Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Batıdaki islam düşmanlığının kökeni

BATIDAKİ İSLAM DÜŞMANLIĞININ KÖKENİ I
Halit ÖZDÜZEN


Genel hukuk kuralları çerçevesinde, güçlü olmak için haklı olmak gerekirken asrımızda haklı olmak için güçlü olmak yeterli konuma gelmiştir. Güç kavramı “hakkın” yerini alınca, adalet ilkesi de güce teslim olmak zorunda kalmıştır. Bunun sonucunda güçlüler zayıfları “ötekileştirerek” kültürel değerlerine, inanç ve düşüncelerine karşı tepki, onları aşağılama ve hatta yaşam hakkı tanımama gibi kitlesel düşmanlık kültürü oluşturmuşlardır.
Son yıllarda Batıda iyice belirginleşen “İslamofobi” kavramı sözcük olarak Türkçeye her ne kadar “İslam korkusu” olarak çevrilmekteyse de, aslında bazı çevrelerce bilinçli olarak yükseltilen İslam düşmanlığını kamufle amacıyla kullanılmaktadır. Psikososyal bir sözcük olan “fobi” Yunanca “phobos” kelimesinden türetilmiştir. Kaynaklara göre bu kavramın kökü Yunan mitolojisindeki Dehşet Tanrısına dayanmaktadır. Fobi, herhangi bir şeye karşı duyulan tedirginliği, olağan dışı korkuyu ifade etmekte ve insanın yaşamını olumsuz etkilemektedir. Ancak korku düzeyinin kişinin kontrolünden çıkarak rahatsızlık vermesi sonrası normal sayılacak bir korku, fobiye dönüşmektedir. Bu kavram bazı insanlarda rastlanan çeşitli fobiler gibi oluşarak, toplumda yaygınlaşmış olsaydı, bireysel ve toplumsal tedavisi oldukça kolay olacaktı. Fakat siyasi güçlerin toplum mühendisleri tarafından metodolojik bir plan dahilinde medya kullanılarak yaygınlaştırıldığı için uygulanacak toplumsal terapi yöntemi de aynı mecradan geçmektedir.
Uygulanan stratejide birileri özellikle Müslümanların sinir uçlarıyla oynayarak, onların tepki göstermesini sağlanmakta, bazen de bu tepki Libya, Yemen ve diğer bazı İslam ülkelerinde olduğu gibi amacını aşarak masum insanlara yönelebilmektedir. İşte o zaman da olayı tezgâhlayanların ellerine yeni kozlar geçtiğinden Müslümanların imajı altüst edilmektedir. Daha sonra toplumlara servis ettikleri materyallerle yeni korku dalgaları oluşturulmaktadırlar. Bu nedenle Müslümanlara ve onların kutsallarına yapılan hakaretleri İslamofobi olarak değerlendirmek veya bireylerin hataları olarak görmek ya da İslam’ın barışçılığı konusundaki bilgisizliklerine vermek aşırı saflık olur.
Batı toplumunun Müslümanlara karşı yaygınlaştırdığı olaylar, kronolojik sırayla ele alınarak incelendiğinde Dünya Müslümanlarının, birkaç merkezden yönlendirilen, bu güne kadar benzeri görülmemiş, psikososyal bir soğuk savaşla karşı karşıya olduğu görülecektir. Saldırı planlı olduğu için yapılacak karşı savunma da aynı strateji ile yürütülmesi gerekir. Aksi takdirde ne kadar haklı olunursa olunsun örgütsüz ve başıboş olarak verilecek her tepki karşı tarafın değirmenine su taşımaktan başka bir işe yaramaz.
Kışkırtmalar sonrasında Batının arkasına sığındığı fikir özgürlüğü kavramında da çifte standart bulunmaktadır. Müslümanlar, Peygamberlerine yapılan hakaretlerin benzerlerini Papaya hatta bırakın papayı İngiltere Kraliçesine yöneltseler, o toplumlar buna nasıl karşılık verirlerdi acaba? Fikir özgürlüğü diyerek geçiştirirler miydi?
Amacımız bazı çıkar grupları veya devletlerin İslam’a ve Müslümanlara karşı yürüttükleri sinsi planlara karşılık, onları düşman ilan ederek kamplaşma sağlamak ya da oluşmaya başlayan kamplaşmayı daha da derinleştirmek değildir. Yazımızda düşmanlığın kökleri ve bunların yeniden alevlenmesinin kimlerin işine yaradığını irdelemeye çalışacağız. Son kısımda ise, makro düzeyde gündeme gelmesinin yararlı olacağını düşündüğümüz bazı önerilerimiz olacaktır.
MÜSLÜMANLARIN HİRİSTİYANLARA BAKIŞI
Bugünkü Batı her dönemde olduğundan çok asrımızda antik Roma emperyalizminin bütün unsurlarını bünyesinde taşımaktadır. O nedenle Hz. İsa’nın öğretileri ve barışçıl yaşamı bir daha gün yüzüne çıkmamak üzere Vatikan ve kilise mahzenlerine kapatılmıştır. Tıpkı Hz. Musa’nın öğretilerinin milattan çok önce Yahudi toplumunca Babil sürgününde çölde ve Asur sürgününde Zagros Dağlarında kaybedildiği gibi…
Müslümanlarının çoğunluğu emperyalist batılı devletlerle halkları birbirinden ayırarak, halkları masum olarak görmektedir. Bunda en büyük etken günümüze kadar korunmuş olan Kur’an’ın emirleri ve Hz. Peygamberin uygulamaları çerçevesinde oluşan İslam’ın “Ehl-i Kitaba” bakış açısıdır. Hazreti Peygamber (S.A.S.) Mekke’den Medine’ye Hicret ettiğinde ilk siyasi uygulaması İki büyük Arap kabilesi ile Yahudi ve Hıristiyanları bir araya getirerek “Medine Sözleşmesi” denilen toplumsal mutabakatı oluşturmuştur. Bu mutabakatla ve aynı zamanda tarihin ilk, çok katılımlı anayasal metni ile Müslüman ve müşrik Araplara olduğu gibi Yahudi ve Hıristiyanlara da mal ve can güvenliği sağlanmıştır. Aynı gelenek Selçuklu ve Osmanlıda da sürdürülmüştür. Asırlarca İslam hâkimiyetinde kalan topraklarda halen Hıristiyan ve Yahudiler korkusuzca ibadetlerini yaparak inançlarının gereklerini yerine getirebiliyorlarsa bunu İslam’ın hoşgörü ve toleransında aramak gerekir. Yıllarca Müslümanların hâkimiyetinde kalan İspanya’da Hıristiyan ve Yahudilere aynı hoşgörü gösterildiği halde ülke Hıristiyanların eline geçince Yahudi ve Müslümanlara nelerin reva görüldüğüne tarih tanıklık etmektedir.
Yahudi ve Hıristiyanlar Kur’an’ı ve Hz. Muhammed (S.A.S.)’in Risâlet’ini kabul etmedikleri halde Müslümanlar Hz. Musa(A.S.) ve İsa (A.S.)yı Peygamber olarak kabul etmektedirler; çünkü Kur’an, “Deyin ki biz Allah'a; bize indirilene, İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene iman ettik. Onlardan hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve biz O'na teslim olmuşlarız.” (Bakara 2/136) ayetiyle Müslümanların bakış açısını belirlemektedir. Yine Kur’an’da pek çok ayette Müslümanların Ehli kitapla en güzel bir biçimde tartışılarak onların İslam hakkındaki yanlış düşüncelerinin düzeltmelerini sağlamada yardımcı olunmasına işaret edilmektedir. Müslümanların onlarla evlenmelerine izni verildiği gibi ürettikleri yemek ve içecekten helal olanlardan yararlanma izni de vermiştir.
Müslümanlar Hz. İsa’yı peygamber, annesi Hz. Meryem’i veli/azize ve bakire olarak kabul etmektedirler. Yine Hz. İsa’yı Âdem, Nuh, İbrahim, Musa(A.S) ile beraber sayarak o peygamberlere gösterilen derecede saygı ve tazim göstermekte, ismi her anıldığında Aleyhi Selam denilerek ilahi selam sunulmaktadır. Hz. Meryem İse, Peygamberimizin öğretisi doğrultusunda insanlığın annesi Hz. Havva, Hz. Musa’yı Firavunun sarayında koruyan Hz. Asiye, Hz. Muhammed (S.A.V.)’in eşi Hz. Hatice-i Kübra ve Kızı Hz. Fatıma(r.a.) gibi Müslümanların çok değer vererek kutsadığı yüce hanımlar arasında zikredilmektedir. Ayrıca Müslüman toplumlarında Musa, İsa ve Meryem isimlerinin oldukça yaygın oluşu da onlara duyulan saygının göstergesidir.
Türkiye Müslümanları olarak rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Batılı devletlerin İsrail'e verdikleri desteğine olan öfke hariç, Batı'ya yönelik metotlu bir düşmanlık taşıyan herhangi bir grup yoktur. İşin garip ve tuhaf olanı: Hz. İsa ve Hz. Meryem hakkında Yahudilerin neler düşünerek, onlara nasıl hakaretler yönelttikleri herkesçe bilindiği halde, maalesef günümüz Hıristiyanları Müslümanlara gösterdikleri düşmanlığın aksine onlarla dost olabilmektedirler. Hıristiyan ve Yahudi dostluğunun detaylarına girmek yazımızın boyutlarını aşacağından üzerinde durmayacağız, ancak İslamofobi ya da İslam düşmanlığını tezgâhlayanların başını çekenlerin A.B.D.deki Yahudi kökenli Neoconlar ve Yahudileşmiş Hıristiyanlar olduğunu da belirtmeden geçemeyeceğiz.
BATININ TOPLUMSAL YAPISI
Yukarıda da değinildiği gibi bugünkü Batı dediğimiz sosyoekonomik kültürel yapıda her ne kadar aydınlanma dönemiyle başlayan seküler kültürün izleri görülse de asıl temeli Greko-Roma sosyal sisteminin şekillendirdiği dünyevileşmiş Hıristiyan kültürü oluşturmaktadır. Bu kültüre XIX. yüzyıl sonrasında Yahudi kültürü de eklenince ekonominin yeniden şekillenmesi sonucu, toplumsal yapıda liberalizm ve kapitalizme dönüşüm sağlanmıştır.
Müslümanların çoğunluğunun zannı, İslami kültürde Kur’an ve Hz. Muhammed’in öğretileri hâkim olduğu gibi Hıristiyan ve Yahudi toplumlarında Hz. Musa ve Hz. İsa’nın öğretileri doğrultusunda semavi yapının korunduğudur. Bu düşüncenin nedeni, bazı filmlerde işlenen kilise ve papaz figürü ile Müslüman topluluklarda bolca faaliyet gösteren misyoner örgütlerin varlığıdır. Burada göz ardı edilen husus o filimler, kitaplar ve misyonerlerin arkasında bazı dini vakıf ve derneklerle maskelenmiş istihbarat örgütlerinin bulunduğudur. Misyonerler Müslüman coğrafyasında doğmuş fakat aile ve toplumsal bağları kopuk, gelecekten beklentisi bulunmayan, boşluktaki ümitsiz Müslüman gençleri çeşitli menfaat vaatleriyle yanlarına çekmektedirler.
Yahudi ve Hıristiyan topluluklardaki oldukça azınlıkta olan gerçek inançlıları bir tarafa ayırırsak Batıda din; Papalık, kilise ve havraların direnci ile ayakta durabilmektedir. Dini yaşamın özünü İman ve ibadet; toplumsal yapısını da aile ve cemaatin oluşturduğu göz önüne alınırsa, gerçek anlamda din ve dindar kavramlarının varlığından, hele hele mistik yaşamdan, söz etmek oldukça zordur. O nedenle dinler atlasında görülen Hıristiyan ve Yahudi nüfusun çoğunluğunu o dinlerin mensubu olarak değil de bazı ritüel ve kültürlerini yaşatan gruplar olarak görmek daha doğru olur.
Yukarda altını çizerek değindiğimiz gibi bu günkü Batı, tarihi süreçte bünyesinde pagan din ve kültürleri barındıran Roma İmparatorluğuna dönüşmüştür. Nasıl Roma inancı, çeşitli tanrıların mitolojik hâkimiyeti üzerine kurulu gözükse de asıl güç, yarı tanrı sayılan kralın elindeyse; bu gün de ekonomiyi tekellerinde bulunduran “tanrılaştırılmışâ€ tröstler ve onların hakimiyetinde bulunan devlet denilen örgütün elindedir. Kim ne derse desin, o devletlerin başkan ve parlamentoları sembolik olmaktan öteye geçemez. Çünkü kapitalist Batıda sessiz bir yasa vardır: “Para kimin elindeyse şef odur.” Nitekim istisnalar hariç, sermayenin desteği olmadan hiçbir parlamenter ve başkan seçilemeyeceği gibi, yasa da çıkarılamaz; patronların çıkarlarını zedeleyen yönetimlerin ayakta kalması da düşünülemez.
BATILILARIN MÜSLÜMANLARA BAKIŞI
İslam Hz. Muhammed (S.A.V) döneminde tebliğ ve Mekke müşrikleri ile yapılan mücadelelerle yayıldı. Âlemlere rahmet, barışın elçisi olan Hz. Peygamberin, eline kılıç almış olması İslamiyet’i yok etmek isteyen müşriklere karşı İslam’ı ve müminleri mücadeleye teşvik ve korumak içindir. Savaş meydanına kılıçla çıkmış olasına rağmen müşrik de olsa hiçbir insanın kanını akıtmamış, fakat onlar Bedir , Uhud ve Hendek’te doğrudan yaşamına kastetmişlerdir. Buna rağmen onlara sabır, şefkat ve merhamet duygularıyla yaklaşmıştır. Kendisine düşmanlık besleyip hayatına kastetmeye çalışan müşriklere Mekke’nin fethinde verdiği canlarını bağışlama (eman) tarihte başka komutanların galibiyetinde kolay rastlanan davranışlardan değildir. O nedenle de İslam, kısa bir dönemde geniş taraftar kitlesi bulmuştur.
Allah Elçisi (S.A.S.) aynı çağda yaşayan krallara ve meliklere mektuplar yazıp elçiler göndererek onları barış ve sulh yoluyla İslam’a davet etmiştir. Yüce Allah tarafından insanlığa barış ve esenlik olarak gönderilen Peygamberi; barbar, zalim ve kan dökücü olarak göstermeye çalışmak onu hiç tanımamak ve hayatını hiç bilmemekten kaynaklanmaktadır. Veya birileri özellikle O’nu kan dökücü olarak göstermekten zevk almaktadır. Engizisyon döneminde ve İspanyada yapılan katliamları Hz. İsa ve Hıristiyanlığa bağlamak nasıl yanlışsa İslam’ın yayıldığı dönemlerde gerek komutanlar gerekse emir, melik ve sultanların yaptıkları bazı hataları da Hz. Muhammed(S.A.V.) ve İslamiyet’le bağdaştırmak da o kadar yanlıştır.
Hıristiyan Coğrafyasında İslam’ın yayılması, Bizans’ın Suriye ve Şam eyaletinden sonra Kudüs’ün savaşsız bir şekilde Müslümanların eline geçmesi Avrupa’da oldukça büyük yankı uyandırmış, adeta toplumsal şoka girilmiştir. Şok dalgası yıllarca devam etmiş, daha sonra Selçukluların Anadolu’yu fethetmesi ile bu korku iyice yaygınlaşmıştır. Hıristiyan Dünyasının tek büyük örgütü olan Vatikan, İslam ve onu Peygamberi hakkında çok büyük yalanlar uydurularak Muhammedi (S.A.V) “sahte Peygamber” ve İslam’ı “şeytan dini”, Müslümanları da “şeytanın askerleri” olarak tanıtmışlardır. Kiliselerde cemaate papazlar tarafından, kasaba ve köylerde gezici vaizler yollanarak İslam ve Müslümanlar hakkında pek çok düzmece senaryo ve yalanlar uydurulmuştur. Yıllarca süren propaganda sonrasında Hıristiyanlar için ‘Müslümanlar birer şeytan’ olarak nitelenip, görüldükleri yerde öldürülmeleri mubah sayılmıştır. Kilisenin amentüsü haline getirilen bu düşünce günümüze kadar varlığını korumuştur.
O gün için planlı ve metotlu olarak yayılan korku ile insanlar Haçlı seferlerine hazırlanmıştır. Anadolu, Şam ve Kudüs’ün altın ve hazinelerle dolu olduğu yalanıyla Şövalye ve askerler harekete geçerken iştahları kabaran yoksul köylüler de orduya asker olarak katılmışlardır. Haçlı organizatörü Papa II. Urbanus haçlı ordusuna: “Gidin mukaddes beldeleri Müslümanların ellerinden kurtarın... Gidin ellerinizi kâfir Müslümanların kanlarıyla yıkayın!” diye teşvik ederek, onları kutsamıştır(!). Sefere çıkan Haçlıların yaptığı ilk icraat bir Hıristiyan/Rum başşehri olan Kostantinopolis/İstanbul’u ele geçirip yağmalayarak, binlerce Hıristiyan Rum kadın ve kızın ırzına geçmek ve ellerini Hıristiyan kanıyla yıkamak olmuştur!
Haçlı Seferlerinde ve başka dönemlerde Batının Müslümanlara karşı uyguladığı barbarca katliamları burada sıralamak bu yazının boyutlarını aşacaktır. Gerek haçlı saldırıları, gerek köleleştirme ve sömürge döneminde ve gerekse de Cezayir savaşında uygulanan vahşetler ortadadır. Asrımızda Filistin, Irak ve Afganistan’da yapılan insanlık dışı uygulamalar, bırakın Müslümanları, insaf sahibi batılı Hıristiyanların da tepkisini çekmiştir. Fakat bu tepkiler, Batı medyası tarafından ya göz ardı edilmiş ya da gazetelerde üçüncü sayfada küçük puntolarla verilmiştir. Bu durum, medyanın kimlerin elinde olduğunun göstergesidir.
Batı, İslam’ı misyoner raporları ve Oryantalistlerin anlatımları kadar tanımaktadır. Medyaya gelince bu materyallerden işine geleni kullanmakta, işine gelmeyenle ilgilenmektedir. Zaten soğuk savaşlar bu strateji üzerine kurulmaktadır. Yeri gelmişken Müslümanları kışkırtan A.B.D.’deki son filmin ana teması ile ilgili bir noktanın altını çizmekte yarar var. Tarihi gerçekler incelendiğinde Hz. Muhammed (S.A.V.), Hz. Aişe ile dokuz yaşında sözlenip, on beş ya da on altı yaşında evlendiği görülecektir. Fakat Oryantalistler her nedense sözlendiği yaşı evlenme yaşı olarak göstererek, Hz. Peygamberin şehvet düşkünü olduğunu ileri sürmektedirler. Bu yalana bırakın Batılıları, maalesef ülkemiz ve İslam coğrafyasında yaşayan ve onların etkisinde olan insanlarımız da inandırılmaktadır. İşin bir başka boyutu da, elimizdeki pek çok ansiklopedi ve Hz. Muhammed (S.A.V) yaşamıyla ilgili temel kaynakların Batılı oryantalistlerin kaleminden çıkan metinler ya da onlardan aktarmalar olduğudur. O nedenle toplumun güvendiği bazı yayın kuruluşlarının kitaplarında da bu tarz bilgilere rastlanmaktadır. Ayrıca Hadis kaynaklarında da Sahabe ve tabiine Hatta Hz. Peygamber’e atfedilen pek çok yanlış ve uydurma rivayetler de bulunmaktadır. Yapılması gereken, kaynaklardaki bu tarz yanlış bilgilerin ayıklanması ve Hadis kitaplarından isminde “sahih” olanlar, gerçek sahih ve sıhhatliye dönüştürülmesidir.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen gerek A.B.D. gerekse Avrupa’da Hz. Peygamber ve İslam hakkında gerçekleri dile getiren araştırmacılar da bulunmaktadır. Bunlardan biri de Karen Armstrong’dur.(D.1945/İngiltere) Eski bir rahibe olup şimdiki kariyeriyle dinler tarihi uzmanıdır. Altı yıllık manastır hayatından sonra manastırdan ayrılarak Üniversite edebiyat dalında eğitimini tamamlayıp, dinler konusunda araştırmaya başlamıştır. Din ve Peygamberler hakkında pek çok esere imza atmış bulunan Armstrong, Hz. Muhammed (S.A.V.) hakkında ayrıntılı araştırma yaparak “Muhammed Peygamber hakkında Bir Biyografi (1991)”* ve “Günümüzün Peygamberi Muhammed (2006)” isimli iki kitap yayımlamıştır. Bu güne kadar pek çok gazete televizyon kanalı, radyo ve internet sitelerinde kendisiyle yapılan söyleşiler yayınlanmıştır. Ünü dünyanın pek çok ülkesine yaygın bulunan yazarın biri Hz. Muhammed (S.A.V.)’le ilgili iki eseri Türkçeye çevrildiği halde ülkemizde bazı çevreler dışında yeteri kadar tanınmamaktadır. Armstrong ABD’nin geniş bir yayın alanı bulunan radyo kanalı NPR’da yaptığı söyleşide “Muhammed’in bizim gibi beşer olmasını sevdim. Onun hayatı hakkında bildiklerimizi başka hiçbir dinin peygamberi hakkında bilmiyoruz. İsa’dan çok sonra geldiği için ayrıntılı bilgi var hayatı hakkında. İlk siyerciler onun hayatının her yönünü yazmışlar. Sadece mutlu taraflarını değil, sıkıntılarını da anlatmışlar. Hanımlarıyla problemlerini bile aktarmışlar. İnsanlar genelde Muhammed’in birçok eşle eğlenceli bir hayat yaşadığını düşünür. Oysa hakikat çok daha farklı… Doğrusu, çok sayıda eşinin bulunması Muhammed için bir nevi eziyetti, baş ağrısıydı denilebilir. O eğlence için değil, politik nedenlerden dolayı çok evlilik yapmıştı.”(1) diyerek pek çok Müslüman’ın dahi kafasındaki şüphe tohumlarını ayıklamıştır.
Yöneticilerin olduğu gibi, hiçbir Müslüman araştırmacının veya Müslüman eylemcinin yanlış düşünce ve davranışları İslam’a mal edilemez. İslam’ı öğrenmek isteyen kişi, Kur’an ve Hz. Peygamberin sünnetine bakmalı ve O’nun hayatını incelemelidir. Kur’an’a göre, masum bir insanı öldüren, bütün insanlığı öldürmüş kadar büyük bir günah işlemektedir. Yine bir insanı dirilten (ölmesine mani olan da) bütün insanlığı dirilmiş gibi büyük bir sevaba nail olmaktadır. (Maide 5/32) Batılı oryantalistler bu ayeti görmezden gelerek Peygamber efendimiz dönemindeki müşrikleri hedef alan ayetleri öne çıkararak yıllarca Kur’an’ın Müslümanların bütün Hıristiyanları öldürmelerini emrettiğini ileri sürmüşlerdir. Yine bazı Müslüman araştırmacılar da Kur’an’daki cihatla ilgili ayetleri yanlış yorumlayarak karşı tarafın eline büyük kozlar vermişlerdir. Peygamber Efendimizin tesbitiyle “Cihadın en büyüğü kişinin kendi nefsiyle yaptığı” cihattır!
İslam’ın on dört asırlık geçmişinde Müslümanların insanlığa sunduğu pek çok bilimsel ve teknik buluş vardır. Günümüzde de Müslüman bilim adamları insanlığın hayrına pek çok proje üzerinde çalışma yapmaktadır. Bütün bunlar göz ardı edilerek, Müslümanlar, günümüzde haddini bilmez birkaç şahıs ve teröristin yaptıkları yanlışlarla mahkûm edilemez. Kaldı ki o örgütlerin A.B.D ve İsrail’in istihbarat elemanları tarafından kurulduğu da bilinmektedir. Kendi yurtlarını savunan Filistinliler ve diğer Müslümanlara gelince, İşgalcilerin gözünde terörist olarak nitelenseler de onlar birer vatanseverdir. Esas teröristler onları yurtlarından çıkartarak arazilerini ellerinden alan işgalcilerdir.

13Paylasim icin Tesekkurler


Makale Köşemiz

MollaCami.Com