Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


ILMI SARF KITAPLARIMIZIN MUSANNIFLARI

bu bölüme sarf kitaplarimizin musanniflari ile alakali bilgiler yazalim insaallah

MAKSUD IMAMI AZAM HAZRETLERI

İsmi Numan...
Hicri 80 senesinde Küfe'de doğdu, 150 senesinde 70 yaşlarında yine Küfe'de vefat etti.
Numan: Bedeni ayakta tutan, hayata sebep olan kan demektir. Lâle çiçeğinede numan denir.
Babasının adı Sabittir. Sabit Rh.A gençliğinde ahlâkı temiz, takvâ ve zühd ehli, ilim sahibi, nur yüzlü hâlis mü'mindi....
İşte Ebu Hanife böylesine verâ ve iffet sahibi bir soydan gelmiştir.
Babası Sabit Hz.leri oğlu Numan'ı Hz.Ali R.a.'ın huzuruna götürdü. Ve İmam-ı Azam hakkında büyük dua ve teveccüh almağa sebep oldu. Bu duanın bereketini beklerdi.
Büyükler meclisine meraklı olan İmam, ticaretle uğraşırken, onların sohbeti gönlünü uyardı. Çarşıyı pazarı bıraktı, kendini ilme verdi. Kelâm ilminde zirveye vardı.
Ehl-i Sünnet itikadını yaymak için Basra'ya bazan da başka şehirlere gider, icabında oralarda bir seneden fazla kaldığı olurdu.
Sonra fıkıh hocası Hammad'ın derslerine devamla ondan öğrendiklerini hıfz etti.
Hâsılı: Tefsir, Hadis ve diğer bütün ilimlerde, emsalsiz kemâle ermiş, ilmi hakikatleri derinliğine bilen, müşkilleri halleden, keskin zekâ sahibiydi...
Küfe'li biri Hz.İmam'ın bir kıyasına itirazla,
-"İlk kıyası yapan iblistir" demişti. Hz.İmam,
-Ey filan, iblis fasit kıyasla ilâhi emre karşı geldi; kâfir oldu. Bizim kıyasımız emr-i İlâhiye uymaktır. Zira kıyastan kastımız, Kur'an-ı Kerim'e, Sünneti Rasul'e, Sahabe ve Tâbiin'in imamlarına dürüst surette tâbi olmaktır. Yani biz tâbi olmak talebindeyiz. Onun etrafında dolaşıyoruz. Nasıl bizi iblisle kıyaslarsınız? buyurdu. Adam uyandı, tevbe etti ve Hz.İmam'a hayır duada bulundu.... Hz.imam;
-"Hiç bir mevzuda re'yimize uymak için kimseyi zorlamayız. Kabule icbar etmeyiz. Daha sağlam delil bulan, daha güzel re'yi olan söylesin, bizde kabul edelim" sözleriyle güzel beyanda bulunmuş ve bütün dünyaya ilmi bir meydan okuma hâli göstermiştir.

Hz.İmam güzel yüzlü idi, güzel elbise giyerdi.
Üç çeşit elbisesi olur, en kıymetlisini namazda giyerdi. Biri siyah renkli yedi adet takkesi vardı.

Şüpheli sözlerden sakınır, dünya adamlarından uzak durur, ilmini ve malını talebelerinden esirgemezdi. İbadete son derece düşkün, Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif'lerde kapalı olan kısımları kıyasla çözer, müşkilleri hallederdi.

-"Beni görene, beni göreni görene müjdeler olsun" Hadis-i Şeif'ine mazhar olmuş; Sahabei Güzin'den bir kaç zâtla görüşmüştü.

Diğer bir Hadis-i Şerif'de:
-"İnsanların hayırlısı, benim asrımda olanlardır. Sonra ikinci asır, sonra üçüncü asırdakiler" buyuruluyor. Bu itibarla Hz.İmam Tâbiin devrinde fetva vermek şerefine sahipti.
Zamanında alimlerin en müşkil mes'elelerini halletmiş, kimsenin ulaşamadığı maddi ve manevi şöhrete nâil olmuştur.

Mezhebi diğer mezheplerden ziyade yayıldı, her hususta, tâbileri çoğaldı. Ticari kazancından, kendi ihtiyacından başka diğer ehl-i ilmin ve talebe-i ulumun ihtiyacına sarfederdi.

Son haccında malının yarısını Kâbe'de hizmet edenlere bağışladı.
Hac'da Kâ'be-i Muazzamanın içine girdi; Kur'an-ı Kerim'in yarısını bir ayağı üzerinde, yarısını da diğer ayağı üzerinde okuyarak iki rek'at namaz kıldıktan sonra, kemâli mahfiyyet ve zilletle ü Teala'ya iltica ve niyazda bulundu ve ü Teala'dan hitab-ı izzet geldi:
-"Ey Ebu Hanife: taat ve niyazın kabul olundu. Kıyamete kadar seni ve senin mezhebinde (yolundan) gidenleri mağfiret eyledim" buyuruldu.

Yaz günlerinde öğle-ikindi arasında, kışın gecenin evvelinde biraz uyur, diğer vakitlerini ilim öğretmek ve ibadet etmekle geçirirdi.
Ders arkadaşı İmam-ı Mis'ar, yatsı abdestiyle sabah namazı kıldığını işitti. İnanmayıp, araştırmak kastıyla yatsıyı İmam-ı Azam ile kıldı. Bir hayli mescitte kaldıktan sonra Hz.İmam'ın papuçları üzerine km taneleri ile işaret koyup çıltı. Sabah erken gelip işaretleri yerinde gördü. Böyle üç gün tecrübeden sonar:
-"Ya İmam! Ben sana süi zan ettim, beni affet" diye özür beyan etti.
Hz.İmam:
-"Sen, bana değil ü Tealaya süi zan ettin. Kendini Ona affettir. Bu bir emanettir, taşıyoruz" buyurdu...

Ne faydasız söz söylediği görülmüş, ne de boş vakit geçirdiği...

Bir dostu:
-"Niçin istirahat etmezsiniz?" demişti.
-"Fenalığın büyüğü, vaktini faydasız geçirmektir" buyurdular.

Faydasız söz edenlere:
-"Bırakın boş lafları, gelin bir mes'ele halledelim de bizi rahmetle yâd etsinler" buyururdu.

Kaderin bilinmeyen esrârı: Hapishanede bir çok cefalardan sonra zehirlenerek şehit edildi.


Kaynak: İslam Büyükleri


Mevlam şefeatlerine nail aylesin...

Bir dehri, yani (kâinatı yaratan Haalık Teala'yı inkâr eden; bu alem böyle gelmiş, böyle devam eder, diyen) kâfir, bu mevzuda meşhur alimleri mağlup etmiş, iş Hammad Hazretlerine kalmış. O da endişeliydi. Bir rüya gördü:
"Bir domuz bir ağacın dallarını yiyor, gövdesi kalıyor. Gövdenin içinden bir arslan çıkıyor ve domuzu parçalıyor...." Hammad Hz.leri bu rüyayı talebesi Ebu Hanife'ye endişe ile anlattı. Hz. İmam:
"Domuz , o dehri. Ağacın kolları, yenilen alimler. Gövdesi, sizsiniz. Ondan çıkan aslan, bu talebeniz, benim. Ve -ü Teala'nın yardımı ile onu perişan edeceğim" dedi. Sonra toplantıya gittiler. Dehri kürsüde, Hz.İmam karşısında... Lâkin Dehri onu hakir gördü ve "Bu çocuk mu bana cevap verecek" diye küçümseyerek sordu:

-"Var olan bir şeyin evveli ve sonu olmamak mümkünmü?"

Hz. İmam:

-Birden evvel hangi sayı vardı?"

Dehri:

-"Birden önce birşey yoktur."

Hz. İmam:

-Peki mecazi bir'den önce birşey olmayınca, hakiki bir olan Vahid-i Mutlak'tan önce nasıl birşey olur?"

Dehri tekrar:

-"O hakiki bir dediğin, yüzü hangi tarafadır? Zira herşeyin bir ciheti vardır."

Ebu Hanife Hz.leri:

-Mun yanınca ışığı hangi tarafta görünür?"

Dehri:

"Her tarafa aynıdır."

Hz. İmam:

-"Mecazi nur olan ışık böyle olunca, kâinatı yoktan yaratan, yedi kudretiyle idare eden, ay ve güneşi, cümle mevcudâtı aydınlatan -ü Azimüşşân'ın sıfatları nasıl olur?"

Dehri tekrar:

-"Her var olanın bir yeri, mekânı olur: O'nun yeri neresidir?"

Hz. İmam:

-"Bir kazan sütün yağı neresindedir?"

Dehri:

-"Hiç bir yerine mahsus değildir."

Hz. İmam:

-"Yoktan yaratılan bir şeyin hâli böyle olunca; gökleri, yerleri, cümle cihanı yaratan, Hay ve Bâki olan Hak Teâla'nın hâli nasıl inkâr edilir" dedi.

Dehri tekrar:

-"Şimdi O, ne işle meşguldür?"

Ebu Hanife Hz.leri:

"Sen bana suallerini hep kürsüden sordun. Şimdi sen in, ben oraya çıkıp cevap vereyim" dedi. Dehri indi, İmam-ı Azam Hz.leri çıktı ve:

-"Kürsüden, senin gibi müşebbih (ü Tealayı diğer varlıklara benzeten) kâfiri indirip, benim gibi muvahhid (Hak Tealayı tenzih ve takdis eden kişiyi) çıkardı" dedi ve o her an kâînata tasarruf etmektedir (S. Rahman 30) Ayeti kerimesini okudu. Dehri vurulmuşa döndü; mağlup ve maskara oldu, söz bulamadı. Kalabalık hücum etti, gebertti, canı Cehenneme gitti...


Ebu Hanife Hazretlerine çocuk denecek yaşta iken, ilâhi lütufla verilen ilmi ledünni böyle olunca, kemal bulduğu hâli düşünmek, yüce kıymetini anlamağa kâfidir.


Kaynak: İslam Büyükleri

İmam-ı Azam Hz.leri ilim meclisinde olduğu gibi insanları idarede de bir numune idi. Yıllarca insanlarla haşru neşr olması ona çok şeyler öğretmiş ve insanların nasıl idare edileceği hususunda bir lider durumuna getirmişti. Talebelerinden Yusuf b. Halid Semti'ye icazet verdikten sonra Basra'ya gönderirken söyledikleri her insanın bilip-tatbik etmesi lazım gelen hususlardır.
İmam-ı Azam'ın VASİYETİ şöyledir:
"Bilmiş ol ki, insanlarla iyi geçinmezsen, onlar sana düşman kesilirler, velev ki anan baban bile olsa senden hoşlanmazlar. Akrabandan olmıyan bir cemaatle iyi geçinirsen sana ana-baba olurlar. Şimdi gözümün önünden şöyle geçiyorsun: Basra'ya gidiyorsun, onlarla muhalefete başlıyorsun, aralarına karışmıyorsun. Sen onları terk ediyorsun, onlarda seni terk ediyorlar. Sen onlara sövüyorsun, onlarda seni dalâlette sayıyorlar. Böyle yaparsan bu hem sana, hem bize leke olur. Onlardan kaçmak istersin. Bu akıl işi değildir. Zira hoş geçinmek gereken yerde müdârât yapmıyan akıllı sayılmaz... Basra'ya girdiğin zaman insanlar seni karşılar ve ziyaret ederler. Senin kadrini bilirler. Herkese mertebesine göre itibar et. Şeref ehline ikramda bulun. İlim ehlini büyük tanı. Üstadlara hürmet göster. Gençlere latife yap. Avamla yakından görüş. Facirlere müdârât göster. Hayırlı kimselerle arkadaşlık yap. Sultana lâkayıtlık gösterme, kimseyi hakir görme. Mürüvette kusur etme, sırrını kimseye açma. Denemedikce kimsenin dostluğuna güvenme. Alçak ve hasis kimselerle dost olma. Hoşa gitmeyen bir şeye alışma. Sefihlerle düşüp kalkma. Hoş geçin. Sabırlı ve mütehammil ol. Güzel ahlaklı, geniş yürekli, derya gönüllü ol. Elbisen temiz ve yeni olsun. Güzel kokular kullan... Yemek yedirmekte çok cömert ol, herkesi doyur, bahil ve cimri kimse asla başa geçip efendi olamaz. Halkın ahvâlini araştırıp öğrenen adamların olsun. Bir fitne ve fesat duydun mu onu islâha koş. Bir yerde salaha yüz tutmuş iyi işler duydun mu onlarıda artır. Seni ziyaret edenleri de etmeyenleri de sen ziyaret et. Sana ister iyilik yapsınlar ister kötülük, sen herkese daima iyilik yap. Her vakit iyilikte bulun. Affet, bazı şeylere göz yum. Sana eziyet veren şeyi terk et, hakkı yerine getirmeye çalış. Arkadaşlarından hastalananları kendin ziyaret et. Göremediklerinin ahvalini soruştur. Sana gelmiyenlerle sen alâkadar ol... Elinden geldiği kadar insanlara sevgi göster. Herkese selam ver, isterse aşağı kimseler olsun, başkalarıyla bir mecliste toplanır veya bir mescitte beraber bulunurda aranızda bazı mes'eleler münakaşa edilirse ve senin bildiğine muhalif bir şey söylerlerse sen onlara muhalefet gösterme. Şayet sana da sorarlarsa onların bildiği gibi haber ver, sonra bu hususta şöyle başka kavil de vardır, delili şudur, diyerek kendi bildiğini söyle, böylelikle seni de dinlerler ve senin ilimde dereceni anlarlar. Eğer bu kimin kavli diye sorarlarsa bazı fukahanın kavli de. Bu hal böylece devam ederse alışırlar, senin kadrini bilirler ve senin mevkiin yükselir. Sana gelenlerin hepsine bir nev'i ilim göster, her biri senden birşey bellemiş olsun. Onlara kıymetli bilgiler ver, ehemmiyetsiz şeylerle uğraşma. Onlarla arkadaş gibi ol. Hatta bazan şaka yollu lâtifeler bile yap. Zira dostluk ve samimiyet ilme devamı sağlar. Onlara ara sıra yemek yedir, onların hacetlerini gör. Kadirlerini bil. Kusurlarına göz yum. Onlara yumuşak davran, hoş muamele et. Onlardan hiç birine can sıkıntısı ve bezginlik gösterme. Kendini onlaradan biri imiş gibi tut. İnsanlara onların yapmağa alışık olmadıkları bir şeyi teklif etme. Onların beğendikleri şeyi sen de beğen. Onlara daima iyi niyet göster. Doğruluk yap. Kibiri bir yana bırak. Sana gadretseler de sen onlara gadretme. Sana hıyanet etseler de, sen emaneti yerine getir. Vefadan ayrılma. Takvaya sarıl. Her din erbabına muaşeretleri erbabınca muaşerette bulun."


Kaynak: Büyük Dini Hikâyeler

Tâbiînden. İslâm âleminde Eshâb-ı kirâmdan sonra yetişen evliyânın ve âlimlerin en büyüklerinden. Ehl-i sünnetin reisi ve Hanefî mezhebinin kurucusudur. İsmi, Nûmân bin Sâbit bin Zûtâ'dır. Ebû Hanîfe künyesiyle ve İmâm-ı A'zam lakabıyla meşhûr olmuştur.

Kûfe'de doğduğu için Kûfî nisbesiyle bilinir. 699 (H.80) senesinde Kûfe'de doğdu, 767 (H.150) senesinde Bağdât'ta vefât etti. KabriBağdât'ta olup, ziyâret yeridir.

Aslen İran'ın ileri gelenlerinden bir zâtın neslinden olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin dedesi Zûtâ müslüman olup, hazret-i Ali'ye ikrâmlarda bulundu. Onun sohbetinde bulundu. Babası Sâbit de hazret-iAli ile görüşüp sohbetinde bulundu.Hazret-i Ali Sâbit'e ve onun neslinden gelecek kimselere hayır duâda bulundu.

Asîl, ilim sâhibi, sâlih ve kıymetli bir zâtın oğlu olan İmâm-ı A'zam'ın çocukluğu doğum yeri olan Kûfe'de geçti. Âilesinden üstün bir terbiye alarak küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi.

Arab lisanının sarf, nahiv, şiir ve edebiyâtını öğrenmeye başladı. Eshâb-ı kirâmdan Enes bin Mâlik, Abdullah bin Ebî Evfâ, Vâsıle bin Eskâ, Sehl bin Sâide ve Ebü't-Tufeyl Âmir bin Vâsile'yi (radıyAllahü anhüm) görerek onların sohbetlerinde bulundu. Bu zâtlardan hadîs-i şerîf dinledi.

Enes bin Mâlik hazretlerinin sohbetinde bulunmasını şöyle anlattı: "Küçük yaşlarda babamla berâber bir âlimin meclisinde bulundum. Meclisin orta yerinde oturan âlim zât şöyle diyordu:
"Resûlullah'tan sallAllahü aleyhi ve sellem işittim, buyurdu ki: "Kardeşinin başına gelen bir musîbetten dolayı sevinme! ü teâlânın ona âfiyet verip, seni o musîbete mübtelâ kılması mümkündür." Ben; "Bu zât kimdir?" diye sordum. "Resûlullah'ın hizmetiyle şereflenen Enes bin Mâlik'tir." diye cevap verdiler."

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin doğup büyüdüğü Kûfe şehri o devrin önemli ilim
merkezlerindendi. Kûfe'de pekçok Eshâb-ı kirâm yaşadı. Ayrıca çeşitli dinlere ve sapık inanışlara mensûb insanlar da Kûfe'yi kendilerine merkez seçmişlerdi. Îtikâdı bozuk olan Şiî, Mûtezilî ve Hâricîler de Kûfe'de yaşıyorlardı. Eshâb-ı kirâmla görüşüp, onlardan Ehl-i sünnet îtikâdını ve din bilgilerini öğrenip nakleden Tâbiîn'in büyükleri de Kûfe'de bulunuyorlardı. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları böyle bir muhitte geçen İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, önce babası gibi ticâretle meşgûl olmaya başladı. Bir taraftan da sık sık âlimlerin meclislerine giderek onları dinledi, ilimlerinden istifâde etmeye çalıştı. Ehl-i sünnet îtikâdının yayılması için gayret eden âlimlerin sapık ve bozuk fırka mensuplarıyla olan mücâdele ve münâzaralarını dinledi. Daha henüz ilim tahsîline başlamadığı halde sapık fırka mensuplarıyla münâzaralarda bulundu. Katıldığı münâzaralardaki iknâ kâbiliyeti ve üstün Başarıları zamânının büyük âlimlerinin dikkatini çekti. Bir cevher olduğunu anlayan âlimler, onu ilim öğrenmeye teşvik ettiler.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe bir gün zamanın âlimlerinden Şa' bî'nin yanından geçiyordu.Şa'bî hazretleri onu yanına çağırıp; "Nereye devâm ediyorsun?" diye sordu. O da; "Çarşıya, pazara devâm ediyorum." dedi. Şa'bî hazretleri; "Hayır, maksadım o değil, âlimlerden kimin dersine devâm ediyorsun?" buyurdu. İmâm-ı A'zam; "Hiçbirinin dersinde devamlı bulunmuyorum." dedi. Şa'bî hazretleri sözlerine devâm ederek; "İlim ile uğraşmayı ve âlimlerle görüşmeyi sakın ihmâl etme. Ben senin zekî, akıllı ve kâbiliyetli bir genç olduğunu görüyorum." buyurdu. Şa'bî hazretlerinin sözlerinin tesirinde kalan İmâm-ı A'zam, çarşıyı pazarı bırakıp ilim yoluna yöneldi. Kûfe'deki âlimlerin ders halkalarına devâm etmeye başladı. Şa'bî'nin ilim meclisine devâm edip kelâm ilmi (îmân ve îtikâd ilmi) ile münâzara ilmini tahsil etti. Kısa zamanda bu ilimlerde ilerleyip parmakla gösterilecek bir dereceye ulaştı.

Kelâm ilmini öğrenip yüksek dereceye ulaştıktan sonra Hammâd bin Ebî Süleymân'ın ders halkasına katılarak fıkıh ilmini tahsîle başladı. Fıkıh ilmine nasıl başladığını talebesi Ebû Yûsuf ve diğer talebelerinin bir sorusu üzerine şöyle anlatmıştır: "Bu, ü teâlânın tevfik ve inâyeti iledir. O'na dâimâ hamdolsun. Ben ilim öğrenmeye başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Her birini kısım kısım okudum. Neticesini ve faydalarını düşündüm. Sonra fıkıh ilmine baktım. Onda âlimler ve fakihler ile bir arada bulunmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin emirlerini yerine getirmek, ibâdet etmek de fıkıhı bilmekle oluyor. Dünyâ ve âhiret onunla kâim... İbâdet etmek isteyen onsuz yapamaz. Fıkıh, ilimle ameldir." İmâm-ı A'zam, fıkıh ilmini Hammâd bin Ebî Süleymân'dan öğrendi. Onun derslerini tâkib ederken huzûrunda gâyet edepli oturur, söylediği her şeyi ezberlerdi. Hocası talebelerini müzâkere yoluyla yoklama yapınca, onun dersleri ezberlediğini görürdü ve benim yanımda ders halkasının başına Nu'mân'dan başka kimse oturmayacak buyururdu.

İmâm-ı A'zam, kelâm, münâzara ve diğer ilimleri öğrenip fıkıh ilmini tahsile başladıktan sonra, îtikâdî meselelerde insanları doğru yoldan ayıran sapık fırkalarla mücâdele etti. Hattâ, bu maksatla Hint, İran ve Arap yarımadasının ticâret yollarının birleştiği Basra'ya da defâlarca gidip, dehrî denilen inkârcılarla, Şîa, Kaderiye ve diğer bozuk fırkalara mensup kimselerle uzun münâzaralar yaparak Ehl-i sünnet îtikâdını yaydı.

İmâm-ı A'zam'ın Hammâd bin Ebî Süleymân'dan ilim tahsîl ettiği sıralardaydı. O zamanki Bizans'ın hâkim olduğu Anadolu tarafından bir dehrî yâni dünyânın kadîm olduğunu ve bu dünyânın bir yaratıcısı olmadığını iddiâ eden bir kimse, İslâm diyârına geldi. Anlattığı birçok aklî delillerle dünyânın bir yaratıcısı olmadığını söyleyip ü teâlânın varlığını inkâr etti.

İslâmiyeti tam olarak bilmeyen bâzı müslümanlar onun hîlelerine aldanıp İslâmiyetten ayrılmaya başladı. Dehrî, İslâm âlimleriyle münâzara etmek istediğini bildirerek meydan okudu. İmâm-ı A'zam hazretlerinin hocası, dehrî ile münâzara edip onun bozuk fikirlerini çürütmek için karar verdi. Ancak eğer yenilirsem İslâm dînine büyük zarar hâsıl olup fesâdı bütün dünyâya yayılacak diye de endişe ediyordu. Hammâd bin Ebî Süleymân bu düşüncelerle yatağına uzanıp uyuduğu zaman rüyâsında bir hınzırın (domuzun) gelip, bir ağacın bütün dallarını yediğini ve o ağacın yalnız gövdesinin kaldığını, o anda ağacın içinden bir arslan yavrusunun çıkıp o hınzırı parça parça ettiğini gördü.

Sabah olunca genç talebesi Nûmân bin Sâbit, hocası Hammâd'ın rahmetullahi aleyh huzûruna girdi. Hammâd bin Ebî Süleymân müslümanları îmândan uzaklaştırmaya çalışan dehrîden ve gördüğü rüyâdan bahsetti. Nûmân bin Sâbit hocasının gerek dehrî sebebiyle, gerekse gördüğü rüyâ sebebiyle üzüntülü ve endişeli olduğunu gördü. Hocasına üzüntüsünün sebebini sordu.

Hocası her şeyi anlattı. Genç yaşta olan Ebû Hanîfe hocasına; "Elhamdülillâhi teâlâ. Rüyâda gördüğünüz domuz, o pis ruhlu dehrîdir. Ağaç da ilim ağacıdır. Dalları o dehrînin hile ve tuzaklarına kapılan müslümanlardır. Ağacın gövdesi sizsiniz. O arslan yavrusu da benim.

ü teâlânın yardımı ile ben onu yenerim." dedi.

Hammâd bin Ebî Süleymân ve İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe münâzara için insanların
toplandıkları meydana gittiler. Dehrî her zamanki gibi kürsüye çıkıp karşısına birisinin çıkmasını istedi. Daha çocuk denecek kadar genç olan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe onun karşısına çıktı. Dehrî İmâm-ı A'zam'ı görünce hakâret etmeye başladı. İmâm-ı A'zam; "Hakâreti bırak söyleyeceğini söyle de görüşelim." dedi. Dehrî, İmâm'ın cesâret ve aceleciliğini görünce hayret ederek, ona şöyle dedi: "Var olan şeyin başlangıcı ve sonu olmamak mümkün müdür?" İmâm-ı A'zam şöyle cevap verdi:

"Sayıları bilir misin?" Dehrî; "Evet." deyince, İmâm-ı A'zam; "Birden önce hangi sayı vardır?" dedi. Dehrî; "Birden önce bir şey yoktur." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam buyurdu ki: "Mecâzî olan bir yâni bir sayısı sözünden önce bir şey olmayınca, hakîkî bir olandan önce nasıl bir şey olabilir?" Bu söz üzerine dehrî başka sorular sormaya başladı.

Aralarında şu konuşmalar geçti: Dehrî dedi ki: "Hakîkî bir olanın yüzü hangi taraftadır? Çünkü her şey yönlerden yâni sağ, sol, ön, arka, üst, alt yönlerinden bir yerde bulunur?" Ebû Hanîfe; "Mumu yakınca, ışığı hangi taraftadır?" diye sordu. Dehrî; "Mumun ışığı her tarafta aynıdır." dedi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam; "Mecâzî olan bir nûrun, ışığın hâli böyle olursa, dâimî ve ebedî olup, eni boyu olmayan, göklerin ve yerlerin nûru olanın hâli nasıl olur?" buyurdu. Dehrî cevap veremedi.

Dehrî yine dedi ki: "Her var olanın muhakkak bir yeri vardır. O'nun yeri neresidir?" İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe biraz süt getirtip; "Bu sütte yağ var mıdır?" buyurdu. Dehrî; "Evet vardır." dedi. Ebû Hanîfe; "Yağ bu sütün neresindedir?" diye sorunca, dehrî; "Hiçbir yerine mahsûs değildir?" dedi. İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri; "Yok olanın bir hâli böyle olursa, göklerin ve yerlerin yaratıcısı dâimî ve ebedî olanın hâli niçin böyle olmasın?" buyurdu. Dehrî yine cevap veremedi.

Dehrî son olarak; "Şimdi O ne iş yapmakla meşgûldür?" diye sordu. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri buyurdu ki: "Sen bana bütün suâlleri kürsüden sordun. Ben hepsine cevap verdim. Şimdi sen oradan bir kerecik inip benim yerime gel, ben kürsüye çıkayım ve oradan cevap vereyim." dedi. Dehrî kürsüden inip Ebû Hanîfe kürsüye çıktı ve; "Allahü teâlâ senin gibi bir müşebbihi yâni ü teâlâyı diğer varlıklara benzeten kimseyi kürsüden indirir, benim gibi bir muvahhid yâni ü teâlâyı her bakımdan tek ve bir bilen bir kimseyi kürsüye yükseltir. Şimdi O'nun işi budur." buyurdu ve Rahmân sûresinin yirmi sekizinci âyet-i kerîmesinin sonunu okudu. Kendi sorduğu sorulara verilen cevaplar karşısında susan ve âciz kalan dehrî, İmâm-ı A'zam'a kendine soracağı soruların sorulmasına tahammül edemeyerek, söyleyecek söz bulamadı.

İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri,Hammâd bin Ebî Süleymân'ın derslerine yirmi sekiz yıl devâm edip emsalsiz bir dereceye ulaştı, daha ders aldığı sıralarda fıkıhta tanınıp meşhûr oldu. Bu hususta şöyle demiştir: "Ben ilim ve fıkıh ocağında yetiştim. İlim erbâbıyla berâber bulundum. Fıkıhta en değerli bir hocaya devâm ettim." Hocası Hammâd'ın dersine devâm ettiği sırada sık sık Hicaz'a gidip Mekke ve Medîne'de çoğuTâbiînden olan âlimler ile görüşür, onlardan hadîs rivâyeti dinler ve fıkıh müzâkereleri yapardı. İmâm-ı A'zam'ın hocalarından en meşhûru, fıkıh ilminde hocası olan Hammâd bin Ebî Süleymân'dır.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe'de tahsîl ettiği hocalarından bâzıları şunlardır: Âmir bin Şerâhil eş-Şa'bî, Süleymân bin Mihrân el-A'meş, Ebû İshak es-Sebîî, Hâkim bin Uteybe, Mansûr bin Mu'temir et-Teymî Kûfe dışında diğer ilim merkezlerine de giden İmâm-ı A'zamEbû Hanîfe hazretleri bâzan bir sene süren seyâhatlerinde Mekke ve Medîne'ye gitti. Bu beldelerin meşhûr âlimleriyle görüşüp onlardan ilim öğrendi. Elli beş defâ hac yaptı.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretlerinin Kûfe dışındaki diğer şehirlerde ilim öğrendiği hocalarından bâzıları da şu zâtlardır: Tâbiîn büyüklerindenAmr bin Dînâr el-Cümahî, Ebû Zübeyr Muhammed, İbn-i Şihâb ez-Zührî, hazret-i Ebû Bekr'in torunu Kâsım bin Muhammed, Medîne'nin meşhûr âlimlerinden Hişâm bin Urve ve Yahyâ bin Saîd el-Ensârî, Basra'daki en meşhûr âlimlerden Eyyûb bin Keysân es-Sahtiyânî, Katâde bin Diâme, Bekr bin Abdullah Müzenî.

AyrıcaPeygamber efendimizin sallAllahü aleyhi ve sellem torunlarından Zeyd bin Ali'den ve Muhammed Bâkır'dan da ilim ve mârifet öğrenen İmâm-ı A'zam'a, Muhammed Bâkır hazretleri buyurdu ki: "Ceddimin şerîatini bozanlar çoğaldığı zaman sen onu canlandıracaksın, sen korkanların kurtarıcısı, şaşıranların sığınağı olacaksın. Şaşıranları doğru yola çevireceksin.ü teâlâ yardımcın olacak."
Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Abbâs'ın ilmini Mekke fakîhi Atâ bin Ebî Rebâh ve İkrime'den, hazret-i Ömer ve onun oğlu Abdullah'tan nakledilen ilimleri Abdullah bin Ömer'in âzâdlısı Nâfî'den öğrendi. Böylece, Eshâb-ı kirâmdan İbn-i Mes'ûd ve hazret-i Ali'den nakledilen ilimleri de buluşup görüştüğü Tâbiînden öğrendi. İlimde hiç kimseye nasîb olmayan yüksek bir dereceye ulaştı.
Tasavvuf ilmini de Silsile-i aliyye denilen evliyânın büyüklerinden olan Câfer-i Sâdık'tan öğrendi. Onunla sohbet edip feyiz alarak tasavvufta yüksek makâma ulaştı.

Zâhirî ve mânevî ilimlerde zamânının en büyük âlimi olanİmâm-ı A'zam bir gün Halîfe Mansûr'un yanına girdi. Orada bulunan Îsâ bin Mûsâ, Mansûr'a; "Bugün dünyânın en büyük âlimi bu zâttır." dedi. Halîfe Mansûr; "Ey Nûmân, bu ilmi kimden aldın?" diye sorunca;
"Hazret-i Ömer'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ömer'den, hazret-i Ali'den ilim alanlar vâsıtasıyla hazret-i Ali'den, Abdullah bin Mes'ûd'dan ilim alanlar vâsıtasıyla da Abdullah bin Mes'ûd'dan aldım." cevâbını verdi. Bunun üzerine Halîfe Mansûr; "Sen işini gâyet sağlam tutmuşsun, ilmi asıl menbaından almışsın." dedi. İmâm-ı A'zam başta Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin ilim silsilesinden olmak üzere, dört bin kişiden ilim öğrenip, bütün ilimlerde ve üstünlüklerde en yüksek dereceye ulaşmıştır. Şöhreti her yere yayılıp, zamânında bulunan ve sonra gelen bütün müctehidler, âlimler, üstün kimseler hattâ hıristiyanlar bile onu hep medhetmiş, övmüştür.

İmâm-ı A'zam'ın hocasıHammâd bin Ebî Süleymân vefât edince, hocasının talebeleri, arkadaşları ve halkın ileri gelenleri, onun yerini dolduracak âlimin, ancak İmâm-ı A'zam'ın olduğunu görerek, ısrârla hocasının yerine geçmesini istediler. "İlmin ölmesini istemem." buyurup, ilim kürsüsüne oturdu. Hocası Hammâd bin Ebî Süleymân'ın yerine müftî oldu ve talebe yetiştirmeğe başladı. İmâm-ı A'zam, hocası Hammâd'ın yerine geçince, ilmi, vakarı, üstün tevâzuu, takvâsı, tatlı sözleri ve güler yüzüyle herkes tarafından sevilen ve dînî meselelerde insanların karşılaştıkları zorluklara çare bulan tek mürâcaat kaynağı oldu. Irak, Horasan, Harezm, Türkistan, Tuharistan, İran, Hind, Yemen ve Arabistan'ın her tarafından gruplar hâlinde gelen talebeler, fetvâ isteyenler ve dinleyicilerle etrafı dolup taşıyordu.

İmâm-ı A'zamın meclisinde halk tarafından sorulan suâllerin cevaplandırılması ve talebeler için verilen muntazam dersler olmak üzere iki türlü müzâkere yapılırdı. Her gün sabah namazını, câmide kılıp öğleye kadar sorulan suâlleri cevaplandırır, fetvâ verirdi. Öğleden önce kaylûle yapıp, bir miktâr uyuyup, öğle namazından sonra, yatsıya kadar, talebelere ders verirdi. Yatsıdan sonra evine gidip biraz dinlenir, sonra tekrar câmiye gelip sabaha kadar ibâdet ederdi. Sorulan suâllere cevap vermeden önce, mesele açık olarak müzâkere edilir, talebeleri suâli cevaplandırmaya çalışırdı. Meselenin müzâkeresi bittikten sonra, kendisi yeniden ele alıp gerekli düzeltmeleri yapar ve konuyu iyice izah ve tasvir ettikten sonra cevaplandırırdı. Cevapları verildikten sonra da fetvâyı bizzat söylemek sûretiyle ve anlaşılır ifâdelerle talebelerine yazdırırdı. Bu yazılar daha sonra fıkıh kâideleri hâline gelmiştir.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin başta gelen talebeleri; İmâm-ı Ebû Yûsuf ismiyle meşhûr olanYâkûb binİbrâhim, Muhammed Şeybânî, Züfer bin Huzeyl, Hasan bin Ziyâd, oğlu Hammâd, Abdullah bin Mübârek, Veki' bin Cerrâh, Ebû Amr Hafs bin Gıyâs, Yahyâ bin Zekeriyyâ, Dâvûd-i Tâî, Esad bin Amr, Âfiyet bin Yezid el-Advî, Kâsım bin Ma'an, Ali bin Müshir, Hibban bin Ali gibi yüzlerce âlimlerdir.

İmâm-ı A'zam ticâretle de uğraşırdı. Talebelerinin ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılardı. Talebelerine son derece şefkatli davranır, onların ilimde iyi yetişmeleri için büyük titizlik gösterirdi. Talebelerini o kadar mükemmel yetiştirmişti ki, başkalarının uzun zamanda buldukları hükümleri onlar kısa zamanda bulurdu.Bir defâsında onun ders usûlünü ve talebelerini görmek için bir ilim heyeti Kûfe'ye gelmişti. Aralarında Tâbiînin büyüklerinin de bulunduğu bu heyet, onların bu üstünlüğünü, başarısını görerek büyük bir memnuniyetle ayrılmıştır. İmâm-ı A'zam talebelerine; "Sizler benim kalbimin sevinci, hüznümün tesellisisiniz." buyururdu.

Gerek ilim meclisine gerek sohbetlerine uzaktan yakından gelen pekçok kimse ondan ilim ve mârifet tahsîl ettiler. Sohbetleri sırasında insanların müşküllerini cevaplandırdığı gibi gönüllerini ferahlatan nasîhatlerde bulundu. Bir sohbeti sırasında, müminleri sevmekle ilgili olarak buyurdu ki:

bize, insanların mümin olanlarını sevmemizi, onlara karşı saygı beslememizi ve aslâ kırıcı olmamamızı, kalplerinde ne sakladıklarını bilemeyeceğimizi, hareketlerimizi buna göre ayarlamamızı emretmiştir.

Talebesi Yûsuf bin Hâlid es-Semtî bir vazifeye tâyin edilip, Basra'ya giderken, Ebû Hanîfe ona şu tavsiyelerde bulunmuştur: "Basra'ya vardığında halk seni karşılayacak, ziyâret ve tebrik edecek. Herkesin değer ve yerini tanı, ileri gelenlere ikrâmda bulun, ilim sâhiplerine hürmet et, yaşlılara saygı, gençlere sevgi göster, halka yaklaş, fâsıklardan uzaklaş, iyilerle düşüp kalk, Sultanı küçümseme, hiç bir kimseyi hafife alma. İnsanlığında kusur etme, sırrını hiç kimseye açma, iyice yakınlık peydâ etmedikçe kimsenin arkadaşlığına güvenme, cimri ve alçak insanlarla ahbablık kurma, kötü olduğunu bildiğin hiç bir şeye ülfet etme!..

Seninle başkaları arasında bir toplantı akdedilir veya insanlar mescidde etrafını sarıp aranızda bâzı meseleler görüşülürse, yahut onlar bu meselelerde senin bildiğinin aksini iddiâ ederlerse onlara hemen muhâlefet etme. Sana bir şey sorulursa ona herkesin bildiği şekilde cevap ver! Sonra bu meselede şu veya bu şekilde görüş ve delillerin de bulunduğunu söyle. Senin bu türlü açıklamalarını dinleyen halk, hem senin, hem de başka türlü düşünenlerin değerini tanımış olur. Sana, bu görüş kimindir? diye sorarlarsa, fakihlerin bir kısmınındır, de. Onlar, verdiğin cevâbı benimserler ve onu sürekli olarak yaparlarsa, senin kadrini daha iyi bilir ve mevkiine daha çok hürmet ederler... Seni ziyârete gelenlere ilimden bir şey öğret. Bundan faydalansınlar ve herkes öğrettiğin şeyi belleyip tatbik etsin. Onlara umûmi şeyleri öğret, ince meseleleri açma. Onlara güven ver, bâzan onlarla şakalaş ve ahbablık kur. Zîrâ dostluk, ilme devamı sağlar. Bâzan da onlara yemek ikrâm et. İhtiyaçlarını temine çalış, değer ve itibarlarını iyi tanı, kusurlarını görme.

Halka yumuşak muâmele et, müsâmaha göster, hiç bir kimseye karşı bıkkınlık gösterme; onlardan biri gibi davran." Haram ve şüphelilerden şiddetle sakınan İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri helal lokma husûsunda buyurdu ki: "Dînin alış-veriş kısmını bilmeyen, haram lokmadan kurtulamaz ve ibâdetlerin sevâbını bulamaz. Zahmetleri boşa gider, azâba yakalanır ve çok pişman olur."

İmâm-ı A'zam'ın yaşadığı devir, Emevîler ve Abbâsîler zamânına isâbet etmektedir. Ömrünün elli iki yılını Emevîler, on sekiz yılını da Abbâsîler devrinde geçirdi.Emevî Devletinin son bulup, Abbâsî Devletinin kuruluşuna ve bu arada vukû bulan çeşitli hâdiselere şâhid oldu.

Bütün hâdiseler içerisinde İmâm-ı A'zam, bir taraftan dîni öğrendi ve öğretti, diğer taraftan da, Ehl-i sünnet îtikâdında olan insanları, îmândan ayırmaya çalışan sapık ve bozuk fırkalarda olanlarla mücâdele etti. Bu fırkaların herbiri ile yaptığı münâzaralarda onları kesin delillerle susturuyordu.

Emevîlerin son zamanlarında Emevî vâlisi, İmâm-ı A'zam'a devlet idâresinde bir vazife vermek istedi ve bu hususta zorladı. Fakat İmâm-ı A'zam bâzı sebeplerden dolayı kabûl edemeyeceğini bildirdi. Bunun üzerine hapsedilerek işkence yapıldı. Daha sonra serbest bırakılınca, 747 (H.130) yılında Mekke'ye gidip orada altı yıl kadar kaldı. Mekke'de de talebelere ders ve fetvâ vererek ilmî mütâlaalar yaptı. Abbâsîlerin bir devlet hâline gelip kuvvetlenmesinden sonra Kûfe'ye döndü. Buradaki derslerine ömrünün son yıllarına kadar devam etti. Otuz yıllık müddet içinde verdiği derslerinde yetişen talebelerinin herbiri, o zaman çok genişlemiş olan İslâm dünyâsının her tarafına yayıldılar. Müftîlik, müderrislik, kâdılık gibi çeşitli vazifelerle büyük hizmetler yaptılar. Böylece Peygamber efendimizin bildirdiği yol olan Ehl-i sünnet îtikâdını ve fıkıh ilmini her tarafa yaydılar ve bu hususta kıymetli kitaplar yazdılar. İnsanlara doğru yolu gösterip saâdete kavuşturdular. Bu hizmeti kendilerinden sonraki asırlara da aksettirdiler.

Emevîler devrinde bâzı baskı ve işkenceler gören İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri, Abbâsîler devrinin ilk zamanlarında ilim öğretmeye ve talebe yetiştirmeye devâm etti. Abbâsî Devleti içinde de karışıklıklar ve ayaklanmalar baş gösterdi. İmâm-ı A'zam hazretleri bu karışıklıklara rağmen ders verme işini devâm ettirdi. 762 (H.145) senesinde meydana gelen hâdiselerden sonra Abbâsî halîfesi Ebû Câfer Mansûr onuKûfe'den Bağdât'a getirtti. "Mansûr haklı olarak halîfedir, diye herkese bildir." dedi. Buna karşılık temyiz mahkemesi reisliğini
verdi. Çok zorladı. İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri çok takvâ sâhibi olup, dünyâ makamlarına kıymet vermediğinden kabûl buyurmadı. Mansûr onu habsettirdi. Her gün otuz değnek vurdurdu. İmâm-ı A'zam'ın mübârek ayaklarından kan aktı. Halîfe Mansûr bir ara pişman olup otuz bin akçe gönderdi ise de kabûl buyurmadı. Tekrar hapsedip her gün on değnek fazla vurdurdu. On birinci günü halkın hücûmundan korkulup zorla sırt üstü yatırıldı.

Ağzına zehirli şerbet döküldü. 767 (H.150) senesinde şehîd edildi. Vefât ettiği anda secdeye kapandı. Vefât haberi duyulduğu her yerde büyük üzüntü ve göz yaşıyla karşılandı. Cenâzesini Bağdât kâdısı Hasan bin Ammâre yıkadı. Yıkamayı bitirince şöyle dedi: "Allahü teâlâ sana rahmet eylesin!Otuz senedir gündüzleri oruç tuttun. Kırk sene gece sırtını yatağa koyup uyumadın. En fakihimiz sendin! İçimizde en çok ibâdet edenimiz sendin! En iyi sıfatları kendinde toplayan sendin!" Cenâzesinin kaldırılacağı sırada Bağdât halkı oraya toplanıp o kadar büyük kalabalık olmuştu ki, cenâze namazını kılanlar elli bin kişiden fazla idi. Gelenler çok kalabalık olduğundan cenâze namazı ikindiye kadar kılındı. Altı defâ cenâze namazı kılındı. Sonuncusunu oğlu Hammâd kıldırdı. Bağdât'ta, Hayzeran kabristânının doğusunda defnedildi. İnsanlar günlerce kabrinin başında toplanıp ona duâ ettiler. Vefâtına çok üzüldüler. İmâm-ı Şâfiî'nin hocasının hocası İbn-i Cerîhe vefât ettiğini duyunca istirca âyetini (İnnâ lillah...) okuyup, "Yâni ilim gitti deseniz ya!" buyurdu. Büyük âlimlerden Şu'be'ye vefât haberi ulaşınca, o da; "İlim ışığı söndü, ebediyyen onun gibisini bulamazlar." dedi. Vefâtından sonra çok kimseler onu rüyâsında görerek ve kabrini ziyâret ederek, şânının yüceliğini dile getiren şeyler anlatmışlardır. İmâm-ı Şâfiî buyurdu ki: "Ebû Hanîfe ile teberrük ediyorum. Onun kabrini ziyâret edip faydalara kavuşuyorum. Bir ihtiyâcım olunca iki rekât namaz kılıp, Ebû Hanîfe'nin kabrine gelerek onun yanındaAllahü teâlâya duâ ediyorum ve duâm hemen kabûl olup isteklerime kavuşuyorum." "Yüz elli senesinde dünyânın zîneti gider." hadîs-i şerîfinin de, İmâm-ı A'zam için olduğunu İslâm âlimleri bildirmiştir. Çünkü o târihte İmâm-ı A'zam gibi bir büyük vefât etmemişti. Mezhebi, İslâm âleminin büyük bir kısmına yayıldı. Selçuklu Sultanı Melikşah'ın vezirlerinden Ebû Sa'd-i Harezmî, İmâm-ı A'zam'ın kabri üzerine mükemmel bir türbe ve çevresinde bir medrese yaptırdı. Sonra Osmanlı pâdişâhları bu türbeyi defâlarca tâmir ettirdi.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri ulûm-ı âliyye denilen yüksek din ilimlerinde en üstün derecede âlim idi. Kelâm ilminde ve îtikâd bilgilerinde Ehl-i sünnetin reisidir. Tefsîr ilminde müfessirlerin başı, üstâdı derecesindeydi. Hadîs ilminde ise büyük bir muhaddis ve derin ilim sâhibiydi.

İmâm-ı Şâfiî hazretleri; "Fıkıh ilminde mütehassıs olmak isteyen, Ebû Hanîfe'nin kitaplarını okusun." buyururdu. Abdullah bin Mübârek de; "Fıkıh ilminde Ebû Hanîfe gibi mütehassıs birini görmedim." buyurdu.

Büyük âlim Mis'ar, Ebû Hanîfe'nin karşısında diz çökerek, bilmediklerini sorar öğrenirdi. "Bin âlimden ders aldım. Fakat, Ebû Hanîfe'yi görmeseydim, Yunan felsefesinin bataklığına kayacaktım." demiştir. Ebû Yûsuf buyuruyor ki: "Hadîs ilminde Ebû Hanîfe gibi derin bilgi sâhibi birini görmedim. Hadîs-i şerîfleri açıklamakta onun gibi bir âlim yoktur." Büyük âlim ve müctehid Süfyân-ı Sevrî buyuruyor ki: "Bizler, Ebû Hanîfe'nin yanında, doğan kuşu yanındaki serçeler gibiydik, Ebû Hanîfe, âlimlerin önderidir."

Âli bin Âsım diyor ki: "Ebû Hanîfe'nin ilmi, zamânındaki âlimlerin ilimlerinin toplamı ile ölçülse, Ebû Hanîfe'nin ilmi fazla gelir." Büyük hadîs âlimi A'meş, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'den birçok mesele sordu. İmâm-ı A'zam, suâllerinin herbiri için hadîs-i şerîfler okuyarak cevap verdi. A'meş, İmâm-ı A'zam'ın hadîs ilmindeki derin bilgisini görünce, "Ey fıkıh âlimleri! Sizler mütehassıs tabîb, biz hadîs âlimleri ise, eczâcı gibiyiz! Hadîsleri ve bunları rivâyet edenleri biz söyleriz. Bizim söylediklerimizin mânâlarını siz anlarsınız!" dedi. "Ubeydullah bin Amr, büyük hadîs âlimi A'meş'in yanındaydı. Birisi gelip, birşey sordu. A'meş bunun cevâbını düşünmeğe başladı. O esnâda, İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe geldi. A'meş, bu suâli İmâm'a sorup cevâbını istedi.

İmâm-ıA'zam hemen geniş cevap verdi. A'meş, bu cevâba hayran olup, yâ İmâm! Bunu hangi hadîsden çıkardın dedi. İmâm-ı A'zam, bir hadîs-i şerîf okuyup, bundan çıkardım. Bunu senden işitmiştim dedi. İmâm-ı Buhârî, üç yüz bin hadîs ezberlemişti. Bunlardan yalnız on iki bin kadarını kitaplarına yazdı. Çünkü; "Benim söylemediğimi hadîs olarak bildiren, Cehennem'de çok acı azap görecektir." hadîs-i şerîfinin dehşetinden çok korkardı.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin verâ ve takvâsı daha çok olduğundan, hadîs nakledebilmesi için çok ağır şartlar koymuştu. Ancak bu şartların bulunduğu hadîs-i şerîfi naklederdi." İmâm-ı A'zam, İslâmiyeti; îmân, amel ve ahlâk esasları olarak bir bütün hâlinde insanlara yeniden duyurmuş, şüphesi ve bozuk bir düşüncesi olanlara cevaplar vermiş, müslümanları çeşitli fitne ve propagandalarla zaafa düşürmek, parçalamak ve böylece İslâm dînini yıkabilmek ümidine kapılanları hüsrâna uğratmış, önce îtikâdda birlik ve berâberliği sağlamış; ibâdetlerde, günlük işlerdeAllahü teâlânın rızâsına uygun bir hareket tarzının esaslarını ve şeklini tesbit etmiştir. Böylece, ikinci hicrî asrın müceddidi (dînin yeniden yayıcısı) ünvanını almıştır.

Hadîs-i şerîfte; "Îmân Süreyya yıldızına çıksa, Fârisoğullarından biri elbette alıp getirir." buyruldu. İslâm âlimleri, bu hadîs-i şerîfin İmâm-ı A'zam hakkında olduğunu bildirmiştir. Yine Buhârî ve Müslim'de bildirilen bir hadîs-i şerîfte; "İnsanların en hayırlısı, benim asrımda bulunan müslümanlardır (Yâni Eshâb-ı kirâmdır). Onlardan sonra en iyileri, onlardan sonra gelenlerdir (yâni Tâbiîndir). Onlardan sonra da onlardan sonra gelenlerdir... (yâni Tebe-i tâbiîndir)" buyruldu. İmâm-ı A'zam da, bu hadîs-i şerîfle müjdelenen tâbiînden ve onların da en üstünlerinden biridir. Hayrât-ül-Hisan, Mevdû'ât-ül Ulûm ve Dürrül-Muhtâr'da yazılı hadîs-i şerîflerde buyruldu ki: "Âdem (aleyhisselâm) benimle öğündüğü gibi ben de ümmetimden bir kimse ile öğünürüm. İsmi Nu'mân, künyesi Ebû Hanîfe'dir. O, ümmetimin ışığıdır."

"Peygamberler benimle öğündükleri gibi ben de Ebû Hanîfe ile öğünürüm. Onu seven beni sevmiş olur. Onu sevmeyen beni sevmemiş olur." "Ümmetimden biri, şerîatimi canlandırır. Bid'atleri öldürür. Adı Nu'mân bin Sâbit'tir." "Her asırda ümmetimden yükselenler olacaktır. Ebû Hanîfe zamânının en yükseğidir." Hazret-i Ali de; "Size bu Kûfe şehrinde bulunan, Ebû Hanîfe adında birini haber vereyim. Onun kalbi ilim ve hikmet ile dolu olacaktır. Âhir zamanda, bir çok kimse, onun kıymetini bilmeyerek helâk olacaktır. Nitekim, râfizîler de, Ebû Bekir ve Ömer için helâk olacaklardır." buyurdu.

İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve sonraki asırlarda yaşayan İslâm âlimleri hep onu
medhetmişler, büyüklüğünü bildirmişlerdir. Abdullah ibni Mübârek anlatır: "Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik'in yanına geldiğinde İmâm-ı Mâlik ayağa kalkıp hürmet gösterdi. O gittikten sonra yanındakilere; "Bu zâtı tanıyor musunuz? Bu zât, Ebû Hanîfe Nu'mân bin Sâbit'tir. Eğer şu ağaç direk altındır dese isbât eder." dedi. Sonra Süfyân-ı Sevrî yanına geldi. Onu, Ebû Hanîfe'nin oturduğu yerden biraz daha aşağıya oturttu, çıktıktan sonra onun fıkıh âlimi olduğunu anlattı."Yine Abdullah ibni Mübârek der ki: Hasan bin Ammâre'yi Ebû Hanîfe ile
birlikte gördüm. Ebû Hanîfe'ye şöyle diyordu: "Allahü teâlâya yemîn ederim ki fıkıhta senden iyi konuşanı, senden sabırlısını ve senden hazır cevab birini görmedim. Elbette sen fıkıhta söz söyleyenlerin efendisi ve reisisin. Senin hakkında kötü söyleyenler sana hased edenler, seni çekemeyenlerdir."

İshâk bin Ebû Fedâ'dan nakl olunur: "İmâm-ı Mâlik'i gördüm. İmâm-ı A'zam'la el ele tutup berâber yürürlerdi. Câmiye gelince kendisi durup önce İmâm-ı A'zam'ın girmesini beklerdi." demiştir. Hakîkate varmış evliyânın büyüklerinden Sehl bin Abdullah Tüsterî; "Eğer Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın kavimlerinde Ebû Hanîfe gibi âlimler bulunsaydı bunlar doğru yoldan ayrılıp, dinlerini bozmazlardı." buyurmuştur.

İmâm-ı Şâfiî: "Ben Ebû Hanîfe'den daha büyük fıkıh âlimi bilmem, fıkıh öğrenmek isteyen onun talebesinin ilim meclisinde otursun, onlara hizmet etsin." buyurmuştur. Ahmed ibni Hanbel: "İmâm-ı A'zam verâ, zühd ve îsâr (cömertlik) sâhibi idi. Âhiret isteğinin çokluğunu kimse anlayacak derecede değildi." buyurmuştur. İmâm-ı Mâlik'e, İmâm-ı A'zam' dan bahsederken onu diğerlerinden daha çok medh ediyorsunuz?" dediklerinde: "Evet öyledir.

Çünkü, insanlara ilmi ile faydalı olmakta, onun derecesi diğerleri ile mukâyese edilemez. Bunun için ismi geçince, insanlar ona duâ etsinler diye hep methederim." buyurmuştur. İmâm-ı Gazâlî: "Ebû Hanîfe çok ibâdet ederdi. Kuvvetli zühd sâhibiydi. Mârifeti tam bir ârifdi. Takvâ sâhibi olup, ü teâlâdan çok korkardı. Dâimâ ü teâlânın rızâsında bulunmayı isterdi" buyurmuştur. Yahyâ Muâz-ı Râzi anlatır: "Peygamber efendimizi rüyâda gördüm ve yâ ResûlAllah, seni nerede arayayım dedim. Cevâbında: Beni,Ebû Hanîfe'nin ilminde ara, buyurdu." İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyurur ki: "İmâm-ı A'zam abdestin edeplerinden bir edebi terkettiği için kırk senelik namazını kazâ etmiştir. Ebû Hanîfe takvâ sâhibi, sünnete umakta ictihâd ve istinbatta, şer'î delillerden hüküm çıkarmakta öyle bir dereceye kavuşmuştur ki, diğerleri bunu anlamaktan âcizdirler. İmâm-ı A'zam, hadîs-i şerîfleri ve Eshâb-ı kirâmın sözünü kendi reyine takdim ederdi." İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mebde' ve Meâd risâlesinde de şöyle buyurur: "Büyük İmâm Ebû Hanîfe'nin yüksek derecesinden takdir edilemeyen şânından ne yazayım. Müctehidlerin en verâ sâhibiydi. En müttekîsi o idi. Şâfiî'den de, Mâlik'den de, İbn-i Hanbel'den de her bakımdan üstün idi."

Yine İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi aleyh) ve Muhammed Pârisâ (rahmetullahi aleyh) buyurdular ki: "Îsâ aleyhisselâm gibi ulülazm bir peygamber gökten inip İslâm dîni ile amel edince ve ictihâd buyurunca, ictihâdı İmâm-ı A'zam'ın (rahmetullahi aleyh) ictihâdına uygun olacaktır. Bu da İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü, ictihâdının doğruluğunu gösteren en büyük şâhittir."

Son asrın, zâhir ve bâtın ilimlerinde kâmil, dört mezhebin fıkıh bilgilerinde mâhir, büyük âlim Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyurdu ki: "İmâm-ı A'zam, İmâm-ı Yûsuf ve İmâm-ı Muhammed de, Abdülkâdir Geylânî gibi büyük evliyâ idiler. Fakat âlimler kendi aralarında taksim-i a'mel eylemişlerdir. Yâni herbiri zamanında neyi bildirmek icâb ettiyse onu bildirmişlerdir. İmâm-ı A'zam zamânında fıkıh bilgisi unutuluyordu. Bunun için hep fıkıh üzerinde durdu. Tasavvuf hususunda pek konuşmadı. Yoksa Ebû Hanîfe nübüvvet ve vilâyet yollarının kendisinde toplandığı, Câfer-i Sâdık hazretlerinin huzûrunda iki sene bulunup öyle feyiz, nur ve vâridât-ı ilâhiyyeye kavuşmuştur ki, bu büyük istifâdesini; "O iki sene olmasaydı Nu'mân helâk olurdu." sözü ile anlatabildiler. Silsile-i zehebin en büyük halkasından olan Câfer-i Sâdık'dan tasavvufu alıp, vilâyetin (evliyâlığın) en son makâmına kavuşmuştur.

Çünkü Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin vârisidir. Hadîs-i şerîfte: "Âlimler peygamberlerin vârisleridir" buyruldu. Vâris, her hususta verâset sâhibi olduğundan zâhirî ve bâtınî ilimlerde Peygamber efendimizin vârisi olmuş olur. O halde her iki ilimde de kemâlde idi." İslâm âlimleri, İmâm-ı A'zam'ı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve velîleri de bu ağacın dallarına benzetmişler, o'nun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemâlâta (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.

İslâm dünyâsında ilimleri ilk defâ tedvin ve tasnif eden odur. Din bilgilerini (Kelâm, fıkıh, tefsîr, hadîs vs.) isimleri altında ayırarak bu ilimlere âit kâideleri o tesbit etmiştir. Böylece onun asrında zuhur eden eski Yunan felsefesine âit kitapların tercüme edilmesiyle birlikte, bu kitaplarda yazılı bozuk sözlerin, fikirlerin din bilgileri arasına karıştırılmasını ve İslâm dînine bid'atlerin sokulması tehlikesini bertaraf etti.

İyi düşünüldüğünde bütün insanlığın dünyâ ve âhiret saâdetini doğrudan doğruya
ilgilendirdiği açıkça görülen bu çok mühim hizmet, İmâm-ı A'zam'ın zamânında ve daha sonra yetişen mezheb imâmları, İslâm âlimleri, evliyânın büyükleri tarafından da tâzim ve şükranla yâdedilmiştir, "Ehl-i sünnetin reisi", "İmâm-ı A'zam= En büyük imâm" adıyla anılmıştır.

İmâm-ı A'zam, ü teâlânın rızâsından başka bir düşüncesi olmayan büyük bir âlimdi. Dinden soranlara İslâmiyeti dosdoğru şekliyle bildirir, tâviz vermez, bu yolda hiçbir şeyden çekinmezdi. Onun kitaplarına, ders halkasına ve fetvâlarına herhangi bir siyâsi düşünce ve güç, nefsânî arzu ve menfaat, şahsî dostluk ve düşmanlık gibi unsurlar aslâ girmemiştir.

İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe nefsine tam hâkimdi. Lüzumsuz şeylerle aslâ uğraşmazdı. Ancak kendisi gibi büyük İslâm âlimlerinde görülen heybet, vakar ve ahlâk-ı hamîde (yüksek İslâm ahlâkı) ile her hâlükârda insanların kurtuluşu için çırpınırdı. Muârızlarına bile sabır, güler yüz, tatlılık ve sükûnetle davranır, aslâ heyecan ve telâşa kapılmazdı. Keskin ve derin bir firâset sâhibiydi. Bu hâliyle insanların içlerinde gizledikleri şeylere nüfuz eder ve olayların sonuçlarını sezerdi.

Ayrıca kuvvetli şahsiyeti, keskin zekâsı, üstün aklı, engin ilmi, heybeti, geniş muhâkemesi, muhabbeti ve câzibesi ile, karşılaştığı herkese tesir eder, gönüllerini cezbederdi. Karşısına çıkan ve uzun tetkiki gerektiren bâzı meseleleri, derin bir mütâlaadan sonra, böyle olmayanları ise ânında ve olayın açık misâlleriyle cevaplandırırdı. En inatçı ve peşin hükümlü muârızlarını bile, en kolay bir yoldan cevaplandırarak iknâ ederdi. Bu hususta hayret verici sayısız menkıbeleri meşhurdur.

Hâsılı İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe, İslâmiyetin müslümanlardan doğru bir îtikâd (Ehl-i sünnet îtikâdı), doğru bir amel ve güzel bir ahlâk istediğini bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.

İmâm-ı A'zam ayrıca ticâret yapardı. Onun kanâatkârlığı, cömertliği, emânete riâyeti ve takvâsı ticâret muâmelelerinde de dâimâ kendini göstermiştir. Tâcirler ona hayret ederler ve ticârette onu Ebû Bekir'e benzetirlerdi. Ticâreti, ortakları ile beraber yapar, her yıl kazancının dört bin dirhemden fazlasını fakirlere dağıtır, âlimlerin, muhaddislerin, talebelerinin bütün ihtiyaçlarını karşılar, ayrıca onlara para dağıtarak, tevâzu ile; "Bunları ihtiyâcınız olan yere
sarf edin ve 'a hamdedin. Çünkü verdiğim bu mal hakîkatte benim değildir, sizin nasîbiniz olarak ü teâlânın ihsân ve kereminden benim elimden size gönderdiğidir." Buyururdu. Böylece ilim ehlini, maddî bakımdan başkalarına minnettâr bırakmaz, rahat çalışmalarını temin ederdi. Kendi evine de bol harcar, evine harcettiği kadar da fakirlere sadaka verirdi. Zenginlere de hediyeler verirdi. Her Cumâ günü anasının, babasının rûhu için fakirlere ayrıca yirmi altın dağıtırdı. Meclisine devam edenlerden birinin elbisesini çok eski gördü. İnsanlar dağılıncaya kadar oturmasını söyledi.Kalabalık dağılınca; "Şu seccâdenin altındakileri al, kendine güzel bir elbise yaptır." buyurdu. Orada bin akçe vardı.

Bir defâsında ihtiyar bir kadın gelip, ben fakirim, bana şu elbiseyi mâliyeti fiyatına sat dedi. Dört dirhem ver, onu al deyince, bu elbisenin maliyetinin daha fazla olduğunu tahmin eden kadın; "Ben, ihtiyar bir kadıncağızım. Yoksa benimle böyle alay mı ediyorsun?" dedi. "Hayır, bunda alay yok." deyip elbiseyi ihtiyar kadına dört dirheme verdi. Bir malı satın alırken de, satarken de insanların hakkına riâyet ederdi. Birisi ona satmak üzere bir elbise getirdi. Fiyatını sordu. O da yüz akçe istediğini söyleyince, İmâm-ı A'zam bunun değeri yüz akçeden daha fazladır dedi. Satan kişi yüzer yüzer arttırarak dört yüze çıktı. Hayır daha fazla eder deyip, bu işten anlayan bir tüccar çağırarak, fiyat takdir ettirdi ve o elbiseyi beş yüz akçeye satın aldı.

İmâm-ı A'zam, kırk sene yatsı namazının abdesti ile sabah namazını kıldı. Elli beş defa hac yaptı, son haccında Kâbe-i muazzama içine girip burada iki rekat namaz kıldı. Namazda bütün Kur'ân-ı kerîmi okudu. Sonra ağlayarak; "Yâ Rabbî! Sana lâyık ibâdet yapamadım.

Fakat senin akıl ile anlaşılmayacağını iyi anladım. Hizmetimdeki kusurumu bu anlayışıma bağışla!" diyerek duâ etti. O anda; "Ey Ebû Hanîfe, sen beni iyi tanıdın ve bana güzel hizmet ettin! Seni ve kıyâmete kadar senin mezhebinde olup, yolunda gidenleri af ve mağfiret ettim." diye bir ses işitildi. Her gün ve her gece Kur'ân-ı kerîmi bir kere sonuna kadar okur, hatmederdi.

Komşusu bir genç vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A'zam, "Komşumuzun sesi kulağımıza gelmez oldu." deyince, bir talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun üzerine İmâm-ı A'zam vâliye gitti. Vâli, onu görünce ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. Teşrifinizin sebebi nedir? dedi. O da hâdiseyi anlatınca, vâli: "Böyle ehemmiyetsiz bir iş için zât-ı âliniz buraya kadar niçin zahmet ettiniz, bir haber gönderseydiniz kâfi idi." dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A'zam o gence; "Bak biz seni unutmuyoruz." diyerek, bir kese de akçe (para) verdi. Bunun üzerine o genç, yaptığı kötü işlerden tövbe edip, İmâm-ı A'zam'ın derslerine devam etmeye başladı ve fıkıh ilminde âlim olarak yetişti.

Vâsıt şehrinde fazîletli bir zât vardı, ismi (Nu'mân'ın kölesi) idi. İsminin niçin böyle olduğu sorulduğunda, şöyle cevap vermiştir: "Annem öldüğü zaman ben karnında canlı olup henüz doğmamışım. Annemin cenâzesi yıkanırken, benim anne karnında canlı olduğumu anlamışlar ve durumu İmâm-ı A'zam'a, yâni Nu'mân bin Sâbit'e bildirmişler, o da hemen kadının karnının sol tarafını yarın, çocuk oradadır, çıkarın demiştir. Doktor dediği gibi yapıp beni ölen anemin karnından çıkarmış, ben bunun için kendimi onun âzâtlı kölesi kabûl eder, ona dâimâ duâ ederim."

İmâm-ı A'zam'ı çekemiyen biri, o'nu ve talebelerini nehir kenarında bulunan bahçesinde bir ziyâfete dâvet etti. İmâm-ı A'zam bu dâveti kabûl edip talebelerine ben ne yaparsam siz de onu yapın, diye tenbih etti. Oraya vardıklarında dâvet eden adam buyurun yemeğe deyince, İmâm-ı A'zam ellerini yıkamak için nehire gitti, talebeleri de onu takib ettiler ve hocalarının bir müddet orada kalmasının sebebini merak etmeye başladılar. Sonra döndüklerinde, bir kedinin tabaklardaki yemeklerden yiyip zehirlendiğini görerek, yemeğin zehirli olduğunu ve hocalarının kerâmetini anladılar ve böylece bir sünnete, yâni yemekten önce el yıkamaya uymanın bereketine kavuştular. Bunu gören dâvet sâhibi, yaptığına pişman oldu. Özür dileyip, onu sevenler arasına katıldı.

İmâm-ı A'zam, bir gece rüyâsında Peygamberimizin kabrini açmış, mübârek bedenine sıkıca sarılmıştı. Uyanınca bu fevkalâde rüyâsını Tâbiînin büyüklerinden İbn-i Sîrîn'e anlattı. İbn-i Sîrîn; "Bu rüyânın sâhibi sen değilsin, bunun sâhibi Ebû Hanîfe olsa gerek." dedi. (Ebû Hanîfe benim!) deyince, İbn-i Sîrîn, sırtını aç göreyim dedi. Sırtını açınca iki omuzu arasında bir "ben" gördü ve (Sen o kimsesin ki, Peygamberimiz senin hakkında; "Benim ümmetim içinde, iki omuzu arasında bir ben bulunan biri gelir. ü teâlâ dînini onunla kuvvetlendirir, ihyâ eder." buyurdu) dedi.

Bir gece yatsı namazını cemâatle kılıp çıkarken, bir ayağı kapının dışında, bir ayağı daha mescidde iken bir konu üzerinde talebesi Züfer ile sabah ezânına kadar konuşup, diğer ayağını çıkarmadan sabah namazını kılmak için tekrar mescide girmiştir.

İmâm-ı A'zam'ın büyüklüğünü çekemeyenler, onun Peygamber efendimizin sünnet-i seniyyesini bırakıp sâdece kendi aklıyla ve kıyas yoluyla hareket ettiği dedikodusunu yayıyorlardı. Söylenenler Peygamber efendimizin torunlarından Muhammed Bâkır hazretlerinin kulağına ulaştı. Seyyid Muhammed Bâkır hazretleri İmâm-ı A'zam'la görüştüğü zaman ona buyurdu ki: Sen, ceddim Resûlullah'ın (sallAllahü aleyhi ve sellem) dînini kıyasla değiştiriyormuşsun? deyince, İmâm-ı A'zam: korusun, böyle şey nasıl olur? Lâyık olduğunuz makâma oturunuz benim size hürmetim var dedi. Bunun üzerine, Muhammed Bâkır oturunca, İmâm-ı A'zam da onun önüne diz çöktü ve aralarında şu konuşma geçti.

İmâm-ı A'zam şöyle dedi: "Size üç suâlim var, cevap lütfediniz?" Kadın mı daha zayıftır, erkek mi? diye sordu. O da, kadın daha zayıf dedi. Kadının mirâsda hissesi kaç? Erkek iki hisse, kadın ise bir hisse alır, deyince; Bu, ceddin Resûlullah'ın (sallAllahü aleyhi ve sellem) kavli değil mi? Eğer ben bozmuş olsaydım, erkeğin hissesini bir, kadınınkini iki yapardım.

Fakat ben kıyas yapmıyorum, nassla (âyet ve hadîs ile) amel ediyorum. İkincisi: Namaz mı daha fazîletli, yoksa oruç mu? Namaz daha fazîletli, diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim, kadın hayızdan temizlendikten sonra, namazını kazâ etmesini söylerdim. Orucu kazâ ettirmezdim.Fakat ben kıyasla böyle bir şey yapmıyorum.

Üçüncüsü: Bevil mi daha pis, yoksa meni mi? Bevil daha pisdir diye cevap verdi. Eğer ben ceddinin dînini kıyasla değiştirseydim bevilden sonra gusül, meniden sonra abdest alınmasını bildirirdim. Fakat ben hadîse aykırı rey kullanarak, kıyas yaparak Resûlullah efendimizin dînini değiştirmekten ü teâlâya sığınırım. Böyle şeyden beniAllah korusun dedi. Nass (Kitapdan ve sünnetden delil) olan yerde kıyas yapmadığını, delili bulunmayan meseleleri, delili bulunan meselelere benzeterek kıyas yaptığını söyleyince, Muhammed Bâkır onu kucaklayıp alnından öptü.

İmâm-ı A'zam'ın eserleri çok olup zamânımıza kadar gelenleri on tânedir. Aslında akâid ve fıkıh ilimlerinde rivâyet edilen bütün meseleler onun eseridir. Bunlardan fıkıh bilgileri, Ebû Yûsuf'un rivâyeti ile ve bilhassa İmâm-ı Muhammed Şeybânî'nin toplayıp yazdığı Zâhirür-rivâye denilen kitaplarla nakledilmiştir.

1) Risâle-i Reddi Havâriç ve ReddiKaderiyye, 2) El-Fıkh-ul-Ekber, 3) El-Fıkh-ül-Ebsât, 4) Er-Risâle Osman-ı Bustî, 5) Kitâb-ül-Âlim vel-Müteallim, 6) Vasiyyet-Nûkirrû,7) Kasîde-i Nu'mâniyye, 8 ) Ma'rifet-ül-Mezâhib, 9) El-Asl, 10) El-Müsned-ül-İmâm-ı A'zam li Ebî Hanîfe,
alinti

Fatima validemiz.

Rasülüllah efendimizin zevcesi hazreti Hatice validemizden olan dört kizindan birisi olup Hicretten 13 yil evvel Mekkei- Mükerremede dogdu.yani (Miladi 610)Hicretin ikinci yilinda hazreti ali ile izdivac etti.O zaman H.Z.Ali 25 yasinda Fatiam validemiz 15 yasinda idi.kendisinden 5 cocuk dünyaya geldi. H,Z,Hasan H.Z.Hüseyin H.Z.Muhsin olmak üzere 3 oglu-yaliniz Mühsin kücük yasda vefat etti.Kizlari Ümmü Gülsüm ve Zeynep.Rasülüllahin nesli Hasan ve hüseyin R.A. den devam ettigi icin onlar meshur olmustur.Akli zekasi hüsnü takvasi Zühdü Haramlardan kacinmasi Güzel ahlaki ile insanlara örnek olmustur.Rasülüllahin vefatindan sonra hic gülmemistir.Rasülüllahdan sonra alti ay daha yasayip.hicretin 11.ci yilinda Ramazani serifin 3. günü vefat etmistir.

Hazreti fatima validemizin hallerinden Bir tanesi.

H.Z.Hasan Ve Hüseyin kücük iken hastalanmislardi.Babasi h.z. Ali, Annesi h..z Fatima Ve hizmetcisi Fidda cocuklar iyi olunca Eger cocuklar iyi olurlarsa oruc tutacagiz diye adak yaptilar. Ve oruca niyyet ettiler.1. Gün iftar icin hazirladiklari yemegi O esnada kapuya gelen yetimlere vererek hic yemek yemeden ikinci gününün orucuna niyyet ettiler.ikinci gün iftar yemegi hazirlanmis aksam tam oturacaklari zaman yine kapuya gelen fakir ve miskinlere verdiler hic yemek yemeden ücüncü günün orucuna niyyet ettiler.Ücüncü gün aksam yine kapularina fakir deldi onu bos cevirmemek icin onu da verince Su ayeti celile nazil oldu.

Onlarki nezirlerini yerine getirdiler.uzun ve sürekli olan kiyamet gününden Korkduklari icin Cok sevdikleri ve canlarininistedikleri yemekleri miskin, yetim ve esirlere yedirdiler.Biz bunlari ü- teaslanin rizasi icin yedirdik.Sizden karsilik olarak bir tesekkür bir sey beklemedik.bir sey istemeyiz dediler.Bunun icin cenebu hak onlara sarabu.tahur icirdi.

Fatima validemizin Mehri kabul etmesi .

Hazreti Ali Rasülüllah efendimizden kizi h.z. Fatimayi isteyince Rasülüllah efendimiz h.z. Aliye tebessüm ile dönerek ya Ali Hic evlenmeye lazim olan esyan varmi diye süal etti. H.z.Ali de bir kilicim birde devem var dedi.Rasülüllah efendimiz kilicin kazaya lazim devende binegindir.seninle sirtindaki cübbeye analasalim.dedi.Ve Hazreti semada melekler huzurunda seninle Fatimanin nikahini akit etti.Cebrail senden evvel bana haber verdi buyurdu.Ve h.z. Osman h.z. Aliden cübbeyi satin aldi parasini ödedi Sonra hazreti Aliye dönerek ben bunu kabul ettim. Simdi tekrar sana bu cübbeyi hediye ediyorum buyurdu ve geriye verdi. Rasülüllah bundan cok memnun oldu.

Fatima validemizin nikah icin sarti.

Cenabu hak Cebrail a.s. göndererek Habibime selam söyle kizi fatimanin bütün elbise ve ihtiyaclarini cennetden ben karsilayacagim habibim hic merak etmesin. Cünkü hic bir seyi yokdu üzülüyordu. Cenabu hak yakinda mü´min sadik bir kulumla göndercegim diyordu.Bunu duyan rasülüllah efendimiz sükür secdesine vardi.
Cebrail a.s.Mikail a.s. Israfil a.s. Azrail a.s. ellerinde Altindan tabaklar üzerinde bohcalar oldugu halde geldiler.Rasülüllah yine sükür secdesine vardi.ve kizim benim hatirimi kirmaz dünyada cennet elbiselerini giymez bunlari geri götür buyurdu.
Nikah mehri icin dört yür dirhem mehir konuldu Fatiama validemiz kabul etmedi Cebrail cenabu hakka giderek fatimanin bu mehri kabul etmedigini söyleyince cenabu hak dört bin altun olsun dedi onuda kabul etmedi.Cebrail a.s. tekrara cenabu hakka giderek arzuhal eyledi cenabu hak cebrail a.s. Habibime git fatimanin maksadini ögrensin. Nicin kabul etmiyor buyurdu.
Rasülüllah efendimiz h.z. Fatimaya giderek muradini süal eyledi Fatima validemiz muardini söyle acikladi.Babacigim sen ahirette ne kadar müslümana sefaat edeceksen bende onlarin hanimlarina sefaat etmek istiyorum.muradim budur dedi.Cebrail a.s. gelerek fatimanin arzusunun kabul edildigini haver verdi.ve cenabu hakdan bir levha getirerek sefaat izni icin fatima validemizin eline verdi.onu ölünceye kadar sakaladi ve beraberinde kabre koymalarini vasiyet etti.Ista fatima validemizin takvasi cömertligi .
Cenabu hak sefaatine nail eylesin.

Hazreti Ali ve Fatima validemiz


Hz. Fâtıma, Hz. Peygamber Efendimiz'in en küçük kızıdır. Hz. Peygamber Efendimiz'e peygamberlik verilmeden bir yıl önce Mekke'de dünyaya geldi. Hz. Peygamber, bu küçük kızını, Hicretten sonra ikinci yılda Hz. Ali ile evlendirdi. Hz. Ali ve Hz. Fâtıma çiftinin Hasan, Hüseyin, Muhassin, Ümmü Gülsüm ve Zeyneb adlarında beş çocukları oldu. Muhassin, küçük yaşta öldü. Hz. Fâtıma da, Hz. Peygamber'in vefatından altı ay sonra vefat etti. Hz. Peygamber'in soyu Hz. Fâtıma kanalı ile devam etti.
Hz. Peygamber'in terbiyesiyle yetişen Hz. Fâtıma, O'nun hem hayâ ve edep gibi özelliklerine, hem de konuşma tarzından yürüyüşüne kadar birçok vasfına sahip oldu. Babasının uygun gördüğü hayat tarzını benimseyerek O'nun gibi sade yaşadı. Aile içinde cereyan eden bir hatırayı Hz. Ali şöyle anlatır:
"Fâtıma, hubûbâtı el değirmeninde un haline getirirdi. Bu yüzden de elinde rahatsızlık meydana gelirdi. Yine bir gün, el değirmenini çevirmekten dolayı elleri yorulmuştu. İşte o sırada Rasûlullah (sav)'e birtakım savaş esirleri getirilmişti. Savaş esirlerinin Medine'ye geldiği haberini Fâtıma da duymuştu. El değirmenini çevirmekten dolayı kollarının çok yorulduğunu şikâyet etmek ve savaş esirlerinden birisini kendisine hizmetçi olarak istemek için kalkıp babasına gitti. Fakat babasını evde bulamadı. Derdini, sıkıntısını ve arzusunu Âişe'ye anlattı. Rasûlullah (sav) eve geldiğinde Âişe, Fâtıma'nın geldiğini ve dileğini kendisine söyledi. Akşam olmuş, yatma saati gelmişti. Biz, yataklarımıza girmek üzere iken Rasûlullah (sav), evimize geldi. Biz, hemen yatmak üzere olduğumuz yatağımızdan doğrulduk ve ayağa kalkmaya davrandık. Rasûlullah (sav), "Yerinizde durunuz" dedi ve ikimizin arasına oturdu. O sırada ben, göğsümün üzerine dokunan iki ayağının serinliğini hissettim. Rasûlullah (sav), yanımıza oturduktan sonra bize şöyle dedi: "İyi dinleyiniz, size, benden istediğiniz hizmetçiden daha hayırlı bir şey öğretiyorum. Geceleyin yatağınıza girdiğinizde otuz üç kere Allâhu ekber, otuz üç kere Subhânallâh, otuz üç kere de Elhamdülillâh dersiniz. İşte bunları söylemeniz, ikiniz için bir hizmetçiden daha hayırlıdır" (Buhârî, Humus, 6; Fedâilu Ashâbi'n-Nebi, 9; Deavât, 10.)
Bu hatıra değişik rivayetlerde şu şekilde de geçmektedir. "El değirmeninde un öğütmekten usanan Hz. Fâtıma ile kuyudan su çekip taşımaktan yorulduğunu söyleyen Hz. Ali, bu hususta Hz. Peygamber'den yardım istemeye karar verdiler. Hz. Fâtıma, Medine'ye savaş esirlerinin geldiğini duyunca babasına giderek, Ondan kendisine ev işlerinde yardım edecek bir hizmetçi istedi. Rasûlullah (sav) da bu esirleri, mescidde yatıp kalkan yoksul Müslümanların (Ashâbu's-suffe) ihiyaçlarını karşılamak üzere satacağını, bu sebeple kendisine bir hizmetçi veremeyeceğini, buna karşılık yatağa girdiği vakit otuz üçer defa SubhânAllah, Elhamdülillah ve Allâhu ekber demesinin, istediği hizmetçilerden kendisi için daha hayırlı olacağını söyledi.' (DİA, XII, 220)
Hz. Peygamber, Hz. Peygamber'in ailesi ve ilk Müslümanlar, İslâm'ı yeryüzüne hakim kılmak için çok gayret gösterdiler, çok fedakarlıklar yaptılar. Ellerinde olan imkanları kendileri ve yakınları için değil, İslâm için kullandılar. Yüce savaşlarda elde edilen ganimetin ve alınan esirlerin beşte birini Hz. Peygamber'e tahsis etmiştir. Hz. Peygamber de bu tahsisatı kendisi ve yakınları için değil İslâm için kullanmıştır. Medine'ye getirilen savaş esirlerini hizmetçi olarak yakınlarına vermektense, fidye karşılığında ailelerine geri göndermeyi ve alınan fidyeleri de kendilerine büyük umutlar bağlanan Ashâbu's-suffe'ye harcamayı uygun bulmuştur. Hz. Ali, yine kuyudan su taşımaya devam edecek; Hz. Fâtıma yine el değirmenini eli ile çevirecek; ama Hz. Peygamber'in göz bebeği gibi baktığı ve koruduğu öğrencileri biraz olsun rahat edeceklerdi.

Ey Müslümanlar! Bu dünyaya kafirler, fasıklar, dinsizler ve gayr-i Müslimler gibi yaşamaya gelmedik. Unutmayın ki, bu dünyada yaşantınızla kime benziyorsanız öbür dünyada onlarla beraber olursunuz.

sefaatlerine nail eylesin.

guzel bilgilerini bizimle paylastigin icin sana tesekker ederim....


Sarf

MollaCami.Com