Mektubat’taki ifadeyle, “Avrupa’nın en büyük üstadı Endülüs devlet-i İslâmiyesidir.” (s. 545)

Müslümanların Asr-ı Saadette ve sonrasında, bilhassa milâdî 8, 9, 10 ve 11. asırlarda bir altın çağ yaşamaları, Kur’ân’ı doğru anlayıp dinlerini hakkıyla yaşamalarının bir sonucuydu. Bilâhare inişe geçmeleri ise, tam tersini yapmalarının...


(Nobel sahibi ilk Müslüman âlim olan Pakistanlı fizikçi merhum Prof. Dr. Abdüsselâm'ın, Türkçe tercümesini yayınlarımız arasında neşrettiğimiz İdealler ve Gerçekler kitabı ile, rahmetli yazarımız Şaban Döğen’in Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi isimli eserinde, İslâm medeniyetinin bu altın çağının düşünce, ilim, teknoloji ve keşif boyutlarına ışık tutan son derece değerli ve tatminkâr bilgiler yer alıyor.)


Bediüzzaman, Müslümanların geri kalmasının asıl sebebiyle ilgili olarak şu teşhisi koyuyor:
“İslâmiyetin mağz ve lübbünü (özünü) terk ederek, kışrına (kabuğuna) ve zahirine vakf-ı nazar ettik ve aldandık. Ve su-i fehm (yanlış anlama) ve su-i edep (edepsizlik) ile, İslâmiyetin hakkını ve müstehak olduğu hürmeti ifa edemedik. (...) O da ceza olarak bizi dünyada tedip için zillet ve sefalet içinde bıraktı.” (Muhakemat, s. 23)


Aynı bahsin devamında, Müslümanları dünya rahatından, ecnebileri ahiret saadetinden mahrum eden en büyük sebep, İslâmla fenler arasında çelişki bulunduğu tevehhümü olarak ifade ediliyor ve “Köle efendisine, hizmetkâr reisine ve veled pederine nasıl düşman ve muarız olabilir?” diye sorulup, “İslâmiyet fünunun seyyidi (fenlerin efendisi) ve mürşidi ve ulûm-u hakikiyenin reis ve pederidir” deniliyor (age, s. 24)


Vicdanın dinî ilimlerle, aklın da modern fenlerle aydınlanacağını ve ikisinin imtizacıyla hakikatin tecellî edeceğini, ayrıldıkları takdirde birinden taassup, diğerinden hile ve şüphe hastalıklarının doğacağını belirten sözler de konuyu tamamlıyor (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 330).


Hutbe-i Şamiye’deki ifadeler de ufuk açıcı.
Kur’ân’ın birçok âyetinde insanları akıllarına havale edip “Aklına bak, fikrine ve kalbine müracaat et ki, hakikati bilesin” mesajı verdiğine işaret edilen eserde, “Akıl, ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini tesbit ettiren Kur’ân hükmedecek” deniliyor (E. Said Eserleri, s. 330).


Said Nursî bunu hem Müslümanlar, hem ecnebiler cenahındaki gelişmelerle delillendiriyor.
Bu meyanda, ecnebilerdeki taklit, cehalet, taassup, papaz tahakkümü ve taklit gibi olumsuzlukların, ilmin ve fikir hürriyetinin inkişafı, gerçeği tahkikle arama meylinin yaygınlaşması, insanî ve vicdanî duyarlılığa dayalı yaklaşımların güçlenmesi ve medenîleşme gibi etkenler sonucu tedricen kalkma yoluna girdiğini vurguluyor.


Müslümanlarda da, hayatın her alanında tezahürlerini gösteren istibdat, İslâmın güzel ahlâk esaslarıyla çelişen haller ve tembelliği netice veren yeis gibi ârazların kalkacağını belirtiyor.
Ve Kur’ân medeniyetinin geçmişte olduğu gibi şimdi de tekrar canlanması için bunlar şart.
Bunun için ise, Müslümanlar doğru İslâmı anlama ve yaşama gibi bir sınavla karşı karşıya.


Kazım GÜLEÇYÜZ / Yeni Asya Gazetesi




Yazarlardan

MollaCami.Com