Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Bir Ateistle Münazara

Bir Ateistle Münazara
Bir üniversite öğretim üyesinin inanç ve din hakkında ileri sürdüğü iki iddiaya verilmiş uzunca iki cevabı okuyacaksınız şimdi. Aslında kendisiyle çok daha uzun yapılmış bir münazaranın şimdilik yayınlanmasını uygun gördüğümüz küçük bir bölümü bu. Ateist bir insanın din ve inanca tipik bakış açısını yansıtan bu iddialarla çoğu ortamda karşılaşmak mümkün. Ama maalesef her zaman kendilerine doyurucu cevaplar verilebildiğini söylememiz zor. Ve bu yapılmadığında, yine maalesef ki, zayıf pek çok argüman gereksiz yere dolaşımda kalmaya ve genç insanların aklını çelmeye devam ediyor. Aşağıda yer alan cevaplar, işte bu açığa küçük bir katkı olarak değerlendirilebilir. Geriye ise, iki farklı dünyanın temsilcilerinin bir araya gelmesinin bazen insanı zenginleştiren bir serüvene dönüşebileceği ihtimaline vurgu yapmak kalıyor.

FATİH Bey, bakış açılarımız ve dahi inançlarımızın çok farklı olduğunu düşünüyorum. Ben her şeye şüpheyle yaklaşan biriyim. Siz ise “kulsunuz.” Dolayısıyla farklı bir şey düşünecek olsanız, “Nefistendir, şüphe dinden imandan eder” diye vazgeçersiniz.”


İfadenizden ‘inanç’ ile ‘şüphe’ arasında derin bir uçurum olduğunu kabul ettiğiniz anlaşılıyor. Doğrusu, Descartes’ten beri bu şüphe konusu, metodik şüphe vesaire denilerek, epeyce öne çıkarılan bir kavram oldu. Ben ise, inanç ile şüphe arasında bu denli keskin bir ayrım yapılabileceği kanaatini taşımıyorum.

Şimdi, herhangi bir şeye inanan biri, illâ o inandığı şeyle ilgili niçin bütün şüphe kapılarını kapatmış olsun? Veya bir konuda şüphe eden kişi, niçin bu şüphesinin sonucunda belli bir neticeye ve inanca varamasın? Hâlbuki her iki ihtimal de son derece muhtemel bana göre.


BU meselede, insanın tabiî doğasını göz ardı etmenin menfi sonuçlarını yaşıyoruz. İnsanın ikili bir tabiata sahip bulunduğunu unutuyoruz. Tıpkı bir denizde önce fırtınalı bir havada coşan azgın dalgaların ardından sakin, çarşaf gibi bir deniz manzarasıyla karşılaşmamız gibi; insanın da önce ruhunda fırtınalar kopup her şeyden şüphe edip daha sonra inanıp iman ederek sükunet bulabileceğini ve bunun da insan tabiatının normal işleyişi içinde gayet anlaşılır bir durum olduğunu görmemiz gerekiyor. Özetle, insan aynı bünyede hem şüphe eder, hem inanabilir. Önce inanıp sonra şüphe edebileceği gibi, önce şüphe edip sonra inanabilir. Bizim insanları “şüphe eden” ve “inanan” olarak ikiye ayırmamız, bu bakımdan son derece sunî. Bu tip sınıflamalar, aklın ve felsefenin kategorileştirme yapmasından ileri geliyor. Dolayısıyla gerçek değil, farazi!

Ayrıca, bu meselede çok yanlış olarak, Hıristiyanî dogma anlayışı öne sürülerek zayıf bir genellemeye gidiliyor. Evet, Kilise’nin dogma olarak kabul ettiği şeylerin değişme imkânı yoktu. Eğer Kilise “Dünya düzdür” diyorsa, hiç kimse buna itiraz edemez, bundan şüphe dahi duyamazdı. Orada esas problem, Kilise’nin bir kurum olarak dinin en üst otoritesini temsil etmesiydi. Ve bu otorite, din adamlarının kendi kendilerine atfettiği bir otorite olduğu için çok katı yorumlandı. Öyle ki din adamları kendilerini neredeyse Tanrı’nın yerine koydular ama Onun engin şefkat, merhamet ve müsamahasını pek tabii ki insanlara yansıtamadılar. Dolayısıyla, insanların söyledikleri söze karşı çıkmasına, hatta şüphe etmesine bile izin vermek istemediler. Onlar “Dünya düzdür” diyorsa, o şekilde kabul etmeye zorladılar insanları.

Fakat bir başka İbrahimî din olan İslâm’da böyle bir dogma anlayışı kesinlikle yoktur. İslâmiyet, ortaya koyduğu bütün argümanların tartışmaya (şüpheye) açık olduğunu, incelenip o şekilde kabul edilmesini en başta kendisi talep etmektedir. Bu konuda pek çok Kur’an ayetinde yer alan “Görmüyorlar mı?” “Bakmazlar mı?” “Akletmezler mi?” şeklindeki ifadeler, insanları kendi akıl ve kalpleriyle meseleleri tetkik etmeye teşvik etmektedir. Hatta kâmil mü’minler taklit düzeyinden tahkik düzeyine geçememeyi, bir Müslüman için büyük bir eksiklik olarak kabul ederler.


BİR başka nokta da şu, bu konuda: Her nedense kendilerini “şüpheci” görenler, hiçbir delile dayanmadan, şüphenin inançtan daha üstün bir mertebe olduğuna hükmediyorlar. Bence bu da sorgulanması gereken bir şey. Niçin şüphe inançtan üstün olsun ki? Şüpheye bu üstünlüğü veren ne? Aksine, ben eğer inanç ile şüphe arasında bir mertebelendirme yapılacaksa, üst sıraya inancın konması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü inanç bir hedefe (veya anlam’a) ulaşmış olmayı ifade eder. Şüphe ise hâlâ yolda olmak anlamına gelir. Diğer bir açıdan, inanç bir merkeze sahip olmayı ifade ederken, şüphe kararsızlığı, dolayısıyla kargaşa ve düzensizliği ima eder.


BELKİ şu söylenebilir. Bir insan ister şüphe burcunda olsun ister inanç burcunda… Önemli olan, bu işin hakkını vermektir, adabına uygun hareket etmektir. Meselâ, şüphenin adabı, şüpheyi bir meslek haline getirmemektir. Şüphe eden kişi, hakikat delillerini gördüğü anda sırf inat ve garezle şüphelerinde ısrar etmemelidir. Ve inanılması gereken şeye inanmalıdır. Bunun aksi, şüpheyi takıntı haline getirmek olur ki gerisi psikiyatrinin sınırlarına girer.

Öte yandan, inanan kişi de, elbette aynı tutuma sahip olmalıdır. İnandığı meselede kafasını kurcalayan bir nokta ortaya çıktığında veya göz önüne alması gereken bir durumla karşılaştığında, gözünü “gerçeğe” kapatmamalıdır. İnancıyla ve muhakeme gücüyle, o gerçeğin üzerine merdane gitmelidir. Zaten bunu yaptığında, eğer inandığı şey hakikat ise, inancının daha da kuvvet bulduğunu görecektir. Burada özetlediğim durumu, mutasavvıflar “akleden kalp” diye yorumlamışlardır. Yani, kalp her şeyi akıl süzgecinden geçirecek ve öyle inanacaktır. Kamil mü’minlerin yolu budur.


“Böyle söylüyorsunuz ama şunu da unutmayın ki, insanın varlık âleminde kendi başına sorular sorması çok müşkül bir şeydir. Sizin şimdilik durumunuz kolay. Çünkü, din sizin düşüncenizin üzerinde ve sizi kontrol ediyor.”


Önce, “insanın varlık âleminde kendi başına sorular sorması”ndan başlayalım. Din, insanın varlık âleminde kendi başına sorular sormasına engel değil ki! Neden bu ifadeyi kullandığınızı anlayamadım. Din, sadece, insanın varlık âleminde sorabileceği en büyük sorulara verilmiş en derli toplu cevaplar manzumesidir. Nedir o sorular: “Neciyim, nereden geldim ve nereye gidiyorum?” İşte din, bu sorulara cevap veriyor. Yoksa bu soruların önünü kesmiyor ki!


BENCE siz “insanın varlık âleminde kendi başına sorular sorması çok müşküldür” derken, insanın soracağı sorulara kendi başına cevaplar bulmasının zor olduğunu kastediyor olmalısınız. Zira, üzerinde yaşadığımız yeryüzü, uzay, kâinat ve bunların yanı sıra ruh ve bedenimiz, duygu ve düşüncelerimiz… O kadar karmaşık ve çok bilinmeyenli bir denklem koyuyor ki önümüze, insan olarak bırakın tek başına, tüm insanlık bir araya gelsek, kendi başımıza sağlam bir cevap üretmekten aciz kalıyoruz. Müşkülât burada!

Bu müşkülatı, var oluş felsefecileri yaşadı. Varlığı alabildiğine sorguladılar. Ama dinin önerdiği gibi ve önerdiği şekilde, anlamlı bir neticeye ulaşamadılar. Meselâ, Jean Paul Sartre, insandan hareketle ve insanın imkânlarıyla çıktığı var oluş sorgulamasında aklen ve ruhen yenik düşerek, tüm hayatı bir saçmalık olarak nitelemekten kurtulamadı. Bir romanında geçtiği gibi, bir deniz kıyısında su üzerinde taş sektiren genç delikanlıya, ne yaptığı işi, ne elindeki taşı, ne denizi, ne de kendisini anlamlı kılacak hiçbir mantıklı açıklama sunamadı ve genci kendi iç sıkıntısıyla baş başa bırakarak hikâyeyi başka bir mecraya sürüklemek zorunda kaldı.

Bahsettiğiniz müşkülat, böyle bir şey olsa gerek! Tamam, burada bir zorluk var, ama bu zorluğu, insanın kendisi üretiyor. Sizin gibi düşünen insanların bir kısmı, düşüncelerini hep insana yasladığı için sonuçta hep bir çıkmaz sokakta karar kılıyor. Dış dünyada kâinatın sonsuzluğu, iç dünyada ruhlarımızın derinliği, insanın elini kolunu bağlıyor.

Bence burada, insanın kapasitelerine olan sarsılmaz güvenimizle ilgili biraz sorgulama yapmaya ihtiyacımız var. Demek ki, insanın kendi düşünme potansiyeliyle bir yere varamıyoruz. O halde, başka kaynaklara da biraz kulak vermemiz gerekmiyor mu? Neden dinin cevaplarını önyargısız bir bakışla değerlendirmiyoruz? Neden ona bir fırsat tanımıyoruz? Göreceksiniz ki, en büyük müşkül sorulara en ikna edici cevaplar yine dindedir. Ne bilim, ne felsefe… Bu konuda pederleri olan dinin eline su dökemezler.

Dinin bizim düşüncelerimizi kontrol etmesine gelince, evet biz sadece düşüncelerimizi değil, duygularımızı, hareketlerimizi ve bütün benliğimizi dinin hakikatlerinin kontrolüne veriyoruz, daha doğrusu vermeye gayret ediyoruz (Keşke tamamını verebilsek!). Ama bunu iradî bir tercihin sonucunda yapıyoruz. Yani bile isteye…


SİZİN ima ettiğiniz gibi, doğar doğmaz beynimize yerleştirilen bir çip sayesinde gerçekleşmiyor bu. Aslında, son derece tabiî bir gelişmenin sonucu olarak gerçekleşiyor. Bir kere, insanın kendisini ve içinde yaşadığı kâinatı sorgulamaya başlaması esas olarak gençlik döneminde meydana gelen bir olaydır. “Gençlikte inanç krizi” adı verilen bu dönemde, kişi önündeki bütün seçenekleri (din, ateizm, vs.) masanın dışına iter ve Descartes’vari bir şüphecilik içine girer. Bu da son derece normaldir.

Çünkü genç ve güçlü zamanlarında olan insanın nefsi, hiçbir şeye boyun eğmek istemediği için tek başına var olabilmenin imkânını arar ve böyle bir imkânı biteviye sorgular. Aklını sağlıklı kullanan gençler, bu inanç krizi döneminde, hiçbir şeyini kendisinin tespit etmediği ve yaratımında hiçbir dahli bulunmadığı şu evrenin bir sahibi olması gerektiğini aklıyla bulur. Ve nakille ihtiyaç duyduğu öteki delillere ulaşır. Kalbi mutmain olur. Sonra da, O’nunla temasa geçmenin yollarını arar. Şuna dikkat buyrun; bu arayış, aslında insanın kendi dışına çıkmasıdır ve cesaret ister. Bu anlamda, asıl cesaret, insanın kendi aklına güvenmeye inatla devam etmesi değil, aklıyla bulduğu realiteye itaat etmesidir.


BU cesareti gösteremeyenler ise kendi aklını yücelterek ve onu ilahlaştırarak, güya evrene ve (onu Yaratan’a) karşı Don Kişotluğa soyunurlar. Oysa, durumları, içinde bulundukları hâl üzere kendi dünyalarına kapanmadır. Bu kapanmaya, realiteyi reddetmeleri yol açmıştır. Sonuç, Freud’un tabirini kullanırsak, inanç krizi döneminde “fikslenme” olmuştur. Aşılması gereken bir ruh hali aşılamamış ve bu takıntılı hâl, ne yazık ki ömrün tamamına genelleştirilmiştir.

Bana kalırsa, bu gibi konularda sağlıklı bir yoruma kavuşabilmek için, her iki tarafın pozisyonlarına daha yakından ve nesnel bir bakış açısıyla bakmak icap etmektedir. Yine de, ortada bir haksızlık varsa, bunun inanç sahiplerine yapıldığının teslim edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Allah hepimize insaf versin!


Fatih Kaya


Makale Köşemiz

MollaCami.Com