Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Bina

Allah kalem ile öğretti. Kalem yazmağa başlamadan insan bildiğini bile bilmiyor. İllâ kalem yazmağa başlayacak ki, bildiğini bilebilsin. “Kalem ile arayı soğutmayacaksın” demişti, değerli bir hikâye yazarımız.

Çayı demleyen, çayla beraber demlenmezse, yemeği pişiren, yemekle beraber pişmezse, yazıyı yazan yazı ile ruhsal boyutta birleşmezse, terbiye eden, terbiye ettiğinin boyutuna girmezse ..... ne çayın, ne yemeğin, ne yazının, ne de terbiyenin tadı olmuyor. Mesele ‘tat’da. Belki de; hayatta gördüğümüz her şey "illüzyondan" ibaret. Tek kârımız tat almak. Onu da alabilirsek. Nasıl mı? Ruhsal boyutta birleşme ile, “huşû” ile yâni. Namazın “huşû”su olur da; çayın, yemeğin, yazının, eğitimin “huşû”su olmaz mı? Evet; iki kapılı dünya hanında gelip geçerken elde edeceğimiz tek kârımız tat. Tadını kaçırmamak. Tat, “mahlûk” değil ki.

İnsanlar hep “tat”ı yakalamağa çalıştılar; kimileri makamlarda, kimileri şöhrette, kimileri mülk yığmada.. Binalar yaptılar; kat kat. Kimileri “Leylâ”da aradı. Yıllarını harcadılar. İnce, ince hesaplar yaptılar. Bu hesapları yaparken; uykularının, çocuklarını büyütürken sevilecek çağda sevmenin tadını yakalayamadılar. Bir gorilin yavrusunu, poposuna vura vura severken yakaladığı hazzı tadamadılar.

Binalar yaptılar. Taksitler ödediler; tam yirmi yıllar. Akrabalarını ziyaret edemediler. Telefonlara ambargolar kondu. Buluşmalar ertelendi. Evleneceklerdi, ev sahibi olacaklardı... Halbuki evlenmişlerdi ya!!. Düğünler yapmışlardı. Bedenler bir araya geldi; ruhlar değil. Ruhları yıllar sonra evlenecekleri evleriyle meşguldü. Onların aşkı, “Leylâsı”, kavuşacakları evleriydi. Eldeki “Leylâ” yaşlandı. Kaybedildi. Bebekler büyüdü; sevgisiz, nesiller kaybedildi. Huşû yakalanamayan ibadetler, uykular kaybedildi.

Dövizle konut kredisi alıp, döviz fiyatları aniden fırlayınca ödeyemeyen dövizzedeler, kooperatifzedeler oluştu. Bir konut kooperatifi başkanı, yeni üye adayına akrabasının da gelirlerini soruyordu.!! Çift maaşlar yetmedi. Yuva sahibi olmak için yuvalar dağıldı...

Bir bina için öğretmenler, öğrencilerini kaybettiler. Ziller çaldı,... ziller çaldı; öğrencileriyle bütünleşemediler. Kendilerini öğrencilerine veremediler. Bilgiyi bina edemediler, derslerin tadı kaçtı. Alınan maaşların da ay başlarında tadına varamadılar; bir bina için..

Kimileri; çocuklarının, torunlarının binalarına başladılar. Sanki çadırda oturuyorlardı, oturacak evleri yoktu. Fark etmediler, onca yıllar nerede oturduklarını. Mülkü Allâh’ın değil, ev sahibinin biliyorlardı da, ev sahibi olmaya çalışıyorlardı.

Birincisi, başımızı sokacak yuvamız olsun, bitmedi; bir de şehirde olsun, bitmedi; bir de yazlığımız olsun. Semûd Kavmi’nin yaptığı hatayı yaptılar; yüksek binalarla övünmek. Komşu, komşuyla kat yarışına çıktı, bir, iki, üç...!

Sonunda binalarına kavuştular ya da kavuşamadılar. Ecel yakaladı kendilerini. Deprem yakaladı; evlerin de eceli geldi. Allâh’ın verdiği mülkün “kullanım” tasarrufu ellerinden alınıp, başkalarına devredildi.

Kavuşabilenlerin bir yerde, bir evi oldu. Kirâcıyla cedelleşmekten; kirâ artışı, su, elektirik problemleri, eve verilen zararlar, içinde oturma tadına varamadılar. Sanki ev değil, kafaları kirâdaydı. Mahkemeler, avukatlar, dâvâlar... Geriye kalan ömürleri de geçmekte; torun sevmenin tadına varamadılar.

“Âlimler, peygamberlerin vârisleridirler”.

Peygamberler arkalarında mîras bırakmadılar. Onların mîrası, ilim oldu, ashabları oldu, nesiller oldu.

İslâm büyüklerinin hayatlarını incelediğimizde iki ortak nokta buluruz:

Birincisi, hayatlarında tapulu (taptıkları) malları olmadı, mal dertleri de olmadı. Zîrâ, mülke değil, mülkün sahibine dayanıyor, güveniyorlardı. Hakk’tan alıp, halka dağıttılar, infâk ettiler, ihsân ettiler, ikrâm ettiler; Hakk da onlara.

İkincisi, aramayanı ararlardı, derdi mi var diye. Kamunun problemlerini çözmek, müminlerin derdiyle dertlenmek en büyük zevkleri idi.

Bir nesli bina etmek, hem de bir bina parası ve zamanıyla. Bir ev değil; bin ev sahibi olmak, bir yerde değil, her yerde; yazlıkta, kışlıkta. Tatları ertelemeden, “Binâ” okutmak.

Bazıları da aktif yıllarını nesli bina etmeye harcadılar. Binlerce gencin bir eksiğini tamamladılar; kiminin elbisesi, yol parası, kalacak yeri, yakacağı, yiyeceği. Eksiğini bütünleyince dönmeyen çarklar döndü, eğitim çarklarında şekil aldı. Toplumun inşasında, temeller, duvarlar, çatılar, kapılar, pencereler, kilitler, anahtarlar oluştu. Depremde yıkılan evlerin yerine, nice toplumsal depremlere dayanıklı kuşaklar yetişti. Bir bina maliyetiyle, yirmi yıllarda binlerce insan bina edildi; dimdik, yıkılmayan binalar.

Belki toplumu bina edenlerin bir evleri olmadı; ama bin evleri oldu.Talebeleri yurdun dört bir yanına dağıldılar. Kamu içinde yerlerini aldılar. Evler kurdular. Çocukları oldu. Farklı iller, farklı mevsimler, farklı kültürler, farklı diller; sonuçta farklı tatlar.

Toplumun bânîleri yola çıkınca; araç, ev, lokanta aramazlar. Her türlü marka ve model araç içinde seyahat etmenin tadına varırlar. Sofralar kurulur, gönülden pişmiş yemeklerle donatılmış. Evler hazırlanır, yataklar serilir, onları rahat ettirmek için. Kucaklarına bebeler verilir; sevsinler diye.

Hani bir zamanlar evler hazırlamışlardı, yedirip, giydirmişlerdi, yol paralarını vermişlerdi, eksik bir parçalarını tamamlamışlardı. Yıllar geçmiş, belki ev, arabaları olmamıştı. Az yemiş, az giymiş, nesillerin dertleriyle dertlenmişlerdi. Ne gam!.. Tat almışlardı ya; şimdi de almağa devam ediyorlar. Evler onların, araçlar onların, sofralar onların. Her ilde hanları var konaklamaya; lokantaları var yemeye; araçları var seyahat etmeye. Hem de bir değil; binlerce...

MUSTAFA SUNA


Makale Köşemiz

MollaCami.Com