Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Bir Hazin Bülbül Hikayesi

"Andelib-i zâr› berg-i gülle tekfin ettiler
Bir ‘Gülistan’ beytini üstüne telkin ettiler"

Özbekistan'da bulunduğu yıllardaydı... Gurbetin mahzun havasını iliklerine kadar hissediyordu. Günde ancak birkaç saat yayın yapılmasına izin verilen TRT-Avrasya kanalını açtı. Hüzünlerini dağıtmak için bir yol arıyordu.

Kendi dilinde yayın yapan bir kanalı, kısa süreli de olsa dinlemek, güzel bir duyguydu. Televizyona baktı; TRT'nin sunucusu, "gurbet türkülerini" anons ediyordu. Türküleri pek beğendiği için "Hah!... Tam bana göre; biraz neşeleneyim" dedi. Köşedeki kanepenin üzerine oturdu; dinlemeye başladı. "Bir yiğit gurbete gitse gör başına neler gelir..." sözleri, beynini ağ gibi sardı. Türküleri sevmesine seviyordu ama bir türlü neşelenemiyordu. Bu türküyü bitinceye kadar dinledi. Arkasından anons edilen başka bir şarkı şöyle başlıyordu: "Gurbet o kadar acı ki, ne varsa içimde..." Sabırla bekledi. Biraz dinledikten sonra buğulu gurbet havası, kafasıyla beraber kalbini de sardı. Kaşlarını çattı; burun delikleri genişledi; derin derin nefes alıp veriyordu. Bir süre dinlemeye çalıştı ama şarkının sonunu getiremedi. Başını ellerinin arasına aldı; hüngür hüngür ağlamaya başladı.

Gurbetin mahzun havası her tarafını kaplamıştı. Hummalı bir hasta gibi ateşler içinde yanmaya başladığını fark etti. Kalktı; lâvaboya doğru ilerledi. Elini yüzünü yıkadıktan sonra gelip kanepeye oturdu. Hiç hareket etmedi; bir süre öylece bekledi. Sonra mendille burnunu silip ayağa kalktı. Canı çay içmek istemişti. Mutfağa doğru yürürken telefon sesiyle irkildi. Kadim bir dostu arıyordu. Özbek edebiyatına vukufiyetiyle tanınan bir kişiydi bu. Özbek dilinin, yaşayan büyük ustalarından sayılıyordu. Telefonda bu sesi duyunca, yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. Arkadaşı, akşama evine çaya gelmek istediğini ve kendisine bir sürprizi olduğunu söylüyordu. Sevinmişti İhsan Bey. Telefonu kapattıktan sonra kendi kendine, "vefalı dost; inayet, hatta siyanet gibidir" diye mırıldandı.

Erkin Eke1 akşamın alaca karanlığında, içinde bülbül olan bir kafesle çıkageldi.

-Bu, benden sana hediye, dedi.

İhsan Bey:
-Erkin Eke, bu da nereden çıktı? diye takıldı.
-Sana doğum günü hediyesi olarak getirdim, dedi Erkin Eke.

İhsan Bey, son derece mutlu oldu. Bülbülün bulunduğu kafesi, masanın üzerine koydu ve birlikte sohbete daldılar. Arada bir, karşıda duran kafesteki bülbüle bakıyorlardı.

Bülbül, sohbetleri bitinceye kadar hiçbir tepkide bulunmadı. Arkadaşı, kalkmak için izin istediğinde saat yirmi dördü vuruyordu.

İhsan Bey, Özbek dostunu uğurladıktan sonra bülbülü uzun uzun süzdü. Bir bülbülü ilk kez bu kadar yakından görüp inceliyordu. Bülbülü süzerken bir an daldığını fark etti ve başını iki yana sallayıp kendi kendine mırıldandı: "Senin adına ne hikâyeler söylendi ey bülbül; ne aşklar yaşandı. Dünya döndükçe senin efsanen hiç bitmeyecek!..."

Zaman epeyce ilerlemişti... İhsan Bey esnemeye başlamıştı. Sıkıntılı bir günün yorgunluğunu iyiden iyiye hissediyordu. Ayağa kalktı; bülbüle döndü:

-Sana ve bana iyi geceler olsun güzel kuş!... dedi.

Sabahleyin saat sesi yerine kuş sesiyle uyandı İhsan Bey. Önce rüya gördüğünü sandı ama değildi. Evine getirilen bülbülün sesiydi bu. Yatağından kalkıp perdeyi araladı; dışarıda inanılmaz derecede güzel bir bahar güneşi gülümsüyordu. Nisan ayında Semerkant'ta böyle havalar bulmak mümkündü ama iki haftadan beri yağan kar ve şehre çöken soğuk, bu güneşi daha da anlamlı kılmıştı.

İhsan Bey:
-Senin sesinle uyanmak ne güzelmiş, dedi bülbüle. Kuşluk vaktine kadar evde oyalandı. "Nasıl olsa bugün cumartesi, acelem yok..." dedi. Öğle vakti yaklaşıyordu. Dışarı çıkacaktı ama bülbül durmadan ötüyordu. İhsan Bey'in dışarı çıkmasını sanki istemiyordu. Akşamın önünde eve döndü İhsan Bey. Kapıdan girer girmez bülbül tekrar şakımaya başladı. Bir süre bülbülle dertleşti.

-Hüzünlü gibi bir hâlin var... dedi ona. "Yoksa gurbette olduğum için bana mı öyle geliyor?..."

-Sen mahzun olma!... dedi bülbüle. Akşam güneşi, Kaşkaderya 2 dağının üstündeki karları yalayarak çoktan kaybolmuştu ama bülbül bir türlü susmak bilmiyordu.

İhsan Bey, çareyi dostuna telefon etmekte buldu:
-Erkin Eke! Senin bıraktığın bülbül, dünden beri hiç durmadan ötüyor, dedi. Bir derdi mi var acaba?... Haydi biz şarkın çocuğuyuz, "hüzün bize yakışır" ama senin getirdiğin bülbül niçin böyle?...

Özbek arkadaşı takıldı:
-Sen şarklısın da bülbül garplı mı dostum? O da şarkın bülbülü... ½arkı söylese bile hüzünlü söyler. Onun tek derdi, içine girdiği kafes; başka bir şey değil...

Bülbül, o gün de yine akşama kadar hiç durmadan öttü. İhsan Bey akşama, kırmızı bir gülle eve döndü. Bülbüle yoldaş olması için almıştı bu gülü. Bülbül, gülsüz olur muydu hiç?... Kırmızı bir gül, belki bülbülü teselli edebilir, diye düşündü. Kırmızı gülü kafesin içine koydu ve kenara çekildi. Bülbül, durmadan ötüyordu. Bülbülün önce güle serenat yaptığını düşündü İhsan Bey, ama neden sonra böyle olmadığını gördü. Çünkü bülbül, güle bakmıyordu bile. Bu ötüş, bir şakımadan çok inlemeye, bir gazelden çok mersiyeye benziyordu. Ortalığı hüzünlü bir hava kaplamıştı. Tekrar Özbek dostunu aradı:

-Bülbül için kırmızı gül getirip kafesin içine koydum ama hiç ilgisini çekmedi. Bu bülbül şadman değil... dedi. Özbek dostu:

-Koca Nevaî'yi hatırlasana... dedi ve devam etti:

Gurbette kişi şadman bolmas emiş
El anga şefik ü mihriban bolmas emiş
Ger kafes içre kızıl gül bütse
Bülbülge tiken dek aşiyan bolmas emiş3

Bu nasıl bir sözdü böyle?... Özbek dostu İhsan Bey'in bam teline dokunmuştu. Bu dörtlük, yaşanılan her şeyi ne kadar da güzel özetliyordu?!... Kafeste feryat eden sanki Nevaî'nin bülbülüydü. Ahîze, İhsan Bey'in elinde titremeye başladı:

-Ağzın bal yesin, n'olur bir daha söyle!... dedi İhsan Bey. Özbek dostunun söylediği bu dörtlüğü bir bir yazdı; sonra da, "sizi tekrar arayacağım" deyip telefonu kapattı. İhsan Bey Nevaî'nin bu dörtlüğünü uzun süre kendi kendine tekrarladı; bazen duygulandı; bazen ağladı; ama bülbülü susturamadı. Aynı gün akşam, Türkiye'ye dönmek için günlerdir beklediği haberi aldı. Kendisinin bir haftaya kadar Türkiye'ye dönmesi gerekiyordu. İhsan Bey, ertesi günü Özbek dostuna üniversitede bu haberi verdi. Sevinçliydi ama dostlardan ayrılmak da sabır istiyordu. Erkin Eke, İhsan Bey'e Sadi-i ½irazî'nin: "Candan ümidi kesmek kolaydır ama can dostlarından ümidi kesmek zordur" sözünü hatırlattı. Arkasından:

-Hayat fani, dostluklar baki, dedi.
-Beni düşündüren bir problem var, dedi ihsan Bey.
-Nedir o? Söyle!... dedi Özbek dostu.
-Bülbül n' olacak bülbül?...
-Türkiye'ye götüreceksin!
-Bu mümkün değil Erkin Eke!
-Neden?

-Gurbetin hâlini biliyorsun. Ben gurbetten kurtulmanın sevincini yaşarken bülbül ikinci bir gurbet yaşasın istemem.

İhsan Bey, hafta içinde Türkiye'ye dönme hazırlıkları yapacağı için, bülbülü Özbek arkadaşına bıraktı. Aradan henüz iki gün geçmişti. Özbek dostuyla üniversitenin koridorunda karşılaştı. "Biliyor musun?" dedi Özbek dostu, "Bülbül, bana geleliden beri, kafesin bir kenarında boynu bükük duruyor. O gün bu gündür hiç ötmedi. Bu bülbülün yaşaması biraz zor!..." İhsan Bey: "Akşam size uğrar da geçerim eve. Bülbülü bir göreyim; n'olur n'olmaz" dedi. Akşam olunca bir piyale 4 çay içmek için Özbek dostunun evine uğradı. Birlikte salona geçtiler. Bülbül, bir kenarda gözleri kapalı, boynu bükük bir hâlde duruyordu. Heyecanı, göğsünün inip kalkışından belliydi.

-Bu bülbül yaşamaz, dedi Erkin Eke. İhsan Bey, eliyle kafesi hafifçe sallayınca bülbül, birdenbire tünediği tele sıçradı. Mahzun mahzun etrafa bakıyordu. Bir süre sonra iki dost sohbete daldı. Aradan birkaç dakika ya geçmiş ya geçmemişti ki, bülbülün ötüşü duyuldu.

-Bu bülbülün seninle gitmesi gerekiyor; bu sana alıştı. Hem Türkiye gurbet sayılmaz bu bülbül için... dedi Erkin Eke.

İhsan Bey, uzunca bir süre düşündü, taşındı ve sonunda bülbülü Türkiye'ye götürmeye karar verdi.

İşte bülbülün, Türkiye'ye böyle bir geliş macerası vardı. Hatta gümrükten geçerken görevliler, bülbül için dolar karşılığı ücret bile istemişti.

Mayıs ayının sonlarıydı. İstanbul, bahar havası yaşıyordu. Bülbül de, İstanbul'un havasına suyuna çok çabuk uyum sağlamıştı. Bülbülün üzerindeki o cansız, ölü hava kalkmıştı; neşesi yerine gelmişti.

İhsan Bey, Çengelköy'deki evine yerleşmişti. Bülbül, boğazı tepeden seyrediyordu. Bahar mevsiminin de etkisiyle, bülbülün üzerindeki hüzün, her geçen gün yerini neşeye bırakıyordu.

Bülbül, İhsan Bey'i iyiden iyiye benimsedi. Bülbülün üzerindeki hırçınlık kalkmıştı; ruhundaki fırtınalar dinmişti. İhsan Bey, bülbülün bu hâlinden memnundu. Gündüzleri evde başka birisi olmadığı için bülbülü kendi hâline bırakıyordu. Akşam olunca kafesinden salıyor ve salonda uçması için serbest bırakıyordu. Bülbül, salonu şöyle bir kolaçan ettikten sonra gelip İhsan Bey'in omzuna konuyordu. Muhabbet kuşu kadar insana yakın bir bülbüldü. İhsan Bey'in elinden yem yemeye başlamıştı.

İhsan Bey, bir gün yine bülbülün kafesini açtı ve salonda uçmasına izin verdi. Bir ara sigara yakmak için balkona çıktı ve dalgınlıkla balkon kapısını kapatmayı unuttu. Bir de ne görsün?!... Bülbül, balkona uçmuş ve İhsan Bey'in omzuna konmuştu. Kaçmıyordu; uzaklara gitmek istemiyordu. İhsan Bey, o günden sonra bülbülü hep serbest bıraktı. Bülbülün yemi, suyu kafesin içindeydi ama kafesi sürekli açıktı.

Evin önünde bulunan bahçeye üç seneden beri el değmemişti. Bahçe işlerinden anlayan birilerinin çevreyi düzenlemesi gerekiyordu. Haziran ayı çıkmak üzereydi. İstanbul'da, bahar serinliğinden daha çok yaz sıcaklığı hissediliyordu.

Bir hafta boyunca iki bahçıvan, bahçeyi güzelce elden geçirdiler. Saksılardan çiçeklere kadar her şeye el değdiği belli oluyordu. Boyası dökülmüş eşyalar yeniden boyanmıştı; kurumuş çiçeklerin yerine yenileri dikilmişti; gül fidanları da güzelce budanmıştı.

Bir hafta geçmeden ihsan Beyin bahçesinde boy boy gül fidanları yükselmeye başladı. İhsan Bey; cumartesi, pazar günleri masa ve sandalyeleri bahçeye çıkarıyor, güllerin arkasından boğazı seyrediyordu. Yine böyle bir cumartesi günü bahçeye çıktığında salondaki bülbülün yanık sesini duydu. Bülbül, yırtınırcasına ötüyordu. İhsan Bey bu ötüşten tedirgin oldu. Semerkant'ı hatırladı. Orada, bülbülle geçirdiği zorlu günleri düşündü ve büyük bir cesaretle bülbülü serbest bırakmaya karar verdi. Bülbül, İhsan Bey'in omzuna kondu; hiç kımıldamadan onunla beraber bahçeye indi.

Tomur tomur, iri, kırmızı güller bahçeye hayat veriyordu. İhsan Bey, omzunda bülbülle, gülleri suluyordu. Kırmızı tomurcuk gülleri olan bir fidanın dibine eğildiği sırada bülbülün, omzundan uçup gül fidanına konduğunu fark etti. Kaçmasından korktu. Gül fidanının üzerinde kıpır kıpırdı bülbül. Bir yukarı çıkıyor; bir aşağı iniyor; yan yatıyor; takla atıyor ama asla ötmüyordu. Sanki iki sevgili birbirini bulmuş da söze gerek kalmamış gibiydi. Aradaki perde kalkmıştı; her şey doğrudan cereyan ediyordu. İhsan Bey, bülbülün güle ilgi duyduğunu açıkça görebiliyordu. Çiçeğin ortasında gezinen bal arısını izler gibi uzun süre bülbülü izledi. Bülbülün, gülü koklayışına, gül tomurcuğuna yüzünü, gözünü sürüşüne bakakaldı. Gülle bülbüle dair nice macera duymuştu ama canlı olanını hiç böylesine yakından görmemişti. Neden sonra yorulduğunu hissetti ve sandalyesine oturdu. Bülbül durmak bilmiyordu.

Bülbülün yorgun düşeceğinden endişe eden İhsan Bey, bülbülü alıp kafesine koydu. Bahçede çalışmaya inecekti ki, bülbülün sesi duyuldu. Önce ilgilenmek istemedi bu sesle. Ama ses, gittikçe acıklı bir hâl alıyordu. İhsan Bey, bülbülün eski hüznünün tekrar nüksetmesinden korkuyordu. Kafesi tekrar açmaya karar verdi. Bülbül, salonun her tarafında bir güzel uçtu ama dışarı çıkmak için açık bir yer bulamadı. İhsan Beyin omzuna kondu. Onun yardımına ihtiyacı var gibiydi. İhsan Bey bahçeye çıkar çıkmaz bülbül hemen gül tomurcuğuna uçtu, susmuştu. İncecik bir gül dalının üzerinde hareketsizce duruyordu. İhsan Bey merakla baktı. Tomurcuk gülün henüz açılmamış olan bir yaprağı dalın üzerine düşmüştü. İhsan Bey, güle biraz daha yakından baktı. Düşen gül yaprağı, dikenin üzerine gelmiş ve diken, gül yaprağının ortasını delip geçmişti. Bülbül, bir tomurcuk güle, bir ortasından diken geçmiş gül yaprağına baktı ve kendini yere attı.

İhsan Bey koştu; bülbülü eline aldı ama bülbülde hiçbir canlılık belirtisi göremedi. Dakikalarca acil müdahale yollarını denemesine rağmen bir türlü bülbülü kımıldatamadı. Bülbül ölmüştü. Bahçe kenarında, nazik çiçekleri koymak için kestirilmiş, üzeri boş bir mermer vardı, ihsan Bey, bülbülü mermerin üzerine koydu ve gül fidanının yanına çömeldi; uzun uzun güle baktı; kopan yaprağın bağrına saplanan dikeni seyretti; sonra da dudağından şu sözler döküldü:

Gül hâre düştü, sînefigâr oldu andelib
Bir hâre baktı bir güle, zâr oldu andelib5

Gerçekten de bülbül, bir güle, bir dikene bakıp ölmemiş miydi?... Ne yapacağını bilmiyordu. Üzülmüştü. Bir yakınını kaybetmiş gibiydi. Uzaktan, mermerin üzerinde yatan bülbülün hareketsiz hâline baktı; çok duygulandı. Karşısında sanki bir cenaze vardı. "Semerkant'ta doğup İstanbul'da hayata veda eden âşık bir bülbül için sade ama anlamlı bir cenaze töreni yapmalıyım" diye düşündü. Kollarını sıvadı; bülbülün can verdiği gül fidanının dibini elleriyle kazmaya başladı. Sonra bülbülü, bulunduğu musalla taşından, gül fidanının yanına getirdi. Ortasına diken saplanmış gül yaprağını çekip aldı ve tomurcuktan birkaç yaprak daha kopardı; bülbülü, kırmızı tomurcuk gül yapraklarına güzelce sarmaladı ve kazdığı yere bıraktı:

-İşte sana yakışan kefen budur ey âşık-ı şeyda!... dedi. Üzerini özenle örttü. Ayrılmak zor geliyordu. Bülbülün mezarı başında bir nefis muhasebesi yaptı. Her şey tamam mıydı acaba?... Eksik kalan bir şey var mıydı?...

-Gülün derdiyle gitti; ben de gül yaprağına sarmalayıp defnettim, dedi.
Bülbülün mezarı basında bir şeyler mırıldandı:

-Bu da sana yakışır bir telkin oldu ey bülbül!... deyip mezarın başından ayrıldı. İhsan Bey, bülbüle mezarı başında acaba nasıl bir telkin vermişti?... Bunu kendisinden başka kimse bilmiyordu. İhsan Bey'in notu, Özbek dostuna ulaşınca anlaşıldı bütün mesele... İhsan Bey, notunda şöyle diyordu:

Andelib-i zârı berg-i gülle tekfin ettiler
Bir Gülistan beytini üstüne telkin ettiler6


Dipnotlar

1.Özbekler'de büyüklere karşı kullanılan saygı ifadesi
2.Özbekistan'da küçük bir vilâyetin adı
3."Gurbette kişi neşeli olmaz imiş
Başkası ona kol kanat germez imiş
Eğer kafes içinde kırmızı gül bile bitse
Diken ona daha rahat bir yuva olurmuş"
4.Çay içmek için kullanılan sapsız fincan
5."Gül dikene düşünce, bülbülün sinesi yaralandı
Bülbül, bir güle, bir de dikene baktı, oracığa yığılıverdi"
6.Aşk derdinden inleyerek ölmüş olan bülbülü, gül yaprağına sarıp defnettiler
Üstüne de, telkin olarak "Gülistan" dan bir beyit okudular"



Şeref YILMAZ

teşekkürler...emeğine sağlık..

teşekkürler emeğine sağlık....

ben tşk ederim ilginize...


Hikayeler

MollaCami.Com