Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Osmanlı'da Ramazan Ayı

Osmanlı'da Ramazan Ayı


Osmanlı'da Ramazan bir başka karşılanırdı. Öncelikle Ramazan'ın birinci gününün tahakkuku çok önemli idi. Bunun için hilali görmek şarttı. Her ne kadar takvimler yazsa da Osmanlı bu astronomik tayini hatalı bulurdu. Bu Ramazan hilalini görme meselesi ile İstanbul Kadılığı meşgul olurdu. İstanbul'da güçlük çekmeden hilalin görüldüğü yerler: Beyazıd, Fatih, Süleymaniye, Çarşamba, Cerrahpaşa, Edirnekapı camilerinin minareleri idi. Hilali görenler kadı huzuruna alınırdı. En az iki şahitle tasdiklenen tahakkuk olayından sonra hilali görene para verilirdi. İyice sorgulandıktan ve ispat edildikten sonra bu kişilere itimat edilirdi. Hemen şerriye siciline işlenir kadının onayı ile Süleymaniye camisinin kandilleri yakılırdı. Bu Ramazan´ın başladığı anlamına gelirdi.

Ramazan Tenbihnameleri

Devlet yönetimi, Ramazan başlamadan önce Şaban ayında "Ramazan Tenbihnamesi" adı altında halka yönelik bir dizi emir yayınlardı. Bu Tenbihnamelerde, halkın dini emirlere daha sıkı sarılıp, ibadetle meşgul ve edepli olması istenirdi. İmam ve vaizler camilerde, bekçiler ve tellallar mahallelerde, işletmeciler tarafından da hanlarda devletin Ramazan tenbihleri duyurulurdu. 19. yüzyılın ilk yarısında, Sultan İkinci Mahmud döneminden itibaren Ramazan Tenbihnameleri Osmanlı Devletinin resmi gazetesi olan Takvim-i Vekayi'de ilân edilmeye ve ayrıca broşür olarak bastırılıp, halka dağıtılmaya başlanırdı. Tenbihnamelerde, Ramazanı ilgilendiren düzenlemelerin yanısıra şehir hayatıyla ilgili düzenlemeler de yer alırdı. Güvenlik güçlerine Ramazanda halkın ilân edilen kurallara uyup uymadığına dikkat etmesi ve gereğini yapması emredilir, devlet büyükleri tarafından yapılan tenbihlere uymayanlara ağır cezalar verilirdi. Ramazan gelmeden önce üzerinde titizlikle durulan bir diğer konu da fırsatçıların durumdan istifade ederek yiyecek fiyatlarını artırmalarının engellenmesiydi. Halkın yiyecek sıkıntısı çekmemesi ve fiyatların artmaması için sıkı sıkı önlemler alınırdı. Yiyeceklerin fiyatı, özellikle unlu mamullerin gramajları ve içlerine nelerin konulacağı devlet tarafından ilan edilir ve sıkı sıkı emirlere uyulup uyulmadığı takip edilirdi. Tenbihnamelerde, sokak ortasında bir şey yenilip içilmemesi de üzerinde sıkı sıkı durulan konulardandı. Oruç tutmakla mükellef olmayan hamile kadınlar ile yolcuların da oruç zamanlarında alenen yiyip, içmeleri yasaktı. İkinci Meşrutiyet döneminde, oruç bozmak ceza kanununa suç olarak girdi. Alenen oruç yiyenler, bir aya kadar hapisle cezalandırılıyordu. Ramazanda alenen oruç yiyen ve eğlenenler önce nezarete atılır sonra da adliyeye sevkedilerek yargılanırlardı. 1909 Ramazanında Nafia, yani Bayındırlık Bakanlığı çalışanlarından Midhat ve Ömer isimli iki memur Ramazanda alenen oruç yedikleri için bir hafta hapis yatmışlardı.

Camiler sabaha kadar açık

Osmanlı da Ramazan ayında camiler sabaha kadar açık olurdu insanlar burada itikafa çekilebilirlerdi. Osmanlı dönemi seyyahlarının ilettiğine göre camiler dolar taşardı. Ramazan Ayına has ibadetlerden bir diğeri de camilerde, büyük konaklarda ve bazı evlerde mukabele okunmasıdır. Ay boyunca güzel sesli hafızların okuduğu Kuran-ı Kerim Ramazan Ayı sonuna gelindiğinde hatmedilmiş olurdu. Münâcâtlar dînî musikimizin formlarından olup besteli de okunmaktadır. Ramazan aylarında teravih namazından sonra müezzinler tarafından minarede, çoğunlukla Arapça yazılmış, Allahtan niyaz ifade eden manzum münâcâtlar okunur, dua kapılarından toplu dualarla istifade edilmeye çalışılırdı.

Huzur dersleri

Ramazan ayının ilk gününden başlamak üzere ve toplam sekiz derste sona ermek üzere sarayda padişahın huzurunda "mukarrir" adı verilen zamanın tanınmış âlimleri tarafından verilen derslerin adıdır. Bunlara "Huzur-ı Hümayun Dersleri" de denirdi. Tümüyle tefsirden oluşan bu derslerin kökeninin Osman Gaziye kadar uzandığı ve Osmanlı Devletinin yıkılışına kadar sürdürüldüğü görülmektedir. Dersler saray salonlarından birinde öğle ile ikindi arasında gerçekleştirilirdi. Huzur dersleri son dönemlerde sekiz dersten oluşuyordu ve Ramazanın ilk on gününde tamamlanıyordu. Her ders bir mukarrir ve on beş muhataptan oluşurdu. Dersler genellikle iki saat kadar sürerdi. Mukarrirlerin cüppeleri siyah, muhatapların mavi renkte olurdu. Mukarrir dersini bitirdikten sonra muhataplardan rütbesi en yüksek olandan başlamak üzere kendisine sorular sorulurdu. Bu sorular, konuşulan konuya ilişkin olur ve mukarriri zor duruma düşürecek cinsten, konu dışı sorular olmazdı. Daha sonra mukarririn duâsıyla derslere son verilirdi. Dersler bittikten sonra mukarrirlere bir miktar atiyye (hediye, bahşiş) ile birer bohça verilirdi. Bohçalar mukarrirlerin rütbelerine göre olmayıp, herkese aynı ölçüde verilirdi. Muhataplara ise yalnızca bir miktar atiyye verilirdi. Huzur dersleri padişah huzurunda yapılması sebebiyle "huzur" adını almıştır. Fakat aynı zamanda ikinci anlamı da huzur vermesidir.

Öncelik Ulemanın

Evet saray davetlerine önce ulema sınıfının davet edilmesi çok manidardı. Vezir-i Azam ve rical-i devlet Ramazan'ın 4. gününden itibaren sıra ile ulema, askeri sınıf ve bürokratları saraya iftara davet ederdi. Saraya iftara davet edilenlerin isimleri liste halinde padişaha sunulurdu. Davete ilk gelen ulema sınıfı idi. Daha sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerleri ve Nakibü-l Eşraf tarafından (Osmanlıda peygamber soyundan gelenlerin kaydını tutan kişinin adı idi, İstanbulda otururdu, vilayetlerde temsilcileri vardı.) belirlenen peygamber soyundan gelenler saraya gelirdi. İftarlar ve saraydan ayrılış törenle olurdu. Ramazan'ın 24. günü sarayda padişaha hizmet eden kahya, bostancı başı ve kapıcılara verilen davetle iftar davetleri sona ererdi. Padişahlar iftarlarını genelde sarayda yapar askeri sınıfı da davet ederlerdi. Özellikle ll. Abdülhamit, Yıldız Sarayında askerlere bir çok davet vermiştir. Ramazan´da en çok masrafı sadrazam yapardı. Kanuni, ll. Selim ve lll. Murat dönemi sadrazamlık yapan Sokullu Mehmet Paşa zamanında iftar masrafları altından kalkılamayacak hal aldı.

Baklava Alayı

17. yüzyılın sonlarında veya 18. yüzyılın başlarında "Baklava Alayı Geleneği" ortaya çıkmıştır. Ramazan ayının ortasında, padişahın askere iltifatı olarak, Saraydan Yeniçeri Ocağına baklava giderdi. Her on askere bir sini baklava hazırlanır ve Saray mutfağı önünde dizilirdi. Silahtar Ağa, bir numaralı yeniçeri olan padişah adına ilk siniyi teslim aldıktan sonra, diğer sinilerin her birini ikişer asker nizamî olarak yüklenirdi. Her bölüğün âmirleri önde, baklava sinilerini taşıyanlar arkada, açılan kapılardan dışarı çıkarak kışlalara doğru yürüyüşe geçerlerdi. Baklavayı Osmanlı saltanatının bir sembolü haline getiren bu gelenek, Yeniçeri Ocağı ile birlikte tarihe karıştı.

Padişahın Halka Karışması

Padişahlar halkın durumunu görmek için ve sohbetlerine katılmak için kıyafet değiştirip hak arasına katılırlardı. Özellikle 1. Abdülhamit bunu sık sık tekrarlardı. Genelde ulema kılığına girerdi. Sabah namazında dışarı çıkar ikindi namazına kadar halkın temel ihtiyacı olan et, süt, yumurta fiyatlarını kontrol ederdi. Bazen de iftara bir haneye konuk olur teravih namazlarını da halkla Eyüp, Ayasofya, Tophane, Valide Sultan camilerinde kılardı. Osmanlı döneminde yine bir çok zengin kıyafet değiştirip esnaflar arsında gezer esnaflardan borç defterlerini (Zimem Defteri) çıkarılmasını isterlerdi. Ve borcu olan insanların borcunu sildirip Allah kabul etsin der çıkarlardı. Ve insanlar borçlarının kim tarafından silindiğini bile bilmezlerdi.

Hırka-i Saadet Ve Devletin Zirvesi

Yavuz Sultan Selimle Topkapı Sarayında bir gelenek başlamıştı. Ramazan'ın 15. günü Hz. Muhammed'in Hırka-i şerifi 15 tane Hassa Ağası tarafından Revan Köşküne alınırdı. Gül kokuları ile yıkanmış odayı başta Padişah olmak üzere Sadrazam, ve rical-i devlet ziyaret ederdi. Tüm Yeniçeriler, Yeniçeri ağaları, Sadrazamlar, Şeyhül-İslam Topkapı Sarayı'nın Babüs-saade kapısı önünde toplanır Ayasofya Cami'ine öğle namazına giderlerdi. Namazdan sonra topluca Hırka-i Saadet dairesine girilirdi. Bu esnada Kuran okunurdu. Padişah altın muhafazalara alınmış sandukaları açarak Hırka-i Şerifi çıkarır ve öperdi daha sonra sadrazamlar ve bazı devlet adamları Hırkayı öperler şefaat duası ederlerdi. Bu gelenek yüzyıllarca devam etmişti hatta meşrutiyet döneminde bile uygulanıyordu. Topkapı Sarayının kutsal emanetler bölümünde güzel sesli hafızlar 24 saat Kuran okurdu. (şimdi hala bu gelenek devam etmektedir.) Padişah Ayasofya Cami'ini ziyaret eder teravih namazını kılardı.

Manevi Bir Renk "Mahya"

İlk kez 1. Ahmet Döneminde Sultan Ahmet Camisine asılan "mahya" insanlar üzerinde derin etkiler uyandırdığından tüm İstanbul ve Osmanlı camilerine yayılmıştı. Fatih Camii imamının keşfettiği mahyayı 1. Ahmet'e teklif ettiği rivayet edilmektedir. Mahya, cami minarelerinin arasına asılan ışıklı yazılardı ve Farsça aylık anlamına gelen "Mahiye" sözcüğünden türemiştir. Süleymaniye, Yeni Camii, Valide Sultan derken tüm camilere asılmaya başlandı. İstanbulda Mahyacılık gözde bir meslek haline gelmişti. Hatta mahya asma tutkusu bazı ilginçliklere sahne olmuştu. Fatih döneminden kalma Eyüp Camisinin minareleri kısa olduğundan minareler yıkılmış üzerine 2 şerefe daha eklenmiş ve mahya asılmıştı. Tek minaresi olan camilere sırf mahya takabilmek için birere minare daha yapılmıştı. Mahya yazıları genelde dini içerikli olurdu. Genellikle "Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan" idi. Ayrıca Fetih Suresinin ilk ayetleri de yazılırdı. Balkan savaşları döneminde ise "Hilal-i Ahmeri Unutma" ve "Vatanı Sevmek İmandandır" yazıları asılmıştı. Ramazan bittiğinde ise "El- Firak" ve "Elveda" yazıları asılırdı.

Yazı için Allah Razı Olsun Kaynak yazabilir misiniz başka yerde paylaşmak istiyorum da :)

Osmanlı’da Ramazan Ayı | Murat Kenet

Kaynak burası :) Ama yazar da bunları mutlaka bir yerlerden alıntılamıştır. Kendisi kaynak vermemiş.

Osmanlılar zamanında Ramazan
günlerinde tebdil-i kıyâfet ile, pek çok
zengin, hiç tanımadıkları
mıntıkalardaki bakkal, manav
dükkânlarına gider, onlardan Zimem
defterini (veresiye defteri)
çıkarmalarını isterlerdi.
Baştan, sondan ve ortadan rastgele
sahifelerin toplamını yaptırıp,
miktarını ödedikten sonra: “Bu
borçları silin! Allah kabul etsin!” der,
kendilerini tanıtmadan çeker
giderlerdi.
Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim
olduğunu; borcu sildiren, borçtan kimi
kurtardığını bilmezdi…
Gizli verilen nâfile sadakanın, açıktan
verilen nâfile sadakadan yetmiş kat
dahâ sevâp olduğunu bilen zevât,
yardımlarını mümkün olduğunca
gizliden yapmaya gayret ederdi.
Ecdadımız sağ ile verdiğini, sol
elinden bile gizler, yaptıkları iyilikleri
unutur giderlerdi.


Bu yazıyı gördüm ve çok hoşuma gitti...

Ecdadımız işte :) Muhteşem bir uygulama.

Ecdadımız işte :) Muhteşem bir uygulama.


evet :) ahhh nerde o uygulamalar...tam tersi var artık . Bir yardım yapıyorlar tüm camiaya duyuruyorlar. İnsan gözüne sokuyorlar. Gösterişten ibaret hep...


Hayatın İçinden İslam

MollaCami.Com