Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Vahdet-i Vücûd düğümünde Evliyâ müdâfası...

Allah izin verirse Vahdet-i vücûd ehli (Hallâc-ı Mansûr, Bâtezıt Bestâmî, Muhyiddîn Arabî, Mevlâna, Yûnus Emre, İbrâhim Hakkı Erzurûmî, Abdülkerim Ceylî...) Evliyâullaha çeşitli sitelerde yapılan tahkîr tekfîr ve itirâzlara âcizâne cevap verme niyetindeyim. Mevzûya müdâhil olan arkadaşların da verilecek cevaplara katkısı olur diye düşündüm.

Cevapların mâhiyeti,, Evliyâ sözlerini âcizâne îzâh etmek ve ve Kur'ân ile telif etme usûlünde olacaktır.

Zannediyorum böyle bir çalışma yok. Meydanı boş bulmuşlar gibi gözüküyor. Eğer vahdet-i vücûd merkezli evliyâ müdâfası ile alâkalı bir çalışma bilen varsa, bilgilendirirse sevinirim.

Müdafâ mâhiyetindeki bu çalışmamda, Net ortamında derli toplu ve daha detaylı i'tirâzların bulunduğu bir site varsa yine bilen arkadaşlar bilgilendirirse çok makbule geçer.

Güzel birşey düşünüyorsunuz ama onların müdafaya ihtiyacı yok ki!
Mevlanaya bir site de hiç yakışmayan sözler söylüyorlardı bende inanmıştım içimde sorularla ama zamanla anlayınca
neden görmediklerini anladım. Ehli olmayanın anlamaması için gizli öyküler doluydu. Açmayın bence, ona layık olana açılır zaten.
Bazen elime kalem alır, mevlananın yazdığı sırları not etmeye kalkardım. Okuduklarımdan hiç birşey anlamazdım.
O niyeti bıraktığım zaman, harika bir şekilde anlardım.
Bırakın istediklerini düşünsünler, yalnız bize düşen görev yine doğruyu olanı anlatmak.
Körlere, görmeyi, sağırlara duymayı anlatacaksın, zor bırak gitsin.
Yalnız gönlünde sıcaklık olana anlat ki, sevgisi çoğalsın.
Size kolay gelsin.

forumlarda kimseyi ikna edemezsiniz..inkarcıların istediği delil değil.,kendilerine benzetmeye çalışmaktır...şu olabilir.hiç bir bilgisi olmayan kardeşlerimize nasıl ehli sünneti anlatabilirz..ehli sünnet itikadı açısından .ihya.sadakat,gibi sitelerde yeterince fazlasıyla bilgi mevcut...bundan sonrası NASİP.

Elbette evliyâ müdâfası haddimiz değil. Elbette bir itibârla evliyânın müdâfaya da ihtiyâçları yok. Velâkin yapılacak müdâfa Evliyâya faydası olsun diye değildir. Allah izin verirse yapılacak çalışmadaki hedefim muterizlerin yazılarıyla muhatap olan müminlerden zehirlenenlerin ölümlerini veyâ hastalıklarını engellemek. Allah, nefsimin hevâsını bu hedeflerime bulaştırmasın amin.

Bir itibârla Allah’a yardım edilmez, edilemez. Âlemlerden Zât’ıyla Gânî olan Allah’ın yardıma ihtiyâcı olur mu? Elbette olmaz. Sırf Zât’ı itibâriyle Allah âlemlerden münezzehtir. Lâkin diğer bir itibârla, ya’nî isimlerinin ve fiillerinin iktizâsıyla, Allah ve peygamberi bizim için bizden yardım beklemektedir. (Nitekim Allah ism-i şerîfi de isimlerden bir isimdir. Sırf Zât gibii değildir zuhûru iktizâ eder)

Kim ki Allah'a (Allah için) güzel bir borç verir, o taktirde o (borç), ona kat kat ödenir. Ve onun için kerim ecir vardır. (Hadîd 57,11)

Ey iman edenler! Allah’ın yardımcıları olun. Nasıl ki Meryem oğlu İsa da havarilere, “Allah’a giden yolda benim yardımcılarım kimdir?” demişti. Havariler de, “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” demişlerdi. Bunun üzerine İsrailoğullarından bir kesim inanmış, bir kesim de inkâr etmişti. Nihayet biz inananları, düşmanlarına karşı destekledik. Böylece üstün geldiler. (Saff 61,14)

Ve andolsun ki Allah, İsrailoğulları'ndan misak almıştı. Ve onlardan on iki nâzır görevlendirdik. Ve Allahû Teâla: “Eğer namazı mutlaka ikâme ederseniz, zekât verirseniz ve Resûllerim'e îmân edip onlara yardım ederseniz ve Allah'a (Allah için) güzel bir borç verirseniz, muhakkak ki ben sizinle beraberim ve de mutlaka sizin günahlarınızı örterim ve sizi, mutlaka altından ırmaklar akan cennetlere koyarım.” dedi. Artık, bundan sonra sizden kim inkâr ederse mutlaka sevvâ edilmiş (Allah'a ulaştırmak üzere dizayn edilmiş) yoldan sapmış olur. Maide (5,12)

Kitapta vereceğimiz cevaplardaki hedefimiz. Mescîd duvarına işeyen bedevî idrâkine, tasavvuf ilmini ve islâm irfânını zorla nakşetmeye çalismak değildir. Değil münkîrlerin, tasavvuf dostlarının dahî kalplerine irfânı yerleştiremeyiz. Biz bunun imkânsızlığını zâten biliyoruz. Nitekim Allah şöyle buyurdu “Ve O'nun ilminden, O'nun dilediğinden başka bir şey ihata edemezler (kavrayamazlar). O'nun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır.” Ya’nî Allah’ın dilemesi hâriç, bedevî idrâkine biz irfân ve hikmet ve dînde fıkıh (anlayış) zerkedemiyiz. Hidâyet Allah’tandır…Hidâyeti îmân olarak bilir îmân ile ölçeriz. Halbuki îmânin tahtı ve temeli dahî irfândır, ma’rifetullah’dır (Allah‘ı gereği gibi takdîr edebilmektir.). Îmân edenler, ilim ve irfân neticesinde Allah hakkında doğru hükmederek îmân etmişlerdir. Dolayısıyla asıl hidâyet ve asıl üstünlük ve derecelenme ancak irfân iledir. Dînde âmelî meselelerdeki ayrılıklar kınanmaz. Lâkin irfâna ve Allah’ı gereği gibi takdîr edebilmekteki farklılıklara taalluk eden i’tikad sapmaları kınanır. Sâhibi,, Allah indinde, itikâdından dolayı cezâya veyâ iltifata müstehakk olur.

Sizin gibi düşünemiyorum, bilâkis böyle bir çalışmayı çok elzem ve zarûrî olarak görüyorum. Sizin gibi düşünmeyişimde ve bu işe hevesli olmamda belki nefsimin, kendimi gösterme arzûsunun bir payı olabilir. İnşAllah bu hevesim günâh olan bir hevâ heves değil, Allah’ı hoşnut eden hevâ ve heveslerden olur.

Birçok sitede Pervâsızca yazılarım defalarca silindi. İnanılmaz olaylar yaşadım, yeri geldiğinde İnşAllah anlatırım. Eğer bu sitedeki arkadaşların bu meseleye ilgisi ve katkısı olmayacaksa bu işi burda yapmaktan vazgeçmek benim için kolay... Sessiz sedâsız bir kitap çalışması yaparım o zamân… Gerçekten haddim olmayarak Böyle bir kitap çalışmasında forum ortamını seçmemin sebebi, meselelerin açılması ve tek başıma düşünemeyeceğim cihetlerin ortaya çıkmasındaki avantajdır.


forumlarda kimseyi ikna edemezsiniz..inkarcıların istediği delil değil.,kendilerine benzetmeye çalışmaktır...şu olabilir.hiç bir bilgisi olmayan kardeşlerimize nasıl ehli sünneti anlatabilirz..ehli sünnet itikadı açısından .ihya.sadakat,gibi sitelerde yeterince fazlasıyla bilgi mevcut...bundan sonrası NASİP.


İhyâ.ve benzeri gibi sitelerde bu muterizlere nasıl cevaplar verilmiş, yerinde ve zamânında yapıştırıp bilgi verirsen sevinirim.

Allah razı olsun. Benim aklımda olan soruları harika cevaplandırmışsınız.
Birde burda mı yapmak istiyorsunuz? Yapın kardeşim, burası herşeye açık! Sanırım ziyarete açık olduğu için herkes izler.
Sandım ki o sitelerde savunacaksınız, izleyen olmaz. Kafaları belli ne deseniz anlamazlar.
Ben şimdi merak ettim. O yanlış yazılıp, yanlış anlaşılanları hiç olmazsa doğru anlatan olsa da doğru anlasak.
Başlayın. ;)


Allah razı olsun. Benim aklımda olan soruları harika cevaplandırmışsınız.
Birde burda mı yapmak istiyorsunuz? Yapın kardeşim, burası herşeye açık! Sanırım ziyarete açık olduğu için herkes izler.
Sandım ki o sitelerde savunacaksınız, izleyen olmaz. Kafaları belli ne deseniz anlamazlar.
Ben şimdi merak ettim. O yanlış yazılıp, yanlış anlaşılanları hiç olmazsa doğru anlatan olsa da doğru anlasak.
Başlayın. ;)


Teşekkürler kardeşim, bizim de yardıma ve teşviğe ihtiyyacımız var. Katkılarınızla inşAllah bütün i'tirâzlara derli toplu cevaplar verelim. Tek bir adreste şüpheleri izâle edelim, Tevhîd müddeilerine cevap verelim inşAllah.


forumlarda kimseyi ikna edemezsiniz..inkarcıların istediği delil değil.,kendilerine benzetmeye çalışmaktır...şu olabilir.hiç bir bilgisi olmayan kardeşlerimize nasıl ehli sünneti anlatabilirz..ehli sünnet itikadı açısından .ihya.sadakat,gibi sitelerde yeterince fazlasıyla bilgi mevcut...bundan sonrası NASİP.


Bir sitesine girdim, Vahhâbilere cevaplar başlığı altında külliyetli yazılar var, istifâde etmem lâzım teşekkürler.

Bu çalışma müddeilere ve muterizlere cevap niteliğinde olduğundan, Tevhid nesli.de sitesindeki i'tirâzları esas aldığımızdan,, meseleleri belli bir düzen içerisinde anlatma imkânımız olmayacaktır. En grift ve îzâhı müşkül meseleler düzensiz olarak karşımıza çıkacaktır. Zarûrî olarak cevaplarımız, müddeilerin iddiasıyla şekillenecektir. Meselâ okuyucuyu bir ziyâfet sofrasında farz edersek, okuyucunun önüne bir ziyâfette yenebilecek lezzetler karışık ve düzensiz olarak gelecektir. Önce çorba aperatifler en son tatlı gibi alışıldık bir düzende gelmeyecektir. Okuyucu, aradığı cevâbı veyâ çözemediği bir meseleyi başta bulamasa da zannediyorum daha sonraki cevaplarda aradığını bulacaktır. Bu noktada bizim için en tedirgin edici husûs, zarûrî olarak yapacağımız kazı ve ifşâatlardan,, mes'eleye yabancı okuyucuların bizim murâd etmediğimiz algılara varmasıdır. Anlattıklarımızdan zihninde Ehl-i sünnet hâricinde bir algı tezâhür ederse onu zihninden kaldırıp atsın ya da sitede karşılıklı konuşmanın avantajını kullanarak. Doğru algılayıp algılamadığını sorarak tashîh ettirsin.

Şunu da bilmek lâzımdır ki, Velâyet irfânı,, Yûnus, Mevlânâ, Muhyîddîn Arabî hazretleri gibi kibâr-ı evliyânın Kur'ân'ı ve Allah'ı anlamaları,, Büyük ölçüde Ehl-i sünnet âlimlerine ve imâmlarına mutabık olsa da,, Evliyânın irfânı zâhir metodla çalışan âlim ve imâmların irfân ve akâidinin ötesindedir.

İ’tirâzı yapan müddeilerin i’tirâz ettikleri mes’elelerde neyi nasıl anladıkları çoğu yerde belirsiz kalmıştır. İ’tirâzları,, meseleleri alıntı düzeyinde yapıştırmaktan ibârettir. Yapıştırdığı alıntı da neye i’tirâz ettiğini neden ve niçin i’tirâz ettiğini ve doğrusunun ne olması gerektiğini anlatmaktan yana bile i’tirâzın şartlarına uyulmamıştır. Belirttiğim husûslara riâyet ederek, Eğer doğru ve dürüst bir i’tirâz yapmış olsalar Mes’elelerden çok uzak olduklarından, İ’tirâzları esnâsında zâten cehâletleri ve meselelere yabancılıkları açığa çıkacak. Meslek hâline getirdikleri bu işi muhtemelen yapmaktan bile vazgeçmiş olacaklardır.

Müddei ve muterizlerin neye i’tirâz ettiklerini açıkça ifâde edemeyip sırf alıntıların yapıştırılması, cevaplarımın mâhiyetini tesbît noktasında en zorlandığım husûs olmuştur. Çünkü alıntılar deryâ gibi ilimleri ihtivâ etmektedir. Alıntıların şerhini yapmak yetersiz bilgi ve basîretimle hem müşkül hem de yeterli bilgi ile donanımlı Allah’ın inâyetiyle basîretli olan birisi için çok tafsîlâtlı îzâhları istilzâm eder. Eğer müddei yapmış olduğu alıntılarda neye i’tirâz ettiğini belirtmekten âciz olmasaydı benim işimi kolaylaştırmış olacaktı. İtirâzcının bu üstünkörü üslûbu nerdeyse daha değişik bir formatta cevap yazmaya itecekti. Ancak bu sitedeki itirâzların bir çok müddei ve itirazcının yazılarıyla desteklenmiş olması ve toplu hâlde daha tafsîlâtlı bir inkâr ve i’tirâzın net ortamında mevcûd olmayışı, bunlara cevap vermeye beni sevketti.

Doğru dürüst bir cevap verebilmemiz için alıntı düzeyinde çalakalem yapılmış i’tirâzları belki niyet okuma yoluyla derleyip toparlamak ve netleştirmek gerekmekteydi. Bu yüzden itirâz alıntılarının sonunda İDDİA başlığında i’tirâzcı adına İ’tirâzlarını hem genişlettim (çoğalttım) hemde toparladım.

Tevhîd Müddeilerinin itirâzlarını kırmızı renkle aynen kopyalayıp yapıştırıyorum. Bu itirazların altında "İDDİA" başlığı ile tek bir paragrafta i'tirazlarını genişletiyor ya da toparlıyorum. bu paragraf benim cümlelerimden ibâret olduğu için karışmasın diye altını çizerek yazıyorum.

4 - TASAVVUF VE VAHDET-İ VUCUD İNANCI [1]


A - Mekke müşriklerinde dahi bulunmayan yanlışlık

Daha önceki bölümlerde ayrıntılı olarak anlatıldığı gibi, Mekke müşrikleri Allah'ın mevcudiyetini biliyor ve kabul ediyorlardı. O'nun mutlak güç ve kudret sahibi olduğunu, herşeyi yaratan olduğunu tasdik ediyorlardı. Ancak ayette de geçtiği gibi, onlar bu olumlu özelliklerine rağmen müşriktiler, çünkü Allah'ı gerektiği kadar ve gerektiği biçimiyle bilmiyor, tanımıyorlardı.

Dolayısıyla inançlarının olumlu yönleri, olumsuzlarla karşılaştırıldığında bir anlamı kalmıyordu. Onların Allah'la ilgili inançlarının genel özellikleri şöyle idi; onlar putları Allah ile kendi aralarında aracı ve putları kendileri için Allah'a karşı şefaatçi kabul etme yanlışlıklarına karşılık, Allah ile yaratıkları, varlık ve sıfatlar itibarıyla tamamen ayrı kabul etmek gibi bir doğruya da sahiptiler.

Hatta Allah ile yaratıkları ayırmada o kadar hassastılar ki bu hassaslıkları bir başka yanlışlığa neden olmuştu. Söz konusu yanlışlıkları, Allah'ın yüceliği nedeniyle, hiç bir yaratıkla aşağılığı nedeniyle ilgilenmeyeceği inancıydı. Bu yanlışlık nedeniyledir ki Resûlüllah (sav)'e karşı çıkarken Allah'ın bir insanı elçi olarak seçmiyeceğini, Öylesi yüce bir varlığın insan ile irtibat kurmayacağını belirtiyorlardı.

İşte bütün bunlar ve özellikle de inançlarındaki olumlu yönler nedeniyle Resûlüllah (sav)'e ilk gelen ayetlerden bir kısmını oluşturan ve Tevhid esasının başhbaşına açıklandığı bir sûre olan İhlâs sûresi "De ki O Allah tektir" ayetiyle başlıyordu. Yani müşriklerin "Rabb'ın nasıldır, kimdir?" içerikli sorularına Resul aracılığıyla "Bilmek istediğiniz Rabb'im yeni bir İlâh değil, Allah'tır. Benim Rabb'im, diğer mabudları bırakarak kendisine ibadet edeceğiniz yeni bir Rabb değildir. Aslında o Rabb, Allah dediğiniz Rabb'ın kendisidir" biçiminde cevap verilerek, Allah'la ilgili inançlarının doğru yönleri tasdik edilip açıklanıyor, yanlışları da gösteriliyordu.

Böylelikle onların Allah inancı, tashih edilmiş oluyordu. Ayrıca daha önce de belirttiğimiz gibi onların yanlışlarının en önemli yönünü ise İlâh, Rabb ve Melik'lik sıfatlarını parçalayıp bir kısmını kendilerine ait kılmaları oluşturuyordu. Bu nedenle ilk gelen ayetlerden itibaren bu sıfatların sadece Allah'a ait olduğu açıklanır.

Hatta bundan dolayı ki ilk ayetlerde Allah'ın İlâh, Rabb ve Melik oluşu tekrar tekrar vurgulanır. Bu hakikat insanların kafa ve kalplerine iyice yerleştirilir ve sonraki ayetlerde ise ayrıntılı sıfatlar fazla zikredilmeden Allah'tan sadece Allah ismiyle bahsedilir. Çünkü insanlar artık Allah'ın kim olduğunu doğru şekilde bilmektedirler.

Fakat ne yazık ve gariptir ki İslâm Tasavvufu ismiyle oluşan yapı içerisindeki bazı sûfiler, müslüman sıfatlarına rağmen, Allah hakkında, Mekke müşriklerinin sahip oldukları doğrular kadar dahi doğrulara sahip olamamışlardır. Hemen belirtelim bu tesbitimizi çok ağır bir iddia/itham olduğunu belirterek karşı çıkanların bulunmasını beklemek gerekecektir. Keşke öyle olsaydı. Fakat ne yazık ki bu tesbitimiz, ne bir iddia, ne de bir ithamdır, aksine gerçeğin ifadesidir.





İDDİA: Muteriz, Allah’ın insândan çok yüce ve farklı olduğunu belirtiyor. Putperest müşriklerin bile bu hakikati bildiğini fakat sufilerin Bu putperestler kadar bile Allah-insân, Allah-kâinât temyîzleri olmadığını iddia ediyor. Muteriz, Putperestlerin yücelik noktasında Allah’ı doğru bildiklerini, Fakat Allah’ın bir insânı elçi seçmesini olanaksız gördüklerinden yanlış düşündüklerini belirtiyor. Muteriz bu yolla Elçinin ilâhlaştırılmasının putperest müşriklerin müşrikliğinden daha büyük bir şirk olduğunu isbâta çalışıyor.

CEVAP:

Allah’ın çok yüce olduğu elbette doğrudur fakat çok farklı olduğu kısmen doğrudur. Eğer Allah’ın bizden mutlak farklı olduğu için çok yüce olduğu sonucu çıkarılırsa ki müddei bu iddiâdadır. Bizden mutlak farklı Bir Allah’ın yüce olması da batıl olur. Allah bu çeşit bir tenzîh ile, Allah’ı tenzîh edenlerin tenzîhinden Zât’ı ve Zât’ının mutlaklığı ile münezzehtir. Allah Zât’ı ile âlemlerden farklı ve üstün ve yüce fakat isim ve sıfâtlarının açığâ çıkması itibâriyle âlemlerin aynısıdır. Allah âlemlerden ne mutlak farklı ne de mutlak aynı dır.

Allah’ın mâhiyeti ile ilgili Yukarıdaki Târifi destekleyen ya’nî Allah’ın âlemden münezzeh olduğunu ve ilginçtir bununla birlikte Allah’ın âlemin aynı olduğunu belirten onlarca âyet zikredilebilir. Fakat ben zihinlerdeki berraklığı gidermemek için iki âyet ile iktifa edeceğim. Şimdilik bu kadar kâfîdir.

Bakın Hakk Teâlâ burada Zât‘ını âlemlerden tenzîh ediyor.
“Ey insânlar siz hepiniz Allah’a muhtâcsınız. Allah ise müstağnî ve övülmeye lâyık olandır.” (Fâtır 35,15)

Burada ise ayn‘ı kılıyor.
“Ne yana dönerseniz Allah’ın vechi ordadır” (Bakara 2,115)

Zikrettiğimiz birinci âyetteki müstâğnîlik, kabuk ehlinin zannettiği gibi Allah’ın âlemlerden ayrı olması ve aralarında mutlak münâsebetsizlik olması gibi bir tenzîh (ayırma, beri tutma) olursa. Allah böyle bir tenzîhten yana çok yüce ve münezzehtir. Yukarıdaki âyet-i kerîmede Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: “Müstağnî ve övülmeye lâyık olandır.” Bu müstâğnîlik ve münezzehlik öyle bir müstağnîlik ve münezzehliktir ki, bütün mahlukatının varlığını muhit ve onlara kendilerinden daha akreb olanın münezzehliğidir. Böyle olmayıpta Allah ile Kâinât arasındaki münâsebet, çömlekçi ile çömlekler veyâ inşâat mühendisi ile apartmanı arasındaki münâsebet gibi bir mülk sâhipliği zannedilirse böyle bir yaratıcı Tâmm olarak övülmeye lâyık olmaz.


Putperest müşrikler putları, Allah’a (c.c.) ulaşmak için vesîle (vâsıta) yaptılar. “... (Müşrikler) bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onlara kulluk ediyoruz derler...” (Zümer 39,3)
Dikkat edin, İlginçtir ki, Allah’a (c.c.) yakınlaşmak için vesîle (vâsıta, yol) aramaları gerektiğini mü’minlere Allah da (c.c.) haber vermiştir. “...O’na yaklaşmaya vesîle (yol) arayın...” (Mâide 5,35), “...Rabb’lerine hangisi daha yakın diye vesîle ararlar, ve rahmetini umarlar...” (İsrâ 17,57)

İnsânın Hakikatinin (Cisminin değil mâ‘nâsının), Allah’ın (c.c.) sûreti üzre (iç yüzü değil tabir câizse dış yüz üzre ya‘nî isim ve sıfatları üzre) yaratıldığını ve âlemdeki bütün kevnî ve ma’nevî hakikatleri varlığında birleştirmesi için en güzel ölçüde(kıvamda) yaratıldığını, Bu İnsân denen varlığın Allah’ın (c.c.) Zât’ı ve kâinât arasında bir berzâh (köprü) olduğunu anlayabiliyoruz... Diğer insânlardan ziyâde insân-ı kâmilin hakikatinin Hakk’a âid esmâya ayna olmaktaki mükemmelliği (düzlüğü, parlaklığı), onu, insânları Hakk’ı tanımaya ve kulluğa götüren yegâne vesîle kılmaktadır. Bu hakikati ve sırrı anlamaktan pek uzak olan putperestler,, Hakk’a vesîle ittihâz etmekte ve yol bulmakta insânların en şaşkınıdırlar. Zâten onların maksadı Allah’a (c.c.) kulluk yapmak da değildir, düzenlerinin devâmıdır. Biz müslümânlar için böyle bir berzâh olan nebî ve veliyleri bilmek, bulmak ve onların tasarrufunda olgunlaşmak en doğru yoldur. Dünyâdaki en büyük ve kalıcı nîmet, insân-ı kâmili bulabilmek ve tasarrufunu (idâresini) cân-ı gönülden kabûl etmektir. Olmanın anahtarı bulmak, bulmanın anahtarı ise bilmektir. Bilmekten gaye cüz’den ziyâde bütünlüğü, bütünlükteki biri bilmektir. İlimden gaye âlemi bilmektir ondan gaye ise insânı bilmektir, insânı bilmekten gâye kendini bilmektir, ondan gaye ise kendi sırrımız olan insân-ı kâmili bilmektir. Enfüsî âlemimizde sayısız unsur, organ ve sistemden müteşekkiliz. Enfüsî âlemde rûhumuzun mertebesi ne ise, Afâkî âlemde İnsân-ı kâmilin mertebesi de odur… İlim ögrenmekten gaye âlimi bilmektir, âlimi teşhîs edebilmektir. İlimden gaye ilmin kendisi değildir. İlim soyut bir nisbettir ve ancak âlim ile vardır, ilim âlimin vasfıdır. Gâye ilim değil âlimdir. Velhâsıl gaye insân-ı kâmildir. İnsân-ı kâmili redde götüren ilim dalâletten ibârettir.

Cennet, peygamberlerin ve vârîs-i enbiyânın kalbidir. Kurtuluş; bu mübârek şahısların kalp şehrine hatta şehrin kalesine girmektir. Onların kalesine girmekten maksad onların (peygamberlerin ve veliyylerin) rızâsını ve sevgisini kazanmaktır. Kurtuluşun sırrı budur. Allah , rızâsını, cennetini ve cehennemini onların varlığına yerleştirmiştir.

Vesîle diyorduk… Mekke müşrîkleri Allah’a ulaşmak için putları vesîle kılıyorlarmış. Allah dahî kendisine ulaşmak için vesîle aramamız gereğini haber veriyor… En büyük vesîle tabîi ki insân-ı Kâmildir. Aynen kıble ve Kâbe gibi. Kıblenin ve Kabenin kendisine ibâdet etmediğimiz gibi İnsân-ı Kâmilin cismine değil mâ’nâsına müteveccihiz. İnsân-ı Kâmilin cisminden öte mâ’nâsı insân-ı kâmilin hakikatidir. O hakikatin de hakikati ya’nî Rûhu veyâ Rabb’i ise Hakk Teâlâdır. İnsân-ı Kâmilin sırrında Hakk gizlidir. Aslında her insânın sırrında Hakk gizlidir lâkin herkes bunu bilmez.

O halde, İnsân-ı kâmilin cismini de ihmâl etmez isek, onlar hakkında; Hakk’a ulaşmak için en büyük Putdur (vesîledir) diyebiliriz.

“... Belki büyük put (ya’nî Hz. İbrâhim) küçük putları kırdı...” (Enbiyâ 21,63)

Hazret-i İbrâhimin bedeni put gibidir, eşyâya benzer, lâkin onun mâ’nâsı (hakikati, rûhu) put kırıcıdır.

“Musa (A.S)'nın kavmi, ondan sonra (Musa A.S'ın Tur dağına gitmesinden sonra) ziynet eşyalarından, böğüren (ses çıkaran) bir buzağı heykeli (yapıp) onu (ilâh) edindiler. Onun, onlarla konuşmadığını ve onları yola hidayet etmediğini (hidayete erdirmediğini) görmüyorlar mı? Onu (ilâh) edindiler ve zalimler oldular.” (Araf 7,148)

İnsân-ı kâmilin hakikatini kıble edinenler Hâkk’a hidâyet bulurlar. İnsân-ı kâmilin hakikatini ihmâl edip cismine teveccüh edenler, dalâlette kalıp Hakk’tan sapmış olurlar. Bunca ilâhî ihbâra râğmen İnsânın ve İnsân-ı Kâmilin mâhiyetine muttali olamayanlar asıl şaşkın olanlardır.

Muterizin iddiasına göre, Müşrikler Allah ile kulları ve kâinâtı ayırmak ile mutasavvıflardan daha doğru bir görüşe sâhiplermiş. Çünkü vahdet-i vücûd ehli mutasavvıflar Allah ile kulları ayırmıyorlarmış.

Müşriklerin bu ayırma işindeki temel ölçüsü; Allah göktedir, kullar yerdedir, İnancı ile karakterize edilebilir. Aslında bu basit inanç Fıtrîdir ve bir cihetten sahîhtir ve i’tikâdî bir seviye ve basamaktır. Çünkü bu inanç nispeten Allah’ı tenzîhi muhtevîdir. İ’tirâzcıya göre Tasavvuf Ehli Allah ile kulu arasındaki farkı müşrikler kadar bile bilmiyormuş çünkü ayırmıyormuş. Ya’nî Allah’ı hiç tenzîh etmiyorlarmış.

Hayret, tasavvuf ehli hayâtlarında zühd ve ibâdetleri öncelemeleriyle herkesin ma’lumu olan bir zümredir ve bu hassâsiyetleri hâlen devâm etmektedir. Allah ile kul ayırımını müşrikler kadar bile yapamayan bu mutasavvıflar kime, neden ve niçin ibâdet ediyorlar diye sormak lâzım? Eğer mutasavvıflar Allah ile kul arasındaki ayırıma ve farklılığa dayanan Ve Peygamber Efendimizin sünneti olan taat ve ibâdetleri gerçekten îfâ ediyorlarsa, işin içinde i’tirâzcının kavrayamadığı ba’zı meselelerin varlığı elzem gözükmektedir. Ya’nî Rabb ile kulun farklılığına dayanan ya’nî Allah’ı tenzîhe dayanan ibâdetlere devâm eden insân-ı kâmiller hâlleri ile kulluklarını itirâf etmektedirler. Hâl ile itiraf söz ile itiraftan elbette daha geçerlidir. Müddeinin iddiasının nispeten doğru olması için mutasavvıfların İslâm şerîatıyla amel etmemeleri gerekir. Vakıa onların iddiâlarına uygun olmadığına göre bu durum iddiasında aşırıya kaçan muterizin yalancı olduğunu gösterir. İddiacı, Sûfilerin Allah’ı putperestler kadar bile tenzîh etmedikleri iddiasının yerine sufîler Allah’ı teşbîh ediyorlar iddiasında bulunsaydı, bu iddia kısmen doğru bir iddia olurdu.

Rabb’lerinin kendilerine yakınlığını, Alemlerin Rabb’inin kullara yakınlığını, Her şeyin Fâilinin Allah olduğunu, mülkün asıl sâhibinin de O olduğunu, Kâinâtın ancak Allah ile Kâim olduğunu, Âllah’ın kelâmı ile öğrenmiş olan büyükler,, Allah’ın mutlak ve kadîm olmasına rağmen, kâinâtın da mukayyet ve hadîs olduğunu bilmelerine rağmen, Allah ayrı bir varlıktır, Kâinât ayrı bir varlıktır diyemezler. Mutlak varlık olan Allah’tan Kâinâtın varlığını nasıl ayırırsın… Bu ayırım ya’nî Tâmm tenzîh, elbette Allah’ın mutlaklığı ve mutlak varlık sâhibi olmasıyla çelişir. Mukayyed varlık mutlak varlıktan bağımsız ve bütünüyle ayrı olamaz.

Kâinâtı hâdistir ve mahlûktur diyerek ki elbette hadîs ve mahlûktur. Allah’tan ayırmak, Sınırları birbirinden ayrı, İki sonluya inanmak demek değil midir? Halbuki Allah sonlu olamaz. Allah sonsuz ise ki elbette sonsuzdur, hiçbir sonlu dahî sonsuzdan müstağnî olamaz. Mukayyed mutlaktan müstağnî ve münezzeh olamaz.

Dikkat edin,, Eşyâyı Kâinâtın varlığı bizim hâyâlimizdeki tasavvûrî varlıklardan (Buna Allah inancı da dâhildir) daha gerçek bir varlığa sâhip iken, Kâinâtın inkâr edilemez âşikâr varlığını hâyâlde tahakkuk etmiş Allah inancıyla örtmek (ki herkesin Allah inancı zihnindeki bir tasarı ve zihnî bir varlıktan ibârettir.). Allah’ı daha az gerçek olan hayâlî bir varlığa indirgemek olmaz mı? Halbukî ârifler, âhireti Dünyâdan Dünyâyı da rüyâ vatanından daha gerçek bildikleri gibi. Mutlak olan Hakk Teâlânın varlığını Kâinâtın varlığından, “Eşyâyı Kâinâtın” varlığını da tasavvur ve hâyâlimizdeki varlıklardan daha gerçek varlık olarak bilirler. Kâinâtı Allah’tan ayıran lâkin Kendi Kâinâtında ya’nî hayâlinde hayâlî bir varlık olarak Allah’ı isbât etiğini bilmeyen kabuk âlimi, aslında Allah’ı Kâinâttan tenzîh edeyim derken büyük (küçük) bir teşbîhin ve dalâletin içine düşmüştür. Ancak Hakk’ın Kâinâta yakınlığını idrâk edenler, gereği gibi Allah’ı tenzîh edebilme anlayışındadırlar. Allah’ı gereği gibi lâyık-ı vechi üzre tenzîh etmek,, Hakk Teâlâyı Zât’ı ile Kâinâttan ayırmak, varlığı ile ayırmamak anlayışından ibârettir.

Teist olup, Bu irfâna (vahdet-i vücûd irfânına) zıd olan zarûrî görüş ise şudur (ki yanlıştır): Allah ile Kâinâtı birbirinden ayrıdır. Kâinât evvelde Allah tarafından yaratılmıştır ona da kendini idâme ettirecek gerekli malzemeyi vermiştir, O Kâinât devamlı olarak kendi kendini idâre eder ve kendi kendisiyle kâim olur. Allah’ın Kâinâtın sâhibi olması da ressamın tablosunun sahibi olması veyâ çömlekçinin çömleklere sâhip olması gibi bir mülk sâhipliğidir. İşte vahdet-i vücûd ehli âriflerin irfânına zıd olan zarûrî görüş budur.

Vahdet-i vücûd ehli âriflerin inâncına göre, Allah ile Kâinât arasındaki münâsebet ya’nî Hakk’ın halka nisbeti, rûh ile beden arasındaki münâsebete benzer ve Hakk’ın halka nisbeti karın içindeki su gibidir. Karın husûsiyyetleri sudan ayrı olsa da karın sudan başka varlığı yoktur. Kar, mâhiyeti (zât’ı) i’tibâriyle sudan ayrı ve başka olsa da varlık i’tibâriyle suyun aynıdır. Veyâ Hakk’ın halka nisbeti denizin dalgaya nisbeti gibidir, dalga deniz değildir denizden ayrı da değildir. Veyâ birin sonsuz sayılara nisbeti gibidir. Veyâ elifin diğer harflere nisbeti gibidir. Veyâ Hakk’ın halka nisbeti harflerin mürekkebe nisbeti gibidir, bir bak bakalım harflerde mürekkepten başkasının varlığı var mıdır? Bu misâller meseleyi akıl ve mantığa yaklaştırmak içindir. Bu misâllerin hiç birisi Allah’ın Ehâdiyyet-i Zât’iyyesi ile âlemler arasındaki münâsebeti îzâh etmez. Verdiğimiz misâller, Hakk Teâlâ’nın nasıl olmaması gerektiğini kat’î olarak bilmemize dayanan misâllerdir. Hakk Teâlânın kendi Zât’ına, mahiyetine dâir bilgisi kendisine mahsûstur. Subhânâllah…


Vahdet-i vücûd ehli ârifler nezdinde meselenin basitçe çözümlenmesi şöyledir: Tabîi ki Allah ile Kâinât arasında ayırım ve fark var (tenzîh) ve tabîi ki bir ayniyyet de var (teşbîh). Ayrılık ve fark Zât’tan, ayniyet ise varlıktan kaynaklanıyor. Ayniyyet zarûrîdir,, çünkü varlık Allah’a âiddir. Aslında Allah sırf varlıktır… Allah Zât-ı itibârından, bütün zât’lardan (mahlûkattan) münezzehtir ve yücedir,, varlığın yalnızca O’na mahsûs olması bakımından ise her vâr olanın aynıdır. Ya’nî mukayyet ve sınırlı hiçbir varlık Mutlak varlık olan Hakk Telâdan ayrı ve bağımsız ve kendi başına bir varlığa sâhip olamayacağı gibi hiçbir sınırlı, mukayyet, hâdis varlık Hakk’ın Zât’ına denk olamaz.

hemen bulmamız zaman alır ama siz buraları araştırın çok şeyler vardır.... www.zehirli.org..........bak..


hemen bulmamız zaman alır ama siz buraları araştırın çok şeyler vardır.... www.zehirli.org..........bak..


Yukarıdaki kırmızı renkli i'tirâzlarda yeri geldikçe lütfen yerli yerince siz de cevap verebilirsiniz alıntılarla katkı yapabilirsiniz. İ'tirâzın konusu dışında cevap vermemenizi istirhâm ederim. Bu sütûn, tevhîd müddeilerinin saldırılarına cevap arayanlar için belirgin bir kaynak olsun.

Zira bazı sûfiler (ki bunların en önemli özellikleri ise, halk arasında büyük bir takdir ve kabul görmüş olmalarıdır) bu tesbitimizi hiç bir şüpheye yer bırakmayacak kadar haklı çıkaracak özelliklere sahip olmuşlardır. Bu tesbitimizin en önemli dayanağı, Tevhid esasının çarpıtılmasında çok önemli fonksiyonlar üstlenmiş olan Fenâ-Bekâ konusudur. Şöyleki;

Allah'ın güç, kudret, ilim ve sıfatları gereği bütün yaratıklarının her anına ve haline hakim olduğu gerçeği Tevhid'in temellerinden birisi ve hatta en önemlisidir. Her Elçi, insanlara la ilahe illallah hakikatini tebliğ ederken, Allah ile yaratıklar arasındaki ayrılığı (farklılığı) özellikle vurgulamıştır. Buna göre Allah ile yaratıklar arasında hiç bir şekilde benzerlik ve ortaklık yoktur;

"(Allah'ın) zatına benzer hiçbir şey yoktur."(42/ll)

İDDİA: Allah ile yaratıklar arasında hiç bir şekilde benzerlik ve ortaklık yoktur. "(Allah'ın) zatına benzer hiçbir şey yoktur."(42/ll)


Eyvâh,, Zâhir veyâ rüsûm veyâ kabuk veyâ kışır âlimleri tafından kendi mahdut anlayışları istikâmetinde belki şimdiye kadar milyarlarca kez aynı bâtıl anlamda anlaşılmış ve zikredilmiş âyet-i kerîme yine karşımızda… Bu Mübârek âyet-i Kerîme, murâdullaha bakan vechiyle muazzam hakikatleri muhtevî olsa da, zâhir ve kabuk âlimlerinin zihnindeki yansıması sûretiyle nispeten fâsid ve Kur’ân’da ihbâr edilen nice hakikatleri yok sayacak acayip bir anlam alıyor.

Enteresandır ki vahdet-i vücûd aleyhine delîl olarak öne sürülen “...O’na benzer bir şey yoktur, O, işiten ve görendir” (Şurâ 42,11) âyet-i kerîmesi aslında vahdet-i vücûd müşâhedesinin vâzıh bir delîlidir. Bu âyet-i kerîmenin meâli âlisi, “...O’na benzer bir şey yoktur” değil “O’nun benzeri (misli) gibisi yoktur” olmalıdır. Dikkat edilirse ikinci meâle göre anlam; O’nun “misli gibisi yoktur” ya’nî O’nun benzerinin benzeri yoktur Anlamına gelmektedir. Ki Allah burada sanki bu ifâdeyle kendi benzerinden bahsediyor. (Not: Hemen irkilmeyin,, Bir şeyin karşısında duran aynadaki görüntüyü hatırlayın) Şimdi bu ikinci meâl, müddeinin iddiasını kökten yalanlamakla birlikte. Biz evvelâ müddeinin algıladığı birinci meâlden çıkan anlamın bâtıl ve sahîh cihetlerini ortaya koyalım..

Allah ile yaratıklar arasında hiçbir şekilde benzerlik ve ortaklık yoktur demek,, Makul gibi gözüken inanılmaz facia bir iddiadır. Selbî aklın sarhôşluğu içinde olan böyle bir idrake, Kur’ân’a ilâve olarak daha binlerce âyet gelse bile faydası olma.. “Ne yana dönerseniz Allah’ın vechi ordadır” (Bakara 2,115) gibi bir çok âyet-i kerîme, yukarıdaki iddiayı açıkça nakzeder. Fakat selbî aklın sarhôşluğu içinde olanlar, îmâna taalluk eden aklı aşan ilâhî haberleri duymazlar.

Şimdi muterizin delîl olarak gösterdiği âyet-i kerîmenin, onun zikrettiği meâldeki anlamını inceleyelim.

"(Allah'ın) Zât’ına benzer hiçbir şey yoktur." Veyâ “O’na benzer bir şey yoktur” aynı anlamdadır. Çünkü "O" lafzı, Allah’ın Zât’ına işâret eder. Burda problem yok.

Ayet-i Kerîmenin, sırf, “O’na benzer bir şey yoktur…” kısmını nazarı i’tibâra alırsak, irfân yoksunu zâhir âlimlerin sayısız âyet ve hadîs-i şerîf hilâfına hiç bir şeye mutlak mâ’nâda benzemeyen, her şeyden mutlak mâ’nâda ayrı, bir tanrı tasavvuru kurgulaması belki doğru olabilirdi… Halbuki Âyet-i kerîmede O’nun benzeri yoktur buyrulduktan sonra hemen akabinde “O işiten ve görendir” buyrulmuştur, bu ikinci kısım Hiçbir şeye benzemeyen ya’nî kainattan ve bizden ayrı bir tanrı tasavvurunu nakzetmektedir, şöyle ki; mâdem O’nun bir benzeri yoktur ve işiten ve görendir. İşitmekte ve görmekte de bir benzeri olmaması gerekir. Halbuki O’nun esmâsının mazharı olan mahlukatı da varlıktaki mertebelerine göre işitmekte ve görmektedirler. Hiçbir mahluk işitmekte ve görmekte Zât-ı Hakk’ın dengi olamasa da her mahluk kendi mertebesinden işitir ve görür ve dahî konuşur. İşitmek ve görmenin keyfiyeti açısından İşitme ve görme noktasında Hakk’a benzerliğimiz sâbittir. Kemmiyet ve şumûl bakımından mahlûkatın işitme ve görmesi mukayyed ve sınırlı olsa da keyfiyet bakımından işitmek işitmektir görmek de görmek. Hakk’a benzer bir şey yoktur Ayet-i kerîmesi bir kısım irfân yoksunu zâhir âlimlerin tevehhüm ettiği gibi olsaydı, dikkat edin olsaydı, bu âyet bir hakikat olarak ortada dururken hiçbir mahlukun işitmemesi ve görmemesi gerekirdi, kabuk âliminin anladığı anlamda, O’na benzer bir şey olmaması gerekirken başka varlıkların işitmesi ve görmesi mümtenidir. O halde bu ayet-i kerîmenin iki kısmı bir bütün olarak incelendiğinde şu sonuç çikar: -Kendi Zât’ı ile kaim ve mutlak, tek varlık vardır, O’nun hâricinde kendi zât’ı ile kâim ve kendine âid varlığı olan başka bir varlık yoktur. Mahlûkat mukayyed ve mahdut ve izâfî ve müstakil olmayan varlıklardır.- İşiten ve gören hiçbir mahluk müstakillen vâr olamadığı gibi müstakillen işitemez ve göremez bilâkis O’nun ile işitir ve O’nun ile görür. Ya’nî O’nun muhtelif bir esmâsının mazharı ve kulu ve gölgesi olması i’tibârından ve sayısız her muhtelif ismin bâtınında ve sırrında Zât gizli olduğundan, her bir ismin mazharı olan her bir mahluk O’nun ile işitir O’nun ile görür.

Ayet-i kerîme sırf birinci kısımdan ibâret olsa idi, ya’nî O’na benzer hiçbir şey yoktur ifâdesi ile âyet-i kerîme bitseydi, biz, Allah’ı (c.c.) âlemden ve âlem hakikatlerinden ap-ayrı, halîfesi, sûreti, gölgesi ve işâreti ve izi dahî hayâl edilemeyen bir varlık olarak i’tikad edebilirdik. Ümmet-i Muhammed’den mutlak tenzîhe (mutlak ayırıma) sapanların düşüncesi budur, fakat böyle olmamalıdır. Çünkü; bizim ile bütün bağları kopartılmış bir ilâh i’tikadı bâtıldır. Âlemlerden bütünüyle münezzeh olan böyle bir ilâhın kitab göndermesi ve peygamberler seçmesi de abes olur. Bizimle hiçbir münâsebeti olmayan bir tanrı bize nasıl hitâb edebilir? Niye hitâb eder ki? Rahmân ve rahîm olması için hiçbir sebeb dahî olmaz…

“...O’na benzer (hiç) bir şey yoktur...” âyet-i kerîmesinin devâmı olmasaydı, Hakk’ı bütün kutsallığı ile her şeyden tenzîh etseydik, Kur’ân ve Hadîs-i şerîflerde şu ta’bîrlerin de olmaması gerekirdi: Cenâb-ı Hakk’ın; sûreti, gözü (El-ayn), eli (El-yed), ayağı (Er-ricl), işitmesi (Es-sem’), görmesi (El-basar), râzı olması (Er-ridâ), kızması (El gadab), tereddüt etmesi (Et-tereddüt), sevinmesi (Et-tebeşbuş), ta’accup etmesi (Et-te’accup), ferahlaması (El-ferâh), gülmesi (Ed-dihk), bıkması (El-melel), tuzak kurması (El-mekr), hîle yapması (El-hidâu), dalga geçmesi (El-istihzâu), alay etmesi (Es-suhriyyetu), yürümesi (Es-sa’yu), koşması (El-herveletu), inmesi (En-nüzûlü), yerleşmesi (El-istivâu), sabırlı olması eziyyete muhâtab olması v.b.

Hakk’ın varlığı mutlak olduğu gibi isim ve sıfatları da mutlaktır. Elbette mahlukun varlığı ve sıfatları mahlûktur mukayyeddir mahdutdur. Eşyâyı Kâinât, Hakk’ın varlığına nisbete gölge veyâ hayâl seviyesinde bir varlığa hem de emâneten mâlik olsa da. Varlığın ve esmânın (anlamların) gerçek ve asıl sâhibi Hakk Teâlâdır. Meselâ insânın işitmesi ve görmesi veyâ içindeki sevgi duygusu veyâ bedeni, Elbette mahlûk elbette mahdut ve belli bir zamânla mukayyeddir. Lâkin işitmek, görmek, bilmek, sevgi veyâ varlık (varlığın özü, mutlak varlık) aslâ mahluk değildir, Hakk Teâlanın kendisinde ezelî ve ebedîdir. Ezelî ve ebedî ve mutlak olan Hakk’ın varlığı ve esmâsıdır. Şimdi belirttiğimiz gibi, Varlık özü itibâriyle mahluk olmadığından, Hakk’ın Zât’ının aynı olduğundan, Esmâ dâ Zât-ı Hakk’ın mutlak sıfatları olduğundan, özünde yaratılmış olmadığından, Kâinât ile Hakk Teâlâ arasında bir münâsebet olması zarûrîdir. Çünkü Kâinâtın gölge seviyesindeki varlığı Hakk’ın sâyesinde olduğu gibi. Kâinâttaki çeşitlilik dahî Hakk’ın muhtelif ve nâ mütenâhî esmâsı sebebiyledir.

Allah-u Teâlâ, Zât’ı ile âlemlerden münezzeh, esmâ ve şuûnâtıyla (işleriyle, fiilleriyle) ise âlemlerle mütecellîdir . Ehaddiyyet-i Zât’iyyesi ve hakikat-i vâhidesiyle görünmekten ve sûretten ve değişimden ve idrak ile ihata edilmekten münezzeh olup, vasıflarının gereği olan isimleri, filleri ve eserleriyle âlem-i kesrette zâhir ve mütecellîdir. Nereye dönersek dönelim gördüğümüz O’nun esmâsıdır. Eşyânın rûhu esmâdır, esmânın rûhu dahî Zât-ı Hakk’tır. Ondan ayrı hiçbir şey olamaz.

"O’na benzer (hiç) bir şey yoktur "kısmını esâs alıp ikinci kısmın delâlet ettiği ma’nâdan bî haber olanlar, yarım akıllarıyla ehli hakikate ve i’tikadlarına karşi çikmaktadirlar.

Doğrusu şu ki; Allah Zât’ı itibâriyle, varlığın özü olması itibâriyle hiçbir şeye benzemez. Esmâsıyla zûhuru itibâriyle ise her şeyin aynıdır. Allah-u Teâlâ Zât'ı itibâriyle her zamân Bâtın (gizli) ve Kâinâttan yüce ve içkin ve aşkın,, isimleri ve fiilleri itibâriyle ise açıkça zâhir (görünen) olandır. Bu sebeble Allah ve Kânât münâsebetinde veyâ Allah ile Kâinâtın rûhu olan insân münâsebetinde mutlak başkalık ayrılık olmadığı gibi mutlak aynı lıkta olmaz.

Vahdet-i vücûd mes'elesi,,, İstisnâsız her evliyânın mezhebi,, Büyüklerin irfânı vahdet-i vücûd...Dünyânın en mühimm meselesini işlediğimi düşünüyorum. Herkesin de bu düşünce de olması gerektiğini saf saf düşünüyorum. Birisi uyandırsın hayâl görüyorum heralde... Evet evet mutlaka hayâl görüyorum birisi uyandırsın beni...

Tıklanma oranlarına bakıyorum. En kötü tıklanma oranı bir mesaja 50 tık.
Böyle bir meseleyi işlemek yerine yemek tarifi verseydim, sitedeki oranlara göre en az dört kat daha fazla takip edilecektim.

Her mekânın bir rûhu vardır. Bu bakımdan bu sitenin de mutlaka bir inanccı, bir mezhebi, yakın durduğu veyâ kaynaştığı bilinen bir cemâati vardır. İnanın hiç merak etmiyorum. Yazılarımın silinmesi endişesiyle bilmem faydalı olurdu ama merâk etmiyorum. Bu güzel sitenin ismi Molla Câmî... Molla Câmi, Vahdet-i vücûd hayrânı bir mübârek... Muhyiddîn Arabî, Fahreddîn Irâkî, İbnu'l-Fârız, Mevlânâ Celâleddin hazretlerinin eserlerini şerhetmiş. Nakşîbendilik ile Vahdet-i vücûdu sentezlemiş... Ne yazık ki bu sitede de bu mesele yemek tarifi kadar kıymet görmüyor... Bence hiç önemli değil, Allah izin verirse devâm ederim, eğer yazılar silinmezse ve sitenin başına bir mani gelmez ise bu yazıların muhteviyatı eskimez niteliktedir. Arama motorundan erişip okuyanlara faydası olur inşAllah.

Burada anlatmadım heralde, malum tahkir tekfir ve saldırı yapan sitede, ziyâretçi defterinde yazdığım yazılar silindi, deftere girişim engellendi. Bu sitenin süleymaniye vakfına aid olan forumundaki müdafa içerikli yazılarım da silindi... Anladım ki bunların derdi Hakk değil. Tasavvuf karşıtlığı ile toplumda bir yer kapmışlar o mevkinin rantını devşiriyorlar, hesap numaralarıyla bağış bile topluyorlar. Sırf tasavvuf ehlini değil, selefîleri de beğenmiyorlar...

Asıl mesele bu mu? Hayır. Asıl mesele şu: Tasavvuf karşıtlığında kendilerine tahsîs edilen (belki İran'dan destek de alıyorlardır) yere ve elde ettikleri maddî ve ma'nevî ranta karşılık gelen bir de toplumumuzda tasavvuf ehli oldukları iddiâsında sayısız cemâat var. Ey Cemâat,, ya'nî tasavvuf ehli olarak vakıflar kuran binalar diken siyaset yapan ey cemâat,, Allah râzı olsun da, eğer bunları nefsimizden yapmıyorsak,, maddî manevî rantiyeci değilsek, şu evliyâ müdâfasını siz yapın. Adamlar açık seçik tahkir ve tekfîr ediyorlar. Netteki yazılara bakıyorum, sesli sohbetlere bakıyorum. Hiç cevap yok... (Yukarıda bir kardeş, cevap verilmiş dedi sadakat nete girdim biraz inceledim, vahhabîlere klasik cevaplar var. Yazacağım cevaplarda o sitedeki cevapların çok azını kullanabilirim.).

Zannediyorum hazret-i Mevlânâ buyurmuş: Birçok sahte derviş, bir tane gerçek dervişten geçinirlermiş. Sahte de olsanız gerçek de olsanız sizler de Evliyâ müdâfası yapmalısınız değil mi? Şimdi Detay zannedilen asıl probleme geliyoruz. Yapamazlar çünkü, Zamânımızdaki ekser tasavvufçular, vahdet-i vücûdu bilmez, bilakis vahdet-i vücûd karşıtıdırlar. Vahdet-i vücûd karşıtı olunca evliyâyı anlamaları da mümkün değildir. Evliyânın mezhebine karşı olan birisi evliyâyı nasıl savunsun. Ama zâhirde mutasavvıf,, afiyet olsun...


Cemaat ve Düsünceler

MollaCami.Com