Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Tasavvufi Kıssalar

(1.Kıssa) Üveysi İrşad:Bir mürşid-i kamil vefat ettikten sonra da istediği bir kimseyi irşad edebilir. Kendi ruhaniyetinden medet dileyen birine yardımlarda bulunur ve onu manen terbiye eder. Silsile-i Sadat-ı Nakşibendiyye içinde büyüklerin kabirlerine giderek irşad olmuş, nice manevi derece ve makamlar elde etmiş zatlar mevcuttur.

Bunların en meşhuru Ebulhasen Harkani Hazretleridir ki, tam 12 sene Ebu Tayfurul Bestami Hazretlerinin kabri sadetlerine devam ederek onun ruhaniyetinden velilik hırkasını giymiş ve pek çok manevi bereketlerin sahibi olmuştur.

Bu hadise tasavvuf kitaplarında aynen şöyle anlatılır:

Bayezid-i Bestami Hazretleri, her sene bir defa, Dıhistan’da şehitlerin kabirlerinin bulunduğu Kumtepeyi ziyarete giderdi. Harkan’dan geçerken durur ve havayı koklardı. Talebeleri kendisine;

-“Efendim, sizin bu şekilde havayı koklamanızdaki hikmet nedir? Biz herhangi bir şeyin kokusunu duymuyoruz.” diye sorduklarında, buyurdu ki;

- “Evet öyledir. Fakat bu kasabadan öyle birinin kokusu geliyor ki, onun adı Ali, künyesi Ebul Hasen’dir. O, zamanın kutbu olacaktır.”
Ebul Hasen Harkani (k.s.) Hazretleri Cenab-ı Bayezid’i manada gördüğünü ve irşada mahzar olduğunu söylemiştir.
Oniki sene Harkan’dan Betam’a hocasının kabrini ziyaret için gitti. Bu ziyarete giderken, yolda Kur’an-ı Kerim’i hatm ederdi. Her gittiğinde ziyaretle ilgili vazifelerini yaptıktan sonra ;

-“Ya Rabbi! Batezid’e ihsan ettiğin, ilmi ledün’den (sana ait ilimlerden) büyüklüğünün hakkı için, Ebü’l-Hasen kuluna da ihsan eyle!” diye yalvarırdı. Geri dönerken hiçbir zaman Hazreti Bayezid’in türbesine arkasını dönmezdi.

Oniki sene sonra, Allahü Teala’nın lütfu ile Bayezid’in ruhaniyetinden istifade edip olgunlaştı. Allahü Teala’yı tanıtan kalb ilimlerinde ve diğer ilimlerde talebe yetiştirmeye başladı.
Şah Nakşibend Hazretleri de kendinden evvel geçen evliyanın büyüklerinin kabirlerini birer birer ziyaret ederek ne gibi üstün hallere kavuştuğunu ifade etmiştir.
İşte bu şekilde, cismen değil de manen terbiye olma haline tasavvufta “Üveysi” olarak irşad olma hali denir. Bu hal, ilk defa Veysel Karani Hazretlerine vaki olmuştur. Resülüllah Efendimizi bizzat görmemiş ancak, ruhaniyetinden istifade ederek irşad olmuştur.

(2.Kıssa) Büyükleri anlamak ve kutb-i irşad:
Başta Rasülüllah (s.a.v) olmak üzere, manevi büyüklerin dereceleri hakkında söz söylemek, onların üstünlüklerini anlamak çok zordur.Çünkü onların manevi halleri söze ve yazıya sığmaz.Onları az da olsa anlayabilmek için, onlara tabii olma ve onların sohbetlerine iyi niyetiyle devam etmek şarttır.Onlar madde ve mekanla alakası olmayan bir alemin habercisidirler.Anlattıkları, söz kalıplarıyla tam ifade edilemediği gibi kendilerinden de kelime diziyle bir şeyler anlatmak kolay değildir.

Nitekim İmam-ı Rabbani (k.s.) Hazretleri bu büyük zatlardan asırlar içinde ancak bir tane gelen kutbu irşat hakkında buyuruyorlar ki:

“…Kutbu irşad çok az bulunur.Asırlardan çok zaman uzun sonra böyle bir cevher dünyaya gelir.Kararmış olan alem onun gelmesiyle aydınlanır.Onun irşadının ve hidayetinin nurları bütün dünyaya yayılır.Yer küresinin ortasından ta arşa kadar herkese; rüşd hidayet iman ve marifet onun yoluyla gelir.Herkes ondan feyz alır.Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.Onun hidayetinin nurları bir okyanus gibi bütün dünyayı sarmıştır.

O derya sanki buz tutmuştur.Hiç dalgalanmaz.(YANİ ŞÖHRETTEN UZAK OLUP, ONU HERKES TANIYAMAZ).O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse, yahut o, kimi sever ve onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır.Bu yoldan sevgisi ve ihlasına göre, o deryadan kalbi feyz alır.BİR KİMSE AllahÜ TEALAYI ZİKREDER VE BU ZATI HİÇ DÜŞÜNMEZ VE TANIMAZSA BİLE, YİNE ONDAN FEYZ ALIR
(Mektubat-ı Şerife 1/260)

Peygamberimiz a.s. ve onun varisleri Allahü Teala ve kulları arasında bir berzah mesabesindedirler.Allahü Tealanın kendilerine bahşetmiş olduğu ilahi nur ve feyz denizinde boğulmuş haldedirler.Nur denizinde yüzerler.Cismani yüzleriyle,Allahın kullarıyla meşgul olurken, manevi yüzleriyle de Allahü Tealaya bağlıdırlar.Zahirleri halk ,ile batinleri Hak iledir.Bu sebeple bu zatlara biat,Allahü Tealaya biat, onlara bağlanmak Allahü Tealaya bağlanmaktır.Onların yüzüne bakınca Allah-ü Teala hatırlanır.

RAHMAN RAZİ OLSUN

(3.Kıssa) Kutb-i irşad ve kutb-i medar kime denir?

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Kutb-i ebdal [Kutb-i medar], âlemde, dünyada her şeyin var olmasına ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine, vasıta olan zattır. Her şeyin yaratılması, rızıkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i ebdalin feyzleriyle olur.

Kutb-i irşad ise, âlemin irşadı ve hidayeti için, feyzlerin gelmesine vasıta olur. İman etmek, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmek, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Kutb-i irşadla, bütün insanlara iman ve hidayet gelmektedir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalalet, kötülük haline döner. Şeker hastasına verilen tatlıların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer.

Her zaman, kutb-i ebdal bulunur; çünkü âlem, onunla nizam bulur. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir.

Kutb-i irşad ise, çok az bulunur. Asırlar sonra, böyle bir cevher gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesiyle aydınlanır. Onun irşadının nurları, bütün dünyaya yayılır. Yerden Arş’a kadar, herkese rüşd, hidayet, iman ve marifet, Onun yoluyla gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu nimete kavuşamaz.

O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse, onu düşünürse yahut o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini isterse, o kimsenin kalbinde, sanki bir pencere açılır. Sevgisi ve ihlâsına göre, o deryadan kalbi feyz alır.

Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikrederse ve bu zatı hiç düşünmezse, mesela onu tanımazsa, yine ondan feyz alır; fakat birinci feyz daha fazla olur. Bir kimse, o büyük zatı inkâr eder, beğenmezse yahut o büyük zat, bu kimseye incinmişse, bu kimse, Allahü teâlâyı zikretse de, rüşd ve hidayete kavuşamaz.

Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, feyz yolunu kapatır. O zat bu kimsenin zararını istemese de, hidayete kavuşamaz. Rüşd ve hidayet, var görünürse de yoktur. Faydası çok azdır. O zata inanan ve sevenler, onu düşünmeseler de ve Allahü teâlâyı zikretmeseler de, yalnız sevdikleri için, rüşd ve hidayet nuruna kavuşurlar. (Mektubat-ı Rabbani 1/260)

Kutb-i irşad denilen Ehl-i sünnet âlimi, her zaman ve her yerde bulunmaz. Her köşedeki cahil tarikatçıları, şeyh sanmamalı, tuzaklarına düşerek sonsuz saadetten mahrum kalmamalıdır.

(4.Kıssa) Gavs ve kutub ne demektir?

Gavs, kelime olarak yardım eden demektir. Evliya arasında, kullara yardımla görevli olan zattır. Allahü teâlânın izniyle insanların imdadına yetişmesi sebebiyle gavs denmiştir.

İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Gavs, kutb-i medardan üstündür. Kutb-i medar, birçok işlerinde, ondan yardım bekler. Ebdal denilen makamlara getirilecek Evliyayı seçmekte bunun rolü vardır. (1/256)

Kutub, işlerin görülmesine veya insanların doğru yolu bulmasına vasıta kılınan büyük zattır. Dünya işleri ve madde âlemindeki olaylarla alâkalı olana, kutb-i medar veya kutb-i aktab [kutublar kutbu], din ve irşad işiyle görevli olana kutb-i irşad denir. Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:

Kutb-i ebdal yani kutb-i medar, âlemde, dünyada her şeyin var olması ve varlıkta durabilmesi için feyz gelmesine vasıta olur. Kutb-i irşad, âlemin irşadı ve hidayeti için feyzlerin gelmesine vasıta olur. Her şeyin yaratılması, rızkların gönderilmesi, dertlerin, belaların giderilmesi, hastaların iyi olması, bedenlerin afiyette olması, kutb-i medarın feyzleriyle olur.

İman sahibi olmak, hidayete kavuşmak, ibadet yapabilmek, günahlara tevbe etmekse, kutb-i irşadın feyzleriyle olur. Her zamanda, her asırda kutb-i ebdalin bulunması lazımdır. Hiçbir zaman, bunsuz olamaz; çünkü âlem bununla nizam bulur. Bunlardan biri ölünce, bunun yerine başkası tayin edilir; fakat kutb-i irşadın her zaman bulunması lazım değildir. Öyle zamanlar olur ki, âlem imandan ve hidayetten büsbütün mahrum kalır.

Resulullah efendimiz, o zamanın kutb-i irşadı idi. O zamanın kutb-i ebdali de, Hazret-i Ömer ve Veysel-i Karni hazretleriydi. Kutb-i irşadla, bütün insanlara iman ve hidayet gelir. Kalbi bozuk olanlara gelen feyzler, dalalet, kötülük haline döner. Şeker hastasına verilen kıymetli gıdaların, onun kanında zehir haline dönmesine benzer. Yahut safrası bozuk olana, tatlının acı gelmesine benzer. (Mearif-i ledüniye)

(5.Kıssa) Kutbul İrşad Ve Tasarruf

Bir işin merkezinde bulunup onu idare edene “o işin kutbu, yani idarecisi” denir. Bir memleketin işlerini yürüten kimse, o işlerin kutbudur. Bir müctehid, fetva işlerinin kutbudur. Bir kâmil mürşid de irşad ve terbiye işlerinin kutbudur. Onun için, kendisine tasavvuf dilinde “kutbu’l-irşad” denir.

Kutub ifadesi bir sıfattır; irşadla görevli ve bu işe ehliyetli kâmil insanlar için kullanılan bir ünvandır. Kur’an-ı Hakim’de ve Sünnet’te zikredilen halife, imam ve ulü’l-emr tabirleri, irşad kutbunu da içine alır.

İrşad kutbu olan zat, Hz. Rasulullah (A.S.) Efendimizin gerçek vârisidir. O’nun ilmine, edebine, ruhları nur ile temizleme işine, kalpleri Allah’a çevirme mesleğine, nefisleri terbiye etme ve hayata denge verme sanatına vâristir. Bu velayet ve yetki ona halk tarafından değil, Cenab-ı Hak tarafından verilmiştir.

Vazife büyük olunca, yetki ve destek de büyük olmaktadır. İrşad ve terbiyenin asıl sahibi Allahu Tealâ’dır; hidayet Onun elindedir; ancak Allahu Tealâ beşeri planda bu işi kulları arasından seçtiği kimselere yaptırmaktadır. Bu kulların başında Peygamberler gelmektedir. Peygamber olmadığı zaman bu işi onun halifeleri, vâris ve vekilleri yürütmektedir.

(6.Kıssa) İrşad Kutbunun Özellikleri

İrşad kutbu, Allah’ın huzurunda kabul görmüş mukarrebûn makamında bir muttaki zattır; edeb ve takva madenidir. Hayırlarda en öndedir. Muttakilerin imamıdır; İlahi huzurda insanlığı temsil eder. Naz makamındadır. Büyük arif İmam Rabbani (K.S.) irşad kutbunu şöyle tanıtır:

“İrşad kutbu olan velinin varlığı alem ve insanlık için bulunmaz bir devlettir. O, uzun zamanlardan sonra zuhur etse de, bir ganimettir. Onunla alem aydınlanır, kalpler nurlanır. Onun nazarı, manevi kalp hastalıklarına şifadır. Onun bir kalbe teveccühü, ondaki düşük ve rezil huyları temizleyip atar. Bu öyle bir zattır ki, velayet mertebelerinin en yükseğine ulaşmıştır.

Allah tarafından seçilmiş ve sevilmiştir. Buna mahbubiyet makamı denir. O makamın bütün kabiliyet ve yetkisi ona verilmiştir. Bu zat, velayet mertebelerinin kemalâtını bünyesinde toplamıştır. Allah’a davet makamlarının tamamını elde etmiştir. Özetle, ‘kendisinde bütün güzellikler toplanmış‘ sözü onun hakkında ne kadar doğrudur.

Bu irşad kutbu, kalbiyle bir kimseye yöneldiğinde, o kimsenin kalbi açılır; ilahi sevgiyle dolar. Veya bir kimse sevgiyle ona yönelse, ameli ve zikri az da olsa, onun feyzinden istifade eder, imanın tadını tadar.” (Mektubat)

(7.Kıssa) Velinin Yetkisi ve Sınırları

Velayet mertebesinin zirvesinde peygamberler bulunmaktadır. Allahu Tealâ’nın izni ve desteği olmadan hiçbir peygamber mucize gösteremez, ayet getiremez; istediğini hidayete çekemez; kalbi temizleyemez.

Bu hakikat Kur’an-ı Hakim’de açıkça belirtilmiştir. (Ra’d/38, Kasas/56, Nur/21) Ancak ilahi izin ve destek gelince peygamberler ölüleri diriltmiş, körlerin gözünü açmış, bir nefesle hastaları iyileştirmiş, hayvanlarla konuşmuş, cinleri emrinde çalıştırmış, bulutları istediği yere sevketmiş, denizi yol gibi kullanmış, parmakları arasından su fışkırtmış ve daha nice harikaları gerçekleştirmiştir.

Bütün mucizeler, peygamberlerin insan, eşya ve kainat üzerindeki tasarruflarıdır. Bunların bir kısmı, derecelerine göre peygamber vârisi olan kâmil insanlarda da zuhur eder. Ancak bunun ölçüsü vardır, onu bilmek gerekir. Aksi halde veliler hakkındaki yanlış itikadlar yüzünden şirke düşülür.

Bazıları, kutub ve gavs olarak bilinen velilerin kainatı idare ettiğini, bütün insanlardan ve alemden haberdar olduğunu, istediğini yapma yetkisinin bulunduğunu düşünür ve söylerler. Bu fikir yanlıştır; tevbe edilmezse şirke ve küfre girme tehlikesi vardır.

İrşadla görevli bir velinin işi, Allah’ın izniyle ölü kalpleri nur ve ilahi sevgi ile diriltmek, kulu Yüce Rabbine sevketmektir.

Velinin bütün tasarrufu ilahi kadere bağlı olarak gerçekleşir ve hepsi ilahi izinle olur. Veli, sonuç almak için sebepleri kullanır. Himmetini hayırlara yöneltir, her işinde Allah’ın rızasını arar. Nazı, niyazı, dua ve avazı Hak içindir. Allahu Tealâ’nın kendisine ikram ettiği feyz, nur, keşif, keramet, marifet, feraset ve duasına icabet nimetlerini ilahi irade ve rızaya uygun kullanır. Kul olduğunu unutmaz; haddini bilir, yetkisini aşmaz. Yüce Rabbine karşı boynu bükük, gönlü yanık, kalbi uyanık bir vaziyette, hep O’nun emrini ve desteğini bekler. Elinde hangi güzel hal zuhur etse kendisinden bilmez, kibir yapmaz, övünmez.

Makamı ne olursa olsun, veli her şeyi bilmez; bilmesi de gerekmez. Veli, Allahu Tealâ’nın kendisine bildirdiklerini ve hak yolunda lazım olanı bilir. Veli, Allah’ın şahididir; O’nu tanır, O’nu tanıtır. Kalbin ve nefsin terbiyesinde ustadır.

İrşad kutbu olan veli, bütün himmet ve gücünü dinin yayılması ve insanların ıslahı için kullanır. Eşyayı ıslah etmek, dünya işlerini düzene sokmak, güzel geçim yolları aramak, teknik gelişmeleri takip etmek velinin birinci işi değildir. O, bunları ehline havale eder.

Bazı insanlar, baş ve bel ağrısına varana kadar her türlü derdini velinin himmet ve tasarrufu ile dindirmek ister; doktor yerine veliye gider. Kimileri, insanların cehalet, zulüm, tembellik ve ihanetleri yüzünden bozulan cemiyet hayatının, mürşidlerin bir tasarrufu ile düzelmesini ve zalimlerin başının ezilmesini bekler. Halbuki veliler, fıtrat kanunlarına uymayı takvanın bir gereği görürler; hikmete tabi olur, hakkı gözetirler.

(8.Kıssa) Müceddidiyye Yolu Ve Kurucusu

Doğu Pencap'taki Sirhind'de doğan Ahmed Fârukî (o.1034/1624), ilâhî marifete sahip âlim bir zat olduğu için İmam-ı Rabbânî' sıfatıyla anılmıştır Hz. Ömer'in soyundan geldiği ıçin de Fârukî nisbesiy!e yâd edilmektedir. Delhi'de Ahrâriyye koluna mensup Nakşibendî şeyhi Muhammed Bâkî Billah'nin (ö. 1012/1603) halifesi ve 'Müceddiyye' kolunun da kurucusudur. "Allah her asrın başında bu ümmete dinini ihya eden bir (müceddid) gönderir" (Ebû Dâvud) hadis-i şerifi gereği kendisine 'müceddid' sıfatı verilmiştir. Ancak yüzyılın müceddidi ile bin yılm müceddidi arasında yüz ile bin arasındaki fark kadar fark vardır. O, hicrî ikinci bin yılın müceddidi sayılmış ve bu yüzden kendisine 'muceddid-i elf-i sâni' denilmiştir.

Onun bu unvanı sadece sûfîler tarafından değil, sûfî olmayan âlimler tarafından da büyük bir çoğunlukbı kabul edilmiştir.

İmam-ı Rabbânî, Hindistan'da İslâm'ı yıkmak. Hinduizmle İslâm'ın karışımından yeni bir din icat etmek isteyen Hükümdar Ekber Şah ve onun akıl hocası Ebü'l-Fazl gibi düşünenlere karşı büyük mücadeleler vermiştir. Ekber Şah'ın oğlu Cihangir Şah'a secde etmediği için bir yıl zindanda yatan İmam-ı Rabbânî, sonunda mücadeleyi kazanmış ve başta Cihangir Şah olmak üzere Hint Müslümanlarının neredeyse tamamen yıkılan inanç ve yasayışlarını ıslah etmeye muvaffak olmuştu. Bid'atleri ortadan kaldırarak Kur'an ve sünnete dayalı Ehl-i Sünnet itikadını yeniden ihya etmişti.

Geçirdiği büyük manevî tecrübeler ve ulaştığı yüksek tasavvufî makamlar sayesinde vahdet-i vücut meselesinin hakikatine vakıf olduğunu belirten İmam-ı Rabbânî, bu meseleye de ışık tutarak, vahdet-i vücud yerine vahdet-i şuhüd düşüncesini ileri sürdü. Buna göre, sûfî tevhid makamlanndan yüksek bir makama çıktıgı zaman Hakk'tan başka bir varlığı algılayamaz. Yani Hakk namına halkı, Allah namına sair varlığı inkâr eder. Fakat bu makamdan daha yukarıya çıkabilenler; gerçeği, yani yaratıcı olan tek Allah ile yaratılmışlardan ibaret olan diğer varlıkları kavrayarak iki ayrı varlık olduğunu anlar.

Dolayısıyla vahdet-i vücut, tevhid makamlarından aşılması, daha yükseğine çıkılması gereken bir makamdır. İşte bu düşüncede okn Imam-ı Rabbânî, Muhyiddin İbnü'l-Arabî'yi büyük bir velî olarak görmekle birlikte onun düşünceleririni eleştirmiş, vahdet-i vücut ve bu düşünce altmda işlenen bütün konuları İslâm âlimlerinin kolayca kabul edebileceği bir çizgiye getirmiştir. Onun döneminden sonra

Nakşibendiyye Tarikatı'ndi vahdet-ı vücud düşüncesinin tesiri bitmitir.

İmam-ı Rabbânî, şeriatın bir kabuk değil öz olduğunu, onun başka bir şeye ihtiyaç bırakmadığını söylemiş, hakiki müçtehid âlimlerin ortaya koyduğu Ehl-i Sünnet akidesine -kıl kadar bile olsa- ters düşen bir tarikat anlayışını reddetmiştir.

Genel tecdid hareketinden başka Nakşibendiy-ye Tarikatı'nda da ihya ve tecditte bulunmuş, bu tarikatın Kur'an ve Sünnete sıkıca bağlı ve son derece erdirici bir tarikat olma vasfını "Mektûbât" adlı eserinde büyük bir maharetle anlatmıştır. Gerek kendisinin gerekse oğlu Muhammed Masum ve diger halifelerinin gayretleriyle Nakşibendiyye'nin Müceddidiyye kolu, batıda Mekke-Medine'ye, Suriye'ye, Osmanlı topraklarına ve kuzeyde Maveraünnehir'e kadar yayılmıştır.

(9.Kıssa) Müceddid Ne Demektir?

İslâm dînini kuvvetlendiren, bid'atleri yâni İslâm dinine sokulmak istenen reformları, hurâfeleri söküp atan ve sünnetleri ortaya çıkaran âlimlerdir. Sünen-i Ebî Dâvûd'da zikredilen bir hadîs-i şerîfte; "Her yüz senede bir müceddid zâhir olur (ortaya çıkar).

Ümmetimin işlerini yeniler." buyrulmuştur. İmâm-ı Rabbânî Ahmed Fârûkî Serhendî'nin beyânına göre; "Bu ümmet, ümmetlerin en iyisi olduğu ve bu ümmetin Peygamberi, peygamberlerin sonuncusu olduğu için, bunların âlimlerine, İsrâiloğullarının peygamberlerinin mertebesi verilmiştir. Peygamberlerin vazîfeleri, bu âlimlere yaptırılmaktadır.

Bunun için, her yüz sene başında, bu ümmetin âlimleri arasından bir müceddîd seçilir. Hele bin sene geçince, geçmiş ümmetlerde bir ülülazm Nebi (veya resûl) gönderildiği ve onun işi bir nebîye (her yüz senede bir gönderilen peygambere) bırakılmadığı gibi, bu ümmette de, tam bilgili bir âlim seçilir. Bu zât, geçmiş ümmetlerdeki ülülazm peygamberlerin işini yapar."

Mîr Hüsâmeddîn demiştir ki: "Rüyâmda Rasûlullah efendimizi gördüm. Bir minber (câmilerde hutbe okunan yer) üzerinde, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini medh ederek (överek) şöyle buyurdu: "Ümmetim içinde onunla iftihâr ediyorum (övünüyorum). Allah onu, ümmetim arasında müceddîd kıldı."

Müceddîd-i elf-i sânî, hicrî ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî hazretleri için kullanılan bir tâbirdir. Muhammed Hâşim-i Keşmî'nin ifâde ettiğine göre, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine ilk defâ, müceddîd-i elf-i sânî ismini veren, zamânının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyâlkûtî'dir.

Abdullah-ı Dehlevî demiştir ki: "Sultanlar içinde Ömer bin Abdülazîz, din bilgilerinde İmâm-ı Şâfiî, tasavvufta (bir müslümanın İslâm ahlâkı ile ahlâklanması için lâzım olan bilgileri ve yolları öğreten ilimde) Mârûf-i Kerhî, esrâr (sırlar, gizli şeyler) bilgilerinde İmâm Muhammed Gazâlî, feyz vermekte ve kerâmetler göstermekte Abdülkâdir-i Geylânî, hadîs ilminde Celâlüddîn-i Süyûtî, tarîkat, hakîkat ve akâid (yâni inançla ilgili bilgilerin) inceliklerini açıklamakta ve kalplere akıtmakta İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî Ahmed Fârûkî Serhendî, müceddîd idiler. Hepsi de, İslâmiyet'in yayılmasına, kuvvetlenmesine hizmet etmişlerdir.

Şah-ı Dehlevî, İmâm-ı Rabbânî'yi şöyle tanıtmaktadır: "İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i elf-i sânî, derin âlim, büyük velîydi. Müctehid yâni Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerden hüküm çıkaran bir âlimdi. İslâm âlimlerinin gözbebeğidir. Âlimlerin önderi, velîlerin baş tâcıydı. Rasûlullah efendimizin güzel ahlâkını açıklayan bir deryâdır. İmâm-ı Rabbânî'yi sevenler, mümin ve müttekî olanlar yâni haramlardan kaçanlardır. Sevmeyenler münâfıklar, yâni içi dışı başka, iki yüzlü olanlardır. İslâm memleketleri, hazret-i Müceddîd'in feyz ve nûrları ile doldu. İnsanda bulunacak her üstünlüğü, Allah, İmâm-ı Rabbânî müceddîd-i elf-i sânî hazretlerine vermiştir. Vermediği yalnız peygamberlik makâmı kalmıştır."

(10.Kıssa) Müceddidiyye Yolunun Mensupları:

----Piri-------------------Ismi-------

Siddiki Ekber -------------Siddikiyye
Ebu Yezidi Bestami -------Tayfuriyye
Hace Abdulhalik ----------Haceganiyye
Sah-i Naksibend --- ------Naksibendiyye
Ubeydullah Ahrar ---------Ahrariyye
Imam-i Rabbani ----------Müceddidiyye
(Halidiyyelere göre ilaveten)
Halid-i Bagdadi ----------Halidiyye

(11.Kıssa) Kutub ve Kutublar İle İlgli Malumat:

Veliliin en üst derecesindeki zatlara"kutub" denir. Kutublar, her devirde bir veye iki, en fazla üç kişi olur. Bunlara; üçler denir; Kutbü'l aktab, Gavsü'l âzam, Kutbü'l ûlâ diye isimlendirilirler. Üçlerin en yüksek decede olanı Kutbü'l-aktab'tır.Kutbü'l-aktab, kutubların kutbu demektir. Bu zât, Peygamber Efendimizin tam varisidir.

Velayet derecelerinin en yüksek makamına çıkmış bu zatlara, Mürşid-i kamil, insan-ı kâmil, Şeyh veya vâris-i Resül ismi verilir. Bu zatlar, Resülüllahın manevi vücudundan aldıkları Allah'ın nurlarını kendi mânevi vücutları vasıtasıyla, isteyen insanların mânevi vücutlarına dağıtırlar. Yaşadıkları devrin insanlarını irşad ederler.

(12.Kıssa) Bir zatın Mürşid-i Kamili, Mükemmili Ekmel olduğunu alameti üçtür.

1- Müceddit olması yani İslam’a karışan bidatları temizlemesi ve unutulan sünnetleri ihya etmesi.
2- Sureten sireten Peygamber Efendimize benzemesi.
3- Bir kişi kendisine intisab ettiği zaman nur-u ilahinin geldiğini anlaması ve kendisinde bir değişiklik meydana gelmesi.

(13.Kıssa) Tasavvufta iki silsile mevcuttur:

Bu büyük veliler, Kur'ân-ı Kerimde Neml sûresinde anlatılan, Yemen'den Kudüs'e, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda Belkıs'ın sarayını getiren Süleyman aleyhisselamın veziri (Asaf bin Berhaya) gibi büyük salâhiyet ve tasarruflara sahiptirler.

Sahabe-i Kiram bu hususta en öndedir. Bu yüksek hallerin sahibi Allah dostları Sahâbe-i Kiram'dan sonra da devam etmiştir. Hatta, birbirlerine bağlı zincir halkaları gibi bir silsile halinde, biri diğerine vazifesini devrederek günümüze kadar gelmişlerdir.

Tasavvufta iki silsile mevcuttur. Biri, Zikr-i Hafi = Gizli Zikir Silsilesi, diğeri Zikr-i Cehri = Açık Zikir Silsilesi.
Gizli zikir silsilesi Hazreti Ebubekir Efendimize dayanır. Açık zikir silsilesi de Hazreti Ali Efendimize dayanır. Tasavvuf erbabı her fert, mutlaka bu iki silsileden birine bağlanır.Bütün tarikatlar=yollar, bu iki ana koldan gelmişlerdir. Daha sonraları bu iki kol,

1. Nakşi Silsilesi
2.Kaadiri Silsilesi diye anılmıştır.

Bu silsilere Silsil-i Zeheb (Altun Silsile), Silsile-i Kibrîti Ahmer isimleride verilmiştir.

Altun Silsil'yi teşkil eden zevat-ı kiram'ın adedi 33'dür. bu sırlardan bir sırdır.

(14.Kıssa) Ledünni İlim Ne Demektir?

İlm-i ledün veya ledünnî ilim, Allah ile ilgili bilgi ve sırlara ait ilim, gayb ve mârifet ilmidir. Allah, âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki: "Orada, kendi indimizden bir rahmet (vahiy ve nübüvvet veya uzun ömür) verdiğimiz ve ona ledünnî ilmi öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır'ı) buldular." (Kehf sûresi: 65)

Hem Sa'lebî'nin hem de İmâm-ı Rabbânî'nin ifâde ettikleri gibi, Hızır aleyhisselâm, güzel ahlâk sâhibi, cömert ve insanlara karşı çok şefkatliydi. Allah'ın izni ile kerâmet ehli olup, kimyâ ilmini bilirdi. Hak teâlânın bildirmesiyle ledünnî ilim verilmişti. Muhammed Pârisâ; "İlm-i ledünnî verilmesinde Hızır aleyhisselâmın rûhâniyeti vâsıta olmaktadır." buyurmuştur.

Senâullah-ı Dehlevî bu ilim hakkında şöyle demektedir: "Ledünnî ilim, çalışmak ve gayretle ele geçmez. İhsân edilen kimselere mahsûstur. Umûma şâmil değildir. Peygamberlere verilen ilimler ve vahyedilen şeyler ise, umûma şâmildir ve herkesi ilgilendirir. Yâni peygamberler, bunları, gönderildikleri kavimlere tebliğ etmekle, bildirmekle vazîfelidirler. Bu bakımdan peygamberlerin ilmi, ledünnî ilminden üstündür."

(15.Kıssa) Şeyh Ve Mürşid Kavramları:

ŞEYH : Zahir ve batın ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hakk yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır.

- Genelde yaygın tasnife göre şeyhler üç kısımdır: Ta'lim şeyhi, sohbet şeyhi ve tarikat şeyhi. Ta'lim şeyhi: Tasavvufi konularda bilgi veren muallim konumundaki sofidir. Sohbet şeyhi: Sohbetine herkesin katılıp sözlerini dinlediği hal ve hareketleriyle örnek olan kişidir.

Bunlardan ilki sadece öğretici, ikincisi ise haliyle etkileyicidir. Tarikat şeyhi: Mürid ve müntesiblerini bir annenin yavrusunu terbiye etmesi titizliği ile yetiştirmeye çalışan şeyhtir. Buna terbiye, irşad ve teslik şeyhi de denir.

Böyle bir terbiye şeyhi, mürid ve müntesiblerinin beden ve ruhları üzerinde mutlak söz sahibidir. Mürid ne diliyle, ne de kalbiyle böyle bir şeyhe itiraz etmemeli, aksine gassal önünde meyyit gibi teslim olmalıdır. Böyle bir şeyh, Allah Rasûlü'nün naibi, Allah'ın yeryüzünde halîfesidir.

Şeyhler ayrıca, hal, kâl, yol veya yal şeyhi olmak üzere de üçlü bir tasnife tabi tutulmuştur. Hâl şeyhi gerçek anlamda tarikat ve tasavvufu yaşayıp yaşatan, kâl şeyhi sözde şeyh; yani müteşeyyih, yol veya yal şeyhi ise menfaatçı şeyh; mensuplarını bir takım çıkarlar için çevresinde tutan sahtekar. Her iki tasnifin ilkinde tarikat şeyhi, ikincisinde de hal şeyhi aranıp bulunması gereken mürşid-i kamildir.

MÜRŞİD : Tasavvuf yolunda kendisinden önceki yetkili kişinin manevi izni ile insanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran tasavvuf terbiyesine ehil kişiye mürşîd denilir. Mürşidin olgunluğuna işaret eden bir terim ise "mürşîd-i kâmil"dir.

İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Rasûlullah efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazîfeli olmayan velilerdir.

Mazhâr-ı Cân-ı Cânân bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, irfan anahtarının, Allah'ın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî de; "Mürid, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahdır." demiştir.

Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker, bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir kimse kendisini irşâd edecek, doğru yolu gösterecek bir mürşide ulaşamamışsa, büyük zâtların sohbet kitaplarını okusun ve onlara uysun."

Seyyid Abdullah-ı Dehlevî ise, kâmil (yetişmiş) ve mükemmil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allah'ın rızâsına kolayca erebileceğini ifâde etmiştir.


Tasavvûf

MollaCami.Com