Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Arzuların değil, ihtiyaçların peşinde koşmalı ( Tüketim Kültürü Üzerine Röportaj


Dr. Abdulkadir Zorlu: Arzuların değil, ihtiyaçların peşinde koşmalı

Tüketim kültürünün insanları sarıp sarmaladığı bir dönemi yaşıyoruz. Alış veriş merkezlerini tıka basa dolduran insanlık, karşısına ne çıkarsa sorumsuzca tüketiyor. Kapitalizm, herkesi tüketim kültürünün kurbanı yapıyor. Peki tüketim bağımlılığının nedenleri neler? İnsanlık, içindeki tüketim canavarını nasıl durduracak? Konu ile ilgili araştırmalarıyla ve yayınladığı dört kitabıyla tanınan Kırıkkale Üniversitesi´nden Dr. Abdulkadir Zorlu ile tüketim kültürü üzerine yaptığımız röportajı sunuyoruz.

Toplumumuz "Bir lokma, bir hırka felsefesinden" "harca ki mutlu olasın" felsefesine nasıl geçiş yaptı? Artık ihtiyacın çok ötesine geçen tüketim kültürünün oluşmasında neler etkili oldu? Maddi refahımız mı arttı, yoksa değerlerimiz mi değişti?
Sabri Ülgener, "bir lokma, bir hırka felsefesinin" ahlak kitaplarında kaldığını söylüyor. Ülgener, Osmanlı-Türk dindarının dünyaya bakışının Katolikliğe de, Protestanlığa da benzemediğinin altını çiziyor. Tarihsel olarak İslam gelenekleri din -dünya ilişkileri açısından dünya nimetleri karşısında inanana, hem Katolik hem de Protestan geleneğine göre oldukça geniş bir yaklaşım payı tanıdığını söylüyor. Bu bağlamda isterseniz bu felsefesinin ne olduğuna biraz yakından bakalım. "Bir lokma, bir hırka" felsefesi tasavvufun; arzulara, hırsa, bencilliğe ve hep daha fazlasını istemeye sınırlama getiren dünyaya bakışı ve bu dünyaya bakışın oluşturduğu bir yaşam felsefesinin ifadesidir. Genel anlamda yaşam felsefesinin en önemli özelliği dünya hayatı konusunda bireye orta yol öğütlemesidir. Orta yol, arzunun olması ve kontrol altında olmasıdır. Bu yaşam felsefesi ne arzuları dünya hayatının merkezine koyuyor, ne de arzuları yok sayıyor. Gelelim bu yaşam felsefesinin "harca ki mutlu olasın"a dönüşmesine. Kendi tarihsel serüvenimiz açısından Osmanlı-Türk modernleşmesi tüketim kültürü temelinde bir modernleşme olmuştur. Dahası ortada bir üretim/endüstri devrimi olmamasına rağmen, Osmanlı-Türk toplumu biri Kırım Savaşı sonrası dönemde, diğeri 1980lerden 1990lara uzanan dönemde olmak üzere iki ayrı dönmede iki ayrı tüketim devrimi yaşamıştır. Her iki dönemde de yaşam tarzlarında, modada ve gündelik hayatta hızlı bir değişim yaşanmıştır. Yine her iki dönemde de reklamcılık ve borç alma konusunda hayatımızı etkileyen önemli ilkler yaşanmıştır. İkinci tüketim devrimiyle yenilen içilen şeylerden, eğlence biçimlerine, giyimden ev mimarisine, sanattan edebiyata, aileden gençliğe, gündelik hayatı oluşturan her alan bu değişmelerden nasibini almış, tüketim ekonomisi temelinde ürün ve hizmet çeşitlenmesi artarken, görünümde herkes ve her şey birbirine benzer olmuştur. Yapısal, ekonomik, kültürel dönüşümlerle ve kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte dünyaya maddi pencereden bakan bir birey ortaya çıkmıştır. Kitle iletişim araçlarının ve reklamların yoğunlaşmasıyla ekonomi ihtiyaçlar ekonomisi olmaktan çıktı, ekonomi arzular ve simgeler ekonomisi oldu. Bu koşullarda birey, hayatın ve mutlu olmanın anlamını maddi ürünlere sahip olmak, tüketmek ve gününü gün etmek olarak algılamış, gündelik hayat para harcama üzerinden bir mutluğa dönüşmüştür.

Üretmeyi öğrenmeden tüketmeyi öğrenen, üretmeden tüketmeye hakkı olduğunu düşünen ve üretmediği şeyleri büyük bir arzuyla tüketen bir toplum oluyoruz. İhtiyaçlar ve arzular bir öğrenme ve sosyalizasyon sürecinden doğarlar. Bu öğrenme ve sosyalizasyonu sağlayan da kitle iletişim araçlarıdır. Arzular, tüketim toplumunun değerlerinin de en belirgin vasfıdır. Bu suretçe her ne kadar maddi refahta belirgin bir düzeyde artış olsa da, tüketim değerleri ve tüketim kültürü her zaman maddi refahın birkaç kilo metre ilerisinde yürümüştür. Türk toplumu, bir tüketim toplumu olmamış fakat, tüketim toplumu kültürünün ve değerlerinin biçimlendirdiği bir toplum haline gelmiştir. Gerçek anlamıyla tüketim toplumu olmanın yolu, üretimin ve milli gelirin artışıyla belirli refah düzeyine ulaşmaktan geçer. Sermaye birikimini sağlayamamış ve üretimini küresel düzeyde organize edememiş, ekonomisinin de tüketim ekonomisi üzerinde yol aldığı bir toplumda, gündelik hayat tüketim pratikleri üzerinde yol alır. Toplumun merkezi, üretim ve küresel düzeyde rekabet üzerine kurul(a)mamış, tüketimle, kazanılanların bölüşüm ve paylaşımı üzerine kurulmuştur.

Kültürün ve değerlerin maddileşme temelinde değişimi de aile ve arkadaşlık ilişkilerini şirket ilişkilerine dönüştürüyor. Aileyi kurmada ve aileyi bir arada tutmada olduğu gibi harcamak ve tüketmek yeni ilişkiler kurmanın ve devam ettirmenin geçerli akçesi haline geliyor.

Tasarruf kavramının ortadan kalktığı ve ayağını yorganına göre uzatma devrinin sona erdiği günümüzde kredi kartlarının da etkisiyle kazandığımızın çok daha fazlasını harcıyoruz. Bu gidişat bizi nasıl bir girdaba sürüklüyor? Bu konuda milletimizi bekleyen tehlikeler nelerdir?
Bizim için tasarrufun bireysel olduğu kadar toplumsal olarak da geçerli bir ekonomik ilke olması zorunluluğu var. Zira, ortada sermaye birikimi, birikenlerin verimli bir biçimde üretime yönlendirilmemesi gibi ekonomik meselelerimiz var. Bununla birlikte birey olarak, aile bazında ve toplumsal düzlemde ayağımızı yorganımıza göre uzatamamanın sıkıntılı sonuçlarını yaşıyoruz.

Sözün özü, borçlu yiğidin hazin sonunun hallerini yaşıyoruz. Kredi borçlarını ödemek için elimizdeki varlıkları birer birer elden çıkarıyoruz. Aile de olduğu gibi ülke ekonomisinde de daha önce kazandığımız varlıkları elden çıkarmak zorunda kalıyoruz. Borcu borçla ödemeye çalışıyoruz ya da evdeki eşyaları, ülkedeki yatırımları ve yatırımları satarak borçları kapatmaya çalışıyoruz. Giderekte bir borç toplumu haline geliyoruz, gelişen tüketim kültürüyle borç tüketim toplumun hallerini yaşıyoruz. Üretimin mamurlaştıramadığı tüketim dağının taşlı yollarından sarp bir yokuşa tırmanıyoruz. Ne de olsa borçlanarak yaşıyoruz. Veren elin her zaman üstün olduğunu hatırlamıyoruz, borç verenin belirli piyasa koşullarını dayattığını unutuyoruz. İlk dış borcu birinci tüketim devrimi sürecinde aldık, sürecin yıkıcı sonuçlarından gereken dersi çıkaramadık. Milleti bekleyen tehlikelerin neler olduğunu kavramanın yolu dönüp unutulan yılları hatırlamaktan geçiyor. Osmanlıdan günümüze tüketerek, bir tüketim girdabında dön babam dön, ha bire dönüyoruz. Bilincimizi kaybediyoruz. Gözlerimizi açarken gidip yeniden tüketim duvarına tosluyoruz, tüketirken tükeniyoruz, güç kaybediyoruz.

Unutmayalım ki, devletler, toplumlar bir güç hiyerarşisi içinde yer alırlar. Modern çağda, bu güç hiyerarşisi belirleyen temel ölçüt ekonomik güçtür, küresel piyasalarda kaç tane markanız olduğudur. Küresel değerler zincirine ekonomik ya da ekonomik olmayan hangi değerleri kattığınızla ölçülüyor. Küresel piyasalarda etkili oyuncu olmak için, politik ve ekonomik olarak toplumun çıkarlarını koruya bilmek için borç ekonomisine değil, üretimle temellenen güçlü bir ekonominin kurulmasına ve geliştirilmesine ihtiyacımız var.

Sayıları son on yılda dört kat artan süpermarketlerin tüketim kültürümüze zararları nelerdir? Kapitalizmin mabedleri olarak nitelendirilen bu alış veriş merkezleri tüketimi ne derece etkilemektedir?
Global ekonominin ilgisinin üretimden tüketime kaymasıyla, daha doğrusu üretilenlerin aynı hızla tüketilmemesi sonucunda, üretim araçlarının yanında reklam ve kredi kartları, alışveriş merkezlerinden oluşan tüketim araçlarının geliştirilmesinin zorunluluğunu getirmiştir.

Tüketim araçlarının her biri, yüksek seviyede tüketimi teşvik etmiş ve üretim-tüketim döngüsünün hızını olağanüstü artırmıştır. Reklam arzuları kamçılamakta, tüketiciyi baştan çıkarmakta; kredi kartları ise gelecekteki olası gelirlerin hemen şimdi harcamasını sağlamaktır. Alışveriş merkezleri ise, etkili ve verimli satış makineleri olarak tüketicinin satın almasını garanti edebilen büyülü mekanlar olarak satma işlevini yerine getirmektedir. İster zengin olsun isterse fakir, tavana kadar mallarla dolu bir tüketim mekanına girdiğinde ilk hissedeceği şey, ne kadar çok şeye ihtiyacı olduğudur. Ürünlerde devasa bolluk tablosu, tüketiciyi bir yoksulluk psikolojisine sürükler, tüketiciyi istese de istemese de satın almaya zorlar. Artık, tüketicinin neye ihtiyacı olduğunu reklamlar ve neyi satın alacağını da supermarket rafları belirliyor.

Kredi kartları, süpermaketler/alışveriş merkezleri ve reklam üçlüsü, tüketim kültürünün mantığını ihtiyaçlardan arzulara dönüştürüyor, alışveriş tarzlarını değiştiriyor ve satın almanın hızını artıyor. Kültürü, promosyon kültürüne dönüştürüyor, topluma mutlu olmanın tek yolunun satın almadan geçtiğini vaaz ediyor.

Promosyon kültürü, dünyada varolmanın ve mutlu olmanın anlamını, satıl al, kullan at, harca değerleriyle bir ticarileşmiş kültüre ve satın alınabilecek şeylere indirgiyor. Ticarileşmiş anlayış dünyadaki her şeyin bir fiyatı olduğunu düşünüyor. Bu anlayışa göre "mutlu olanlar pahalı olanları bol bol satın alanlardır", ticarileşmenin doruğunu temsil eden reklamlar yediden yetmişe herkese " eğer mutlu olmak istiyorsan vakit geçirme sende satın al" diyor.

Son olarak içimizdeki alışveriş canavarını nasıl durduracağız? Bu konuda tüketicilere tavsiyeleriniz var mı? Bilinçli tüketici nasıl olmalıdır? İnsanoğlunun, biri dış dünyaya yönelik diğeri ise, kendi iç dünyasına yönelik olarak iki boyutundan oluştuğu söylenebilir. Birincisi sahip olmaya diğeri ise, olmamaya dönük iki küre. Yeme-içme, giyim-kuşam ve mülkler onun sahip olma içgüdüsüne hitap eder. Olmak ise, insanın içsel ve deruni küresinin, daha gelişmiş boyunu temsil eder.

Sahip olmanın doruğu lüksler ve pahalı şeylerdir. Dünyanın değeri, maddi şeylere sahip olmakla artar, bu sahip olmaya para aracılık eder, fakat başta para olmak üzere para ile ölçülebilen şeyler önemlidir. Bunun ötesinde para, değerlerin merkezini oluşturur. "Ucuz bir ceket ucuz bir insan demektir" ifadesinde olduğu gibi bu maddileşmiş anlayışta insanlar, toplumda sahip oldukları mülkler ve satın aldıkları şeylere göre kıymet ifade ederler ve toplumda saygınlık kazanırlar. Oysa, sevgili olmak, dost olmak, bilge olmakta olduğu gibi olmaya göre biçimlenmiş dünya görüşünde insanın, maddi dünya olan bağlılığı değil, insanın iç dünyaya zenginliği ve sade bir hayat sürmesi önemlidir.

Ticarileşmiş, maddileşmiş, adeta maddeye dönüşmüş zihniyet "mutlu olmak için daha fazla satın al, hep daha fazlasına sahip ol" der. Oysa, geleneksel yaşam felsefesi, "sade yaşa ve mutlu kal", “maddeyi, maddi dünyayı kutsallaştırma” der. "İnsanları giyimine, kuşamına göre değerlendirme" der. "İnsanları sahip oldukları makama ve mülke göre kategorize etme" der. "Maddi dünyanın ötesine geçmeyi ve insanlarla dost olmayı dene" der. Bu meyan da Goethnin Mevlanayı "dünyaya sırt çevirmiş bilge" olarak nitelemesi ve Mevlanın maddi refahın doruğunu yaşayan coğrafyada popüler olması manidardır.

İçimizde büyüttüğümüz alışveriş canavarı konusunda tasavvuf yaşam felsefesinin bizlere söyleyeceği çok şeyi var. Belirli toplumsal ve kültürel koşulların içimize ilmik ilmik işlediği alışveriş canavarının ilacının tasavvufun dünyaya bakışı olduğu söylenebilir.

Bilinçli tüketici konusuna gelince, ilk önce, işin başında bilinçli tüketici, insanı kendi varlığına yabancılaştıran maddileşmenin getirdiği derin sorunların farkında olandır. Maddi temelde bilinçli tüketici, aşırı tüketimle zengin olunamayacağını bilen, sınıf atlanamayacağını düşünen, aşırı tüketimin insanı tükettiğini ve insanı yok ettiğini görebilendir.

Bilinçli tüketici, sahip olmaya dayanan, gereğinden fazla satın almayla statü yükseltilemeyeceğini kavrayan insan demektir. Olma temelinde bilinçli tüketici, iyi ve başarılı öğrenci, öğretmen ve iş adamı olmayı önemseyendir. Hem kendi hem de topluma faydası açısından tek geçerli yolun olmaya dayanan bir varoluş biçimi olduğunu bilen kişidir. En önemlisi bilinçli tüketici, tükettiğinden daha fazla üreten, harcamalarını hep kazandığının altında tutan, hesabını kitabını bilen, borçlu tüketim toplumun kurbanı olmaktan kaçına bilen, etkili üretim toplumunun üyesi ve kahramanı olarak kendisini ve çocuklarını hazırlayan kişidir.

Bilinçli tüketici, bir bilgenin verdiği şu öğüdünü, hayat felsefesi yapandır:

" Çocuklarım, şunu aklınızda iyice tutun, harcamalarınız asla gelirinizi aşmasın".



Dr. Abdulkadir Zorlu: Arzuların değil, ihtiyaçların peşinde koşmalı

Tüketim kültürünün insanları sarıp sarmaladığı bir dönemi yaşıyoruz. Alış veriş merkezlerini tıka basa dolduran insanlık, karşısına ne çıkarsa sorumsuzca tüketiyor. Kapitalizm, herkesi tüketim kültürünün kurbanı yapıyor. Peki tüketim bağımlılığının nedenleri neler? İnsanlık, içindeki tüketim canavarını nasıl durduracak? Konu ile ilgili araştırmalarıyla ve yayınladığı dört kitabıyla tanınan Kırıkkale Üniversitesi´nden Dr. Abdulkadir Zorlu ile tüketim kültürü üzerine yaptığımız röportajı sunuyoruz.

Toplumumuz "Bir lokma, bir hırka felsefesinden" "harca ki mutlu olasın" felsefesine nasıl geçiş yaptı? Artık ihtiyacın çok ötesine geçen tüketim kültürünün oluşmasında neler etkili oldu? Maddi refahımız mı arttı, yoksa değerlerimiz mi değişti?
Sabri Ülgener, "bir lokma, bir hırka felsefesinin" ahlak kitaplarında kaldığını söylüyor. Ülgener, Osmanlı-Türk dindarının dünyaya bakışının Katolikliğe de, Protestanlığa da benzemediğinin altını çiziyor. Tarihsel olarak İslam gelenekleri din -dünya ilişkileri açısından dünya nimetleri karşısında inanana, hem Katolik hem de Protestan geleneğine göre oldukça geniş bir yaklaşım payı tanıdığını söylüyor. Bu bağlamda isterseniz bu felsefesinin ne olduğuna biraz yakından bakalım. "Bir lokma, bir hırka" felsefesi tasavvufun; arzulara, hırsa, bencilliğe ve hep daha fazlasını istemeye sınırlama getiren dünyaya bakışı ve bu dünyaya bakışın oluşturduğu bir yaşam felsefesinin ifadesidir. Genel anlamda yaşam felsefesinin en önemli özelliği dünya hayatı konusunda bireye orta yol öğütlemesidir. Orta yol, arzunun olması ve kontrol altında olmasıdır. Bu yaşam felsefesi ne arzuları dünya hayatının merkezine koyuyor, ne de arzuları yok sayıyor. Gelelim bu yaşam felsefesinin "harca ki mutlu olasın"a dönüşmesine. Kendi tarihsel serüvenimiz açısından Osmanlı-Türk modernleşmesi tüketim kültürü temelinde bir modernleşme olmuştur. Dahası ortada bir üretim/endüstri devrimi olmamasına rağmen, Osmanlı-Türk toplumu biri Kırım Savaşı sonrası dönemde, diğeri 1980lerden 1990lara uzanan dönemde olmak üzere iki ayrı dönmede iki ayrı tüketim devrimi yaşamıştır. Her iki dönemde de yaşam tarzlarında, modada ve gündelik hayatta hızlı bir değişim yaşanmıştır. Yine her iki dönemde de reklamcılık ve borç alma konusunda hayatımızı etkileyen önemli ilkler yaşanmıştır. İkinci tüketim devrimiyle yenilen içilen şeylerden, eğlence biçimlerine, giyimden ev mimarisine, sanattan edebiyata, aileden gençliğe, gündelik hayatı oluşturan her alan bu değişmelerden nasibini almış, tüketim ekonomisi temelinde ürün ve hizmet çeşitlenmesi artarken, görünümde herkes ve her şey birbirine benzer olmuştur. Yapısal, ekonomik, kültürel dönüşümlerle ve kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle birlikte dünyaya maddi pencereden bakan bir birey ortaya çıkmıştır. Kitle iletişim araçlarının ve reklamların yoğunlaşmasıyla ekonomi ihtiyaçlar ekonomisi olmaktan çıktı, ekonomi arzular ve simgeler ekonomisi oldu. Bu koşullarda birey, hayatın ve mutlu olmanın anlamını maddi ürünlere sahip olmak, tüketmek ve gününü gün etmek olarak algılamış, gündelik hayat para harcama üzerinden bir mutluğa dönüşmüştür.

Üretmeyi öğrenmeden tüketmeyi öğrenen, üretmeden tüketmeye hakkı olduğunu düşünen ve üretmediği şeyleri büyük bir arzuyla tüketen bir toplum oluyoruz. İhtiyaçlar ve arzular bir öğrenme ve sosyalizasyon sürecinden doğarlar. Bu öğrenme ve sosyalizasyonu sağlayan da kitle iletişim araçlarıdır. Arzular, tüketim toplumunun değerlerinin de en belirgin vasfıdır. Bu suretçe her ne kadar maddi refahta belirgin bir düzeyde artış olsa da, tüketim değerleri ve tüketim kültürü her zaman maddi refahın birkaç kilo metre ilerisinde yürümüştür. Türk toplumu, bir tüketim toplumu olmamış fakat, tüketim toplumu kültürünün ve değerlerinin biçimlendirdiği bir toplum haline gelmiştir. Gerçek anlamıyla tüketim toplumu olmanın yolu, üretimin ve milli gelirin artışıyla belirli refah düzeyine ulaşmaktan geçer. Sermaye birikimini sağlayamamış ve üretimini küresel düzeyde organize edememiş, ekonomisinin de tüketim ekonomisi üzerinde yol aldığı bir toplumda, gündelik hayat tüketim pratikleri üzerinde yol alır. Toplumun merkezi, üretim ve küresel düzeyde rekabet üzerine kurul(a)mamış, tüketimle, kazanılanların bölüşüm ve paylaşımı üzerine kurulmuştur.

Kültürün ve değerlerin maddileşme temelinde değişimi de aile ve arkadaşlık ilişkilerini şirket ilişkilerine dönüştürüyor. Aileyi kurmada ve aileyi bir arada tutmada olduğu gibi harcamak ve tüketmek yeni ilişkiler kurmanın ve devam ettirmenin geçerli akçesi haline geliyor.

Tasarruf kavramının ortadan kalktığı ve ayağını yorganına göre uzatma devrinin sona erdiği günümüzde kredi kartlarının da etkisiyle kazandığımızın çok daha fazlasını harcıyoruz. Bu gidişat bizi nasıl bir girdaba sürüklüyor? Bu konuda milletimizi bekleyen tehlikeler nelerdir?
Bizim için tasarrufun bireysel olduğu kadar toplumsal olarak da geçerli bir ekonomik ilke olması zorunluluğu var. Zira, ortada sermaye birikimi, birikenlerin verimli bir biçimde üretime yönlendirilmemesi gibi ekonomik meselelerimiz var. Bununla birlikte birey olarak, aile bazında ve toplumsal düzlemde ayağımızı yorganımıza göre uzatamamanın sıkıntılı sonuçlarını yaşıyoruz.

Sözün özü, borçlu yiğidin hazin sonunun hallerini yaşıyoruz. Kredi borçlarını ödemek için elimizdeki varlıkları birer birer elden çıkarıyoruz. Aile de olduğu gibi ülke ekonomisinde de daha önce kazandığımız varlıkları elden çıkarmak zorunda kalıyoruz. Borcu borçla ödemeye çalışıyoruz ya da evdeki eşyaları, ülkedeki yatırımları ve yatırımları satarak borçları kapatmaya çalışıyoruz. Giderekte bir borç toplumu haline geliyoruz, gelişen tüketim kültürüyle borç tüketim toplumun hallerini yaşıyoruz. Üretimin mamurlaştıramadığı tüketim dağının taşlı yollarından sarp bir yokuşa tırmanıyoruz. Ne de olsa borçlanarak yaşıyoruz. Veren elin her zaman üstün olduğunu hatırlamıyoruz, borç verenin belirli piyasa koşullarını dayattığını unutuyoruz. İlk dış borcu birinci tüketim devrimi sürecinde aldık, sürecin yıkıcı sonuçlarından gereken dersi çıkaramadık. Milleti bekleyen tehlikelerin neler olduğunu kavramanın yolu dönüp unutulan yılları hatırlamaktan geçiyor. Osmanlıdan günümüze tüketerek, bir tüketim girdabında dön babam dön, ha bire dönüyoruz. Bilincimizi kaybediyoruz. Gözlerimizi açarken gidip yeniden tüketim duvarına tosluyoruz, tüketirken tükeniyoruz, güç kaybediyoruz.

Unutmayalım ki, devletler, toplumlar bir güç hiyerarşisi içinde yer alırlar. Modern çağda, bu güç hiyerarşisi belirleyen temel ölçüt ekonomik güçtür, küresel piyasalarda kaç tane markanız olduğudur. Küresel değerler zincirine ekonomik ya da ekonomik olmayan hangi değerleri kattığınızla ölçülüyor. Küresel piyasalarda etkili oyuncu olmak için, politik ve ekonomik olarak toplumun çıkarlarını koruya bilmek için borç ekonomisine değil, üretimle temellenen güçlü bir ekonominin kurulmasına ve geliştirilmesine ihtiyacımız var.

Sayıları son on yılda dört kat artan süpermarketlerin tüketim kültürümüze zararları nelerdir? Kapitalizmin mabedleri olarak nitelendirilen bu alış veriş merkezleri tüketimi ne derece etkilemektedir?
Global ekonominin ilgisinin üretimden tüketime kaymasıyla, daha doğrusu üretilenlerin aynı hızla tüketilmemesi sonucunda, üretim araçlarının yanında reklam ve kredi kartları, alışveriş merkezlerinden oluşan tüketim araçlarının geliştirilmesinin zorunluluğunu getirmiştir.

Tüketim araçlarının her biri, yüksek seviyede tüketimi teşvik etmiş ve üretim-tüketim döngüsünün hızını olağanüstü artırmıştır. Reklam arzuları kamçılamakta, tüketiciyi baştan çıkarmakta; kredi kartları ise gelecekteki olası gelirlerin hemen şimdi harcamasını sağlamaktır. Alışveriş merkezleri ise, etkili ve verimli satış makineleri olarak tüketicinin satın almasını garanti edebilen büyülü mekanlar olarak satma işlevini yerine getirmektedir. İster zengin olsun isterse fakir, tavana kadar mallarla dolu bir tüketim mekanına girdiğinde ilk hissedeceği şey, ne kadar çok şeye ihtiyacı olduğudur. Ürünlerde devasa bolluk tablosu, tüketiciyi bir yoksulluk psikolojisine sürükler, tüketiciyi istese de istemese de satın almaya zorlar. Artık, tüketicinin neye ihtiyacı olduğunu reklamlar ve neyi satın alacağını da supermarket rafları belirliyor.

Kredi kartları, süpermaketler/alışveriş merkezleri ve reklam üçlüsü, tüketim kültürünün mantığını ihtiyaçlardan arzulara dönüştürüyor, alışveriş tarzlarını değiştiriyor ve satın almanın hızını artıyor. Kültürü, promosyon kültürüne dönüştürüyor, topluma mutlu olmanın tek yolunun satın almadan geçtiğini vaaz ediyor.

Promosyon kültürü, dünyada varolmanın ve mutlu olmanın anlamını, satıl al, kullan at, harca değerleriyle bir ticarileşmiş kültüre ve satın alınabilecek şeylere indirgiyor. Ticarileşmiş anlayış dünyadaki her şeyin bir fiyatı olduğunu düşünüyor. Bu anlayışa göre "mutlu olanlar pahalı olanları bol bol satın alanlardır", ticarileşmenin doruğunu temsil eden reklamlar yediden yetmişe herkese " eğer mutlu olmak istiyorsan vakit geçirme sende satın al" diyor.

Son olarak içimizdeki alışveriş canavarını nasıl durduracağız? Bu konuda tüketicilere tavsiyeleriniz var mı? Bilinçli tüketici nasıl olmalıdır? İnsanoğlunun, biri dış dünyaya yönelik diğeri ise, kendi iç dünyasına yönelik olarak iki boyutundan oluştuğu söylenebilir. Birincisi sahip olmaya diğeri ise, olmamaya dönük iki küre. Yeme-içme, giyim-kuşam ve mülkler onun sahip olma içgüdüsüne hitap eder. Olmak ise, insanın içsel ve deruni küresinin, daha gelişmiş boyunu temsil eder.

Sahip olmanın doruğu lüksler ve pahalı şeylerdir. Dünyanın değeri, maddi şeylere sahip olmakla artar, bu sahip olmaya para aracılık eder, fakat başta para olmak üzere para ile ölçülebilen şeyler önemlidir. Bunun ötesinde para, değerlerin merkezini oluşturur. "Ucuz bir ceket ucuz bir insan demektir" ifadesinde olduğu gibi bu maddileşmiş anlayışta insanlar, toplumda sahip oldukları mülkler ve satın aldıkları şeylere göre kıymet ifade ederler ve toplumda saygınlık kazanırlar. Oysa, sevgili olmak, dost olmak, bilge olmakta olduğu gibi olmaya göre biçimlenmiş dünya görüşünde insanın, maddi dünya olan bağlılığı değil, insanın iç dünyaya zenginliği ve sade bir hayat sürmesi önemlidir.

Ticarileşmiş, maddileşmiş, adeta maddeye dönüşmüş zihniyet "mutlu olmak için daha fazla satın al, hep daha fazlasına sahip ol" der. Oysa, geleneksel yaşam felsefesi, "sade yaşa ve mutlu kal", “maddeyi, maddi dünyayı kutsallaştırma” der. "İnsanları giyimine, kuşamına göre değerlendirme" der. "İnsanları sahip oldukları makama ve mülke göre kategorize etme" der. "Maddi dünyanın ötesine geçmeyi ve insanlarla dost olmayı dene" der. Bu meyan da Goethnin Mevlanayı "dünyaya sırt çevirmiş bilge" olarak nitelemesi ve Mevlanın maddi refahın doruğunu yaşayan coğrafyada popüler olması manidardır.

İçimizde büyüttüğümüz alışveriş canavarı konusunda tasavvuf yaşam felsefesinin bizlere söyleyeceği çok şeyi var. Belirli toplumsal ve kültürel koşulların içimize ilmik ilmik işlediği alışveriş canavarının ilacının tasavvufun dünyaya bakışı olduğu söylenebilir.

Bilinçli tüketici konusuna gelince, ilk önce, işin başında bilinçli tüketici, insanı kendi varlığına yabancılaştıran maddileşmenin getirdiği derin sorunların farkında olandır. Maddi temelde bilinçli tüketici, aşırı tüketimle zengin olunamayacağını bilen, sınıf atlanamayacağını düşünen, aşırı tüketimin insanı tükettiğini ve insanı yok ettiğini görebilendir.

Bilinçli tüketici, sahip olmaya dayanan, gereğinden fazla satın almayla statü yükseltilemeyeceğini kavrayan insan demektir. Olma temelinde bilinçli tüketici, iyi ve başarılı öğrenci, öğretmen ve iş adamı olmayı önemseyendir. Hem kendi hem de topluma faydası açısından tek geçerli yolun olmaya dayanan bir varoluş biçimi olduğunu bilen kişidir. En önemlisi bilinçli tüketici, tükettiğinden daha fazla üreten, harcamalarını hep kazandığının altında tutan, hesabını kitabını bilen, borçlu tüketim toplumun kurbanı olmaktan kaçına bilen, etkili üretim toplumunun üyesi ve kahramanı olarak kendisini ve çocuklarını hazırlayan kişidir.

Bilinçli tüketici, bir bilgenin verdiği şu öğüdünü, hayat felsefesi yapandır:

" Çocuklarım, şunu aklınızda iyice tutun, harcamalarınız asla gelirinizi aşmasın".





Aile ve Çocuk

MollaCami.Com