Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Keşiflerde İcatlarda Teori İle Deneyin Önemi (Teori mi deney mi önce gelir?

Batı kaynaklı eserlerde ilmi düşüncede deney ve gözlemin önemini vurgulayan ilk kişi olarak tanıtılan Françis Bacon(1561-1626), gerçekte İbnü’l-Heysem, İbni Sina ve Birunilerin yolunu izleyen ve onların ilmi metodolojisini Batı dünyasına tanıtan ve aktaran kimsedir. Bu açıdan deney metodu, Batının değil Müslümanların keşfidir. Müslüman âlimler teori ve matematik ağırlıklı eski dedüktif (tümdengelim) metoda, indüktif (tümevarım) metodu da katarak ilimde yepyeni bir anlayışın doğmasına ve yüzlerce keşfin yapılmasına yol açmışlardır. Ama bu sentezci anlayış ve ilmi düşünce 13. asrın sonlarından itibaren zayıflamaya yüz tutmuş ve değişik yollarla Batı kültürüne girmeye ve ona tesir etmeye başlamıştır. Bu da neticede Batı dünyasında Rönesansla başlayan bir uyanışa vesile olarak, ardı arkası kesilmeyen yüzlerce keşif ve icadın teori, gözlem ve deney ağırlıklı ilmi düşünceye sahip çıkan Batıda vuku bulmasını sağlamıştır. Bunun yanında keşif ve icatlar karşısında şok geçiren ve çok zor bir şekilde 20. asrın ortalarına kadar hayatını devam ettirebilmiş bir İslam dünyası gerçeği vardır. Allah’ın sonsuz lütuf ve ihsanı ki 21. asra girerken bu şokların tesirinden kurtulmakta olan ve dirilişin eşiğinde bir İslam dünyası vardır... Bu dirilişin stratejik noktalarından birisi de keşif ve icada yönelik ilme ve ilmi düşünceye ağırlık veren kudsilerin; Müslüman atom âlimlerinin, genetikçilerin, teori fizikçilerinin yetişeceği ilmi araştırma atmosferini hazırlamalarıdır. Bundan dolayı, ilahi ihsan ve lütuflardan ibaret keşif ve icatların, sebepler açısından metodolojisinin şekillendirilmesi de oldukça önem arzetmektedir. Aşağıda, keşif ve icatlarda, teori ile deneyin yeri ve önemi tarihi vak’aların ışığında ortaya konulmaya çalışılacaktır:

17. asırda Batı dünyasında vuku bulan “bilimsel devrim” önce Batıda sonra bütün dünyada herşeyin deney ağırlıklı bilimin ışığında incelenmesini kaçınılmaz kıldı. Batı dünyasının insanları o zamana kadar, genellikle kitaplara bakarak meseleleri çözerken, 17. asırdan itibaren etraflarındaki dünyayı gözlem ve deney yoluyla da keşfe başladılar. Deneyci düşüncenin yaygınlaşması, bilimde yeni müesseselerin kurulmasına yol açtı. Batıdaki ilk resmi bilim kurumu, Allah’ın tabiat ve İncil olmak üzere okunması gereken iki kitabının olduğuna inanan R. Boyle, John Ray gibi insanlar tarafından kuruldu. Teori ağırlıklı çalışan R. Boyle, o dönemde din adına mekanik felsefenin de sözcülüğünü yapıyordu. Londra Kraliyet Cemiyeti (1660) olarak bilinen bu müessese, daha sonraları Paris ve Berlin’deki bilim akademilerinin kurulmasına öncülük etmiştir.

Fizik, Kimya ve Biyoloji dallarında, gözlem, deney ve analoji (benzerlik kurma) önemli bir yere sahiptir. Gözlem yoluyla, gerçekler tek tek zihinlere nakşedilir. Analojiyle benzer gerçekler birbirine bağlanır. Deneyle yeni gerçekler keşfedilir. Gözlem, insanı deney yapmaya götürür. Deneyle doğrulanan analojiler, sonunda ya ilmi hale gelir veya yeni buluşlara yol açarlar.

Öte yandan suni azot gübrelerinin sentezine öncülük eden organik kimyacı Liebig (1803-1873), keşfe giden ilmi yolu şöyle anlatır: “Bacon, bütün araştırmalarda deneye çok fazla ehemmiyet verir. Fakat öyle görünüyor ki Bacon denemanasını anlanıaımş. 0, deney! bir tür mekanizma olarak algıladığından mekanizma harekete geçirildığınde, kendıne has bir sonuç vereceğini düşünüyıor Fakat bilimde bütün araştırmalar dedüktıf (tümdengelim) veya, a. prioridir. Deney, bir bilgisayar gibi düşünmeye yarayan bir vasıtadır. Eğer deney herhangi bir mana ifade ediyorsa, fikirlerin daima deneyın önünde re/ıberlik etmesi gerekir Deneyler teori ve düşüncelerle desteklenmedikçe, ilmi araştırmalara katkısı çok az olacaktır Fikirle desteklenmeyen deney adeta çocuğun oyuncağındaki müziğin kendisine ifade ettiği şeye benzer.”

Kısaca, Liebig deneylerin, teoriler ışığında yönlendirilmesi gerektiğine inanır. Yani bir kimse deneyini yapmadan önce, hadisenin tabiatı ve kullandığı cihazlar hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olmalıdır. Zira, çalıştığı hadisenin tabiatını ve onun sistem içindeki yerini bilmeyen, sonuçları anlama ve yorumlayabilme kapasitesine sahip olamayan insanlara, yapılan gözlem ve deneyler hiçbir şey ifade etmeyecektir.

TEORİ Mİ DENEY Mİ ÖNCE GELİR?
Özellikle kimya dalında, teorik modellerle yola çıkan zihinler, organik maddelerin sırlarını çözme şansına sahiptirler. Her bilim dalının gelişmesinin farklı dönemlerinde, teori ve deney arasındaki münasebetler farklı farklıdır. Günümüzün tanınmış bilim felsefecilerinden K. Popper, teori ve deney münasebetinde, teorinin önce geldiğini şöyle vurgular:
“Teorisyen, tanımlanmış soruları deneycinin önüne koyar. Deneyci bilim adamı da yaptığı deneyleriyle bu sorulara cevap arar Teorisyenler tarafından öne sürülen ve popüler hale getirilen konular üzerinde tecrübî çalışmalar yapılır. (Mesela, bugün ülkemizde çevre, popüler hale getirdiğinden herkes çevreci olup çıkmıştır.) Bu gerçekten dolayıdır ki teorisyen, sorularını mümkün olduğunca olgunlaştırmalı, açık ve net şekilde formüle edebilmelidir. Ancak bu şekilde teorik ağırlıklı çalışan bilim adamları deneyci bilim adamlarına yardımcı olabilirler. Bir diğer husus, deneyin de bir tür teorik çalışma olmasıdır Teoriler, araştırmanın ilk planlamasından başlayıp sonuçları rapor edinceye kadar; deney çalışmalarına rehberlik ederler. Deney sonuçlarının ifadeye dökülmüş şekilde gözlenen veya ölçülen gerçeklerin yorumlarından başka bir şey değildi! Kısacası gözlenen gerçekler mevcut teorilerin ışığında yorumlanır”

K. Popper’in bu görüşlerini doğrulamayan vak’alar da vardır. Mesela alg (su yosunu) üzerinde hava kabarcığının oluşmasına dikkati çeken Davy, bu gözlemini bir teori ışığında yorumlamıyordu. Ama o, sonunda alglerin dışarıya oksijen verdiğini buldu.

Gözlem ve deney yaparken sürpriz gelişmeleri ve işin püf noktalarını yakalayabilme gücü de çok önemlidir. Mesela, optik sahasında, 1600-1800 yılları arasında yapılan buluşların çoğu, garip hadiselerin farkedilip üzerlerine gidilmesi neticesinde yapıldı. Erasmus Barthalin (1625-1698) İzlanda’dan getirdiği kalsit kristallerini inceledi. Bu kristalleri bir kitap sayfası üzerine rastgele bıraktığında, her harfi çift görmeye başladı. O, bu şekilde, ışığın çift kırılmahadisesini buldu ve İzlanda kalsiti ile ilk defa polarize ışığın üretilmesi mümkün oldu.

Başka bir çarpıcı örnek de başarılı deneyci ve bilim adamı R. W. Wood’un (1868-1955) yaptığı çalışmalardır. O,1900-1930 yılları arasında, Rezonans radyasyonu, Floresan, Absorbsiyon spektrumu, Raman spektrumu gibi konularda quantum optiğine önemli katkılarda bulundu. Fakat kendisi quantum mekaniğine şüpheli gözle bakıp, doğru olacağına pek inanamıyordu. Hâlbuki onun bütün yaptığı çalışmalar, quantum mekaniğinin ışığında anlaşılabilir hadiselerdi. Bu katkılarını Wood, quantum mekaniği teorisinden yola çıkarak yapmadı. Aksine, quantum mekaniği onun tabiatı ve içindeki hadiseleri yeni tarzlarda şekillendirebilme ve gözleyebilme kabiliyetinden kaynaklandı.

Deneye dayalı çalışmalar, teoriden bağımsız olarak pek mevcut olamamakta veya olsa da yeni bir şey üretilememektedir. Bundan dolayıdır ki, bilim dünyasında, bazı temel tecrübî çalışmalar umumiyetle sadece bir teoriyle şekillendirilir. Bazı büyük teoriler, sadece deney sonuçlarından ilham alınarak geliştiği halde, bazı teoriler ise; gerçek dünya ile kesişen hiçbir noktaya sahip değildir. Bir kısım deney sonuçları da bir teoriye dayandırılıp anlamlandırılamadan ortada izah edilmeyi beklemektedir. Kimi durumlarda da farklı yönlerden gelen teori ve deneylerin buluştuğu rastlantılar vardır. Mesela, kıtalararası radyonun ilk günlerinde; çok miktarda parazit vardı. Gürültünün pek çok kaynağı belirlenebildi ama hepsi uzaklaştırılamadı. Gürültünün bir kısmı elektrik fırtınalarından kaynaklanıyordu. 1 930’da Bell, telefon laboratuarından Karl Jansky, Samanyolu galaksisinin merkezinden gelen bir “ssss” sesinin varlığını belirledi. Bu da bilinen parazit tesirlere yardım eden uzaydaki radyo enerjisi kaynaklarının varlığına işaret ediyordu. Radyo astronomları olan Arnold Penzias ve R. W. Wilson 1965’de, bu hadiseyi araştırmak üzere radyo teleskobunu değiştirerek geliştirdiler.
Aynı zamanda çok zeki ve çalışkan olan bu ikili, uzayın her tarafına eşit şekilde dağılmış küçük miktarda bir enerji buldular. Enerji kaynağı olmayan herşeyde, yaklaşık 4°K’lik bir enerji varmış gibi bir sonuç elde ettiler. Bu onlara çok anlamsız geldiğinden, neticenin cihazdan kaynaklanan bir hataya bağlı olabileceğini düşündüler. Bu onların düşünebildikleri en uygun sonuçtu. Bu hatanın da, kısmen teleskoplarında yuva yapan güvercinlerden gelebileceğini düşündüler. Güvercinlerden kurtulmak için bir hayli enerji ve zaman harcadılar. Fakat onlar, gürültünün muhtemel bütün kaynaklarını yok ettikten sonra 3°K’lik tek düze sıcaklık elde ettiler. Onlar hala kendilerine anlamsız ve hatalı gelen bu sonucu, yayınlamaktan çekindiler. Allah’tan ki, tam o sıralarda, Princeton Üniversitesinden bir grup teorisyen bilim adamı, bir ön rapor hazırlayıp akademi çevrelerine göndermişlerdi. Bu rapor şunu yazıyordu: “Eğer kâinat Big Bang’den orijinlenmişse, uzayda ilk patlamadan geriye kalan sıcaklığın delili olan homojen bir sıcaklığın olması gerekir Ayrıca bu enerji radyo sinyalleri şeklinde de keşfedilebilir.”
Pensias ve Wilson’un çalışması güzel bir şekilde, Princeton’dan gelen teorik çalışmalar ile birleştirildi. Penzias ve Wilson, kâinatın sıcaklığının hemen her yerde, mutlak sıfırın üzerinde yaklaşık 3°K olduğunu bulmuşlardı. Bu açıkça, yaradılıştan kalan artık enerjiydi ve aynı zamanda, Büyük Patlamanın olduğuna dair sağlam ilk delildi. Bu vak’ada teori ile maharetli gözlem, akıllıca birleştirilmişti. Unutulmamalıdır ki, Penzias ve Wilson bu ödülü anormal gelen ve anlamsız görülen şeyleri reddederek değil; kâinatı anlamaya çalışma ve keşfetme gayretleri neticesinde aldılar.

Özetle, “teori mi deney mi?” meselesinde çoğunlukla yapılan yanlışlık; teoriyi ayrı bir şey, deneyi başka bir şey olarak görüp, meselelere çözüm aramaktır. Deneyin en önemli yönü, pratik icadlara götüren bir yol olmasıdır. Yeni teknolojiler geliştirmenin yolu; teori ile gözlem ve deneylerin iyi analizi ve sentezinden geçer. “Teori mi; deney mi?’sorusunda ne bir tercih ne de bir genelleme yapmak mümkündür. Her biri de ayrı ayrı keşif ve icadlar için hayati öneme sahiptir. Hataya düşülen nokta, deneyin veya teorinin tek yanlı değerlendirilmesidir. Yazımızdaki misalleri, son iki üç asrın keşif ve icad merkezi olmuş Batı dünyasından vermekle beraber, tarihi bir hakikat olan “ilmi araştırmaların ve düşüncenin sağlıklı metodunun 8- 12. asırlarda Müslümanlar tarafından şekillendirilip insanlığa takdim edildiği” hususu da akıldan çıkarılmamalıdır. Gazali, “ihya-u UIumi’d-Din” adli eserinde, bunu doğru şekilde formüllendirerek, Descartes’in metoduna öncülük etmiştir. Ebu Bekir er Razi, Aristoyu ilk tenkid eden kişiydi. İbni Hazm ve İbni Teymiyye, tümevarım metodunun, akılcı yaklaşım ve müzakerelerin güvenilir şekli olduğunu göstermişlerdir. El-Biruni, El-Kindi, İbnü’l Heysem, İbni Sina, Cabir bin Hayyan, gözlem ve deney metodlarını araştırmalarında kullanan Müslüman bilginlerin önde gelen isimlerindendir. İbnü’l-Heysem, hem indüktif hem de dedüktif metodları bir arada kullanan (fizik ve optik dalındaki) birçok keşfe imzasını koymuş bir âlimdir. Onun indüktif yaklaşımı kendisini, gözlem ve deneye yöneltirken, dedüktif yaklaşımı da hipotezler kurmaya ve teoriye dayalı başka gerçeklerin yorumlanmasına yöneltmiştir. İbnü’l-Heysem, hem gözlem ve deneye hem de teoriye dayalı çalışmalara eşit derecede önem vererek, keşif ve icadlarda her ikisinin gerekli olduğunu gösteren ve örnek almamız gereken bir Müslüman âlimdir. Günümüzün İbnü’l Heysemlerinin yetişeceği ilmi araştırma atmosferlerinin hazırlanıp faaliyete geçirilmesi, ne kadar erken gerçekleştirilirse, milletimizin, geleceğin süper devletlerinden biri olma durumu daha da hız kazanacaktır.

Dr. Selim AYDIN
KAYNAKLAR
- Hacking, I (1983) Representing and intervening: Cambridge Unıv. Press. Cambridge Sh: 149-167
- Qadır, C. A. (1988). Phılosophy and Scıence in The İslamic World. Routledge. Newyork Sh: 104-110


Icatlar

MollaCami.Com