Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


İMAM-I RABBANİ AHMED-İ FARUK-İ SERHENDİ K:S

23- İMAM-I RABBANİ AHMED-İ FARUK-İ SERHENDİ K:S

Hindistan’da yetişen büyük İslâm âlimi ve büyük velî. Adı, Ahmed bin Abdülehad’dir. 1563 (H. 971) senesinde aşûre günü Hindistan’ın Serhend şehrinde doğdu. 1624 (H. 1034) te doğduğu yerde vefât etti.

İnsanların, îtikad, ibâdet ve ahlâk husûsunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri ile amel etmelerini sağlayan, insanları ü teâlânın rızâsına kavuşturmak için rehberlik eden ve kendilerine Silsile-i aliyye denilen İslâm âlimlerinin yirmi üçüncü halkasıdır. Hazret-i Ömer’in soyundan olup babası ve dedelerinin hepsi, zamanlarının büyük âlimi, salih, faziletli kimseleriydi.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri doğduktan bir müddet sonra hastalanınca babası onu kendi hocası Şah Kemal Kıhteli Kâdirî’ye göstermiş, o da; “Korkma bu çocuk çok yaşayacak ve büyük bir zât olacak.” buyurup, elinden tutarak ağzından öpmüş ve mânevî feyzlere kavuşturmuştur.

İlk tahsilini babasından okuyup, Arapçayı öğrenmiş, küçük yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberlemiştir. Sesi güzel olduğundan bülbül gibi okurdu. Çeşitli ilimlere âit küçük kitapları ezberlemiş, sonra Siyalkut şehrine gidip büyük âlim Mevlânâ Kemâleddîn-i Keşmîrî’den aklî (fizik, kimya, biyoloji, matematik vs.) ilimleri gâyet iyi okumuştur.

Kâdı Behlûl-i Bedahşânî’den de naklî, yâni dînî ilimleri okuyarak icâzet (diploma) almıştır. On yedi yaşındayken tahsilini tamamlayıp, aklî ve naklî (kelâm, fıkıh, tasavvuf) ilimlerin hepsinden icâzet aldı.

Tahsili esnâsında babası vâsıtasıyla Kâdirî ve Çeştî yollarının büyüklerinden feyz aldı. Babası hayattayken, ilim öğretmeye başladı. Bu sıralarda Risâlet-üt-Tehlîliyye, Rîsâlet-i Redd-i Revâfıd, İsbât-ün-Nübüvve ve başka birçok risâle ve kitap yazmıştır. Edebiyata çok meraklı olup, fesâhatı, belâğatı, sür’at-i intikâli(çabuk kavrayışlılığı), zekasının üstünlüğü herkesi hayrette bırakıyordu.

Bu kadar ilmi ve herkesin üstünde olgunluğu ile birlikte kalbi Ahrâriyye büyüklerinin aşkı ile yanıyor, bu yolda yazılmış kitapları okuyordu. Babasının vefatından bir sene sonra, hacca gitmek üzere Serhend’den yola çıktı.

Hindistan’ın hükümet merkezi olan Delhi şehrine gelince orada büyük veli Muhammed Bâkî-billah hazretlerini ziyâret etti. Huzuruna girince kalbinde bir nur parladı. Mıknatısın iğneyi çektiği gibi çekilip, duymadığı, bilmediği şeyler kalbine doldu. Hacdan sonra uğrayıp istifâde etmeyi niyyet ettiyse de, kalbindeki sevgi ve arzu, kendisini bırakmayıp, ertesi gün huzuruna gelerek Ahrâriyye feyzine kavuşmak şevkini bildirdi.

Edeple ve can kulağı ile hocasının sözlerine ve hallerine bağlandı. Yüksek kâbiliyeti ve bütün varlığı ile çalışıp, hocasındaki bütün kemâlât, olgunluklar ve üstünlükler kendisinde hâsıl oldu. Hocası Muhammed Bâkî-billah, zamanının büyüklerinden bâzı dostlarına yazdığı bir mektupta şöyle buyurmuştur:

“Serhend şehrinden bir genç geldi. İlmi pekçok, her hareketi ilmine uygun. Birkaç gün bu fakirin yanında bulundu. Onda çok şeyler gördüm. Dünyayı nurla dolduracak bir güneş olacağını anlıyorum.”

İmâm-ı Rabbânî, hocasının lütfu ve himmeti ile iki ay içinde kimsede görülmeyen hallere kavuştu. Birkaç ay sonra hocası Muhammed Bâkî-billah’tan kayıtsız, şartsız icâzet aldı. Böylece tasavvuf ilminde ve hâllerinde de yüksek dereceye kavuştuktan sonra memleketi olan Serhend’e dönmesi emrolundu.

Hocası talebesinden çoğunun yetiştirilmesini de ona bırakıp, onları da arkasından Serhend’e gönderdi. Hocası onun için şöyle buyurdu: “Kalplere devâ, ruhlara şifâ olan bu tohumu Semerkand ve Buhârâ’dan getirip, Hindistan’ın bereketli toprağına ektim. Taliplerin yetişip kemâle gelmesi için uğraştım. O (İmâm-ı Rabbânî) her dereceyi aşıp, üstünlüklerin sonuna varınca, kendimi aradan çekip, talebeyi ona bıraktım.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri memleketine gelince ilim öğretmeye, tasavvuf ve mârifet nurlarını dünyâya yaymaya, tâlipleri yetiştirmeye ve yükseltmeye başladı. Şöhreti her yere yayılıp, her taraftan âşıkları, onun ilminden, nûrundan faydalanmaya geliyordu.

Talebelerine Beydâvî Tefsîri, Sahîh-i Buhârî, Mişkât-i Mesâbih, Avârif-ül-Meârif, Pezdevî, Hidâye ve Şerhi Mevâkıf gibi bâzı din kitaplarını ders olarak mükemmel bir şekilde okuturdu. Ömrünün son zamanlarında dahi talebelerine ilim tahsilini sıkı sıkı emreder buna çok önem verirdi. Herkesin kalbini ilim ve nur ile dolduruyor, Muhammed aleyhisselâmın dînini canlandırıyor ve kuvvetlendiriyordu.

Zamanının pâdişahlarını, vâli, kumandan, âlim ve hâkimlerini çok tesirli mektupları ile dîne, sünnet-i seniyyeye teşvik ediyor, çok âlim ve evliyâ yetiştiriyordu. ü teâlâ ona öyle bir ilm-i bâtın ihsan etmişti ki, kendine mahsus olan ilimleri de cihâna yaydı. Hocası da bu yeni ilimlere kavuşmak için huzuruna gelir, hürmetle otururdu.

Hatta birgün geldiği zaman, kendisini kalbi ile meşgul görüp, odaya girmedi, hizmetçiye de haber verip, “Rahatsız etme!” dedi ve sessizce kapıda bekledi. Bir müddet sonra İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalkıp; “Kapıda kim var?” deyince, üstadı; “Fakîr Muhammed Bâkî.” dedi. Bu ismi duyunca kapıya koşup, edep ve tevâzû ile karşıladı. Hocası kendisine çok müjdeler vermiş, dostlarına medhetmiş ve öleceği zaman bütün talebelerine ona tâbi olmalarını emretmişti.

Zamanın âlimleri İmâm-ı Rabbânî hazretlerine “Sıla” ismi ile hitap ettiler. Sıla, birleştirici demektir. Çünkü o, tasavvufun İslâmiyetten ayrı bir şey olmadığını İslâmiyete uygun bir şey olduğunu ispat ederek, ahkâm-ı İslâmiyye ile tasavvufu vasletmiş, birleştirmiştir.

Bir mektubunda da; “Beni iki deryâ arasında sıla yapan ü teâlâya hamd olsun.” diye duâ etmiştir. Hadîs-i şerîfte; “Ümmetimden Sıla isminde biri gelir. Onun şefâati ile çok kimseler Cennete girer.” buyrularak, onun geleceği haber verilmiştir. Bu hadîs-i şerîf, İmâm-ı Süyûtî’nin Cem’ül-Cevâmî kitabında vardır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Müceddîd-i Elf-i Sânî’dir. Yâni hicrî ikinci bin yılının müceddididir. Eski ümmetler zamanında, her bin senede yeni din getiren bir Resûl gönderilirdi, yeni din önceki dîni değiştirir, bazı hükümleri kaldırırdı. Her yüz senede de bir Nebî gelir, din sâhibi peygamberin dînini değiştirmez, kuvvetlendirirdi.

Hadîs-i şerîfte, bu ümmete ise her yüz yıl başında İslâm dînini kuvvetlendiren bir âlim geleceği haber verilmektedir. Peygamber efendimizden sonra peygamber gelmeyeceğine göre, kendisinden bin sene sonra, İslâm dînini her bakımdan ihyâ edecek, dîne sokulan bid’atleri temizleyip, asr-ı saâdetteki temiz hâline getirecek, din ve fen ilimlerinde tam vâris, âlim ve ârif bir zatın olması lâzımdı. Hadîs-i şerîfler bunu bildirmektedir. Bu mühim hizmeti İmâm-ı Rabbânî hazretleri yapmıştır.

Bütün İslâm âlimleri bu zâtın o olduğunda ittifak etmişlerdir. Peygamber efendimizden tam bin sene sonra ilim ve irşâd kürsüsüne mutlak olarak oturup, cihânı Resûlullah’ın nurları ile aydınlattı, bid’atleri temizleyip İslâm dînini ihyâ etti.

Başta vahdet-i vücûd bilgileri olmak üzere daha birçok yanlış anlaşılan meseleleri gâyet açık bir şekilde izah ederek insanların zihinlerini ve kalplerini yanlış ve bozuk inanışlardan, bid’atlerden temizledi; hakkı bâtıldan ayırıp, Peygamber efendimizin, hak, doğru yol olduğunu haber verdiği Ehl-i sünnet îtikâdını her yere yaydı.

Genç ihtiyar herkes ve birçok âlim onun etrafında toplandı. Kendisine ilk defâ Müceddîd-i Elf-i Sânî ismini veren, zamanının en büyük âlimlerinden Abdülhakîm-i Siyalkûtî’dir. O zamanın diğer büyük âlimleri de onu methetmiş, övmüştür.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin dîne yıllarca yaptığı bu büyük hizmetleri ve sağlam, iknâ edici delillerle kendilerinin çürütüldüklerini gören bâzı sapık kimseler ona cephe aldılar ve iftirâ etmeye başladılar. O zamanın Sultanı Selim Cihângir Hanın devlet adamları, hatta büyük veziri ve baş müftîsi ve etrâfındakiler Şiî idiler .

Halbuki İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin birçok mektupları ve bilhassa ayrıca yazdığı Redd-i Revâfid risalesi, Şiîlerin bazılarının yanlış yolda olduklarını bildirmekteydi. Hindistan’daki îtikatları bozuk olan bu insanlar, Sultâna gidip İmâm-ı Rabbânî hazretleri hakkında çeşitli iftiralarda bulunarak şikâyet ettiler.

Sultan, oğlu Şah Cihan’ı gönderip İmâm-ı Rabbânî hazretlerini, evlatlarını ve yetiştirdiği talebelerini çağırıp, hepsini öldürmeye karar verdi. Bunun üzerine Şah Cihân, bir müftî ile yanına gitti. Sultana secde câiz olduğunu gösteren bir fetvâyı da götürdü. Onun üstünlüğünü biliyordu.

Babama secde edersen seni kurtarabilirim, deyince, İmâm-ı Rabbânî hazretleri bu fetvânın zarûret zamânında izin olduğunu, azîmet ve din bütünlüğünün secde etmemek olduğunu, ecel gelince, ölümden hiçbir şeyin kurtaramayacağını söyledi ve secde etmeyi kabul etmedi.

Çocuklarını ve talebelerini bırakıp sultana yalnız gitti. Kendisine yapılan iftiralara karşı sultana o kadar güzel ve doyurucu cevap verdi ki, sultan yüksek hakîkatleri anlayabilecek birisi olmadığı halde, neşelendi ve serbest bırakıp özür diledi.

Hattâ o, sultana kendisine yapılan iftirâların asılsız olduğunu açık delillerle anlatırken, orada bulunan ateşe tapıcı Hinduların büyük bir kumandanı onun dinde olan kuvvetini, sözlerini, lezzet ve kıymetini görerek Müslüman oldu.

Sultânın iknâ olduğunu, kendi uğraşmalarının boş olduğunu gören iftirâcı sapıklar; “Bunun adamları çoktur. Sözleri bütün memlekette yürürlüktedir. Bunu serbest bırakırsak bir karışıklık çıkabilir.” diyerek uzun konuşmalardan sonra sultanı aldattılar. Sultan, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini memleketin en sağlam ve korkunç kalesi olan Guvalyar Kalesine hapsedilmesini emretti ve hapsedildi.

Bu hâdiseye çok üzülen talebeleri sultâna isyan etmek istediler. Bunu yapabilecek güçteydiler. Fakat İmâm-ı Rabbânî hazretleri onları rüyâlarında ve uyanıkken bu işten men etti. Sultana hayır duâ etmelerini emredip; “Sultanı incitmek bütün insanlara zarar verir.” buyurdu. Kendisi de sultana hep hayır duâ ediyordu.

Sultanın veziri koyu bir muhâlif olduğundan zindanda İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin başına kardeşini tâyin etmiş ve çok şiddetli davranmasını emretmişti. Bu görevli ise ondan çeşitli kerâmetler, üzülmek yerine heybet, sabır ve hatta neş’e görerek tövbe etti. Muhâlefeti bırakıp Ehl-i sünneti seçti ve onun hâlis talebelerinden oldu. Kalede hapiste bulunan insanlar, onun bereketi ve sohbetleri ile müslüman olmakla şereflendiler. Birçok günâhkar tövbe etti. Hatta bâzıları yüksek âlim oldu.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri kalede iki veya üç sene kaldıktan sonra, sultan yaptığına pişman oldu. Hapisten çıkarıp ikram ve ihsân eyledi. Bir müddet, asker arasında kalmasını istedi. Sonra serbest bırakıp, hürmetle vatanına gönderdi. Hapisteki bu sıkıntılardan ve uğradığı dertlerden sonra evvelce bulundukları hallerin ve makamların binlerce üstünde derecelere yükselmiş olarak memleketine döndü.

İmâm-ı Rabbânî hazretlerini hapsettiren Selim Cihangir Hânın oğlu Şâh Cihan, pâdişâh olmak için babasına karşı geldi. Askeri çok ve babası tarafındaki kumandanların çoğu kalpten kendisine bağlı olduğu halde zafer kazanamadı. O zamanın evliyâsından birine hâlini anlatıp duâ istedi. O velî dedi ki; “Senin zafer kazanman için vaktin dört kutbunun sana duâ etmesi lâzımdır.

Bunlardan üçü seninle beraber ise de, en büyükleri olan dördüncüsü bu işe râzı değildir. O da İmâm-ı Rabbânî Müceddîd-i Elf-i Sânî hazretleridir.” Şah Cihân, İmâmın huzuruna gelip duâ etmesi için yalvardı.

Fakat, babasına karşı gelmesine mâni olup nasihat etti; “Babana git elini öp, gönlünü al; yakında vefât edecek, saltanat sana kalacaktır.” diye müjde verdi. Şah Cihân emirlerini dinleyip arzusundan vazgeçti. Az zaman sonra 1627 (H. 1037) de babası vefât edince saltanata kavuştu.

Müslümanların zayıf düştüğü; küfrün, sapıklığın zulmetin, felsefecilerin ve bozuk tarikatlerin her tarafı kapladığı bir zamanda, yüz binlerce kâfir, İmâm-ı Rabbânî’nin elinde Müslüman oldu. Çok sayıda fâsık ve fâcir onun güzel hallerini görüp, sohbetini işitip tövbe ederek sâlih Müslüman oldu.

Uzaktan yakından çok kimseler rüyâda ve uyanıkken onu görerek yanına koşmuş, huzuruna geldiklerinde gördüklerini aynen bulmuşlardır. Âlim, sâlih, genç, ihtiyar binlerce kimse onu görüp, sohbetinde bulununca feyz alarak kalpleri zikreder olmuştur.

İmâm-ı Rabbânî, İslâm dîninde her sözü senet olan, Ehl-i sünnetin temel direklerinden çok büyük bir âlim ve velîdir. Kelâm ilminde müctehiddir. Kendisinden önceki birkaç asırda İslâmiyete çok sinsi bir şekilde sokulmak istenen felsefe düşüncelerini tamâmen temizlemiş, yazdığı mektuplar ve kitaplarla kıyâmete kadar bu yoldaki bütün suâllere cevap teşkil edecek îzâhlar ve açıklamalar yapmıştır.

Daha 18 yaşındayken yazdığı İsbât-ün-Nübüvve kitabı ile peygamberleri filozoflardan kesinlikle ayırarak, peygamberlerin ’ın dînini bildiren peygamberleri; filozofların ise, yalnız aklını rehber edinmiş herhangi insanlar olduğunu açıkça ve kesin delillerle isbat etmiştir.

Böylece peygamberliğe inanmayanların, peygamberleri filozof zanneden veya onlarla bir tutmaya kalkışanların ne kadar yanlış düşündüklerini göstererek İslâm dînine insan düşüncesi ve fikri karıştırmak ve böylece dîni zamanla değişir hâle getirmek isteyenlerin yolunu kapatmıştır.

Büyük Ehl-i sünnet âlimleri ve evliyâlarının da ancak Peygamber efendimizin tam izinde yürüyen yüksek insanlar olduğunu belirterek bunlara da filozof diyenlerin bu sözlerinin ne kadar yanlış olduğunu göstermiştir. Daha sonraki asırlarda ve zamanımızdaki filozofların her türlü sözlerine onun eserlerinde bol bol cevaplar bulunmaktadır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, tasavvufun bütün inceliklerine ve en yüksek kemâllerine ererek, Muhyiddîn-i Arabî, Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî, Bâyezîd-i Bistâmî ve Cüneyd-i Bağdâdî başta olmak üzere kendisinden önce yaşamış velilerin sekr (tarikat sarhoşluğu) hâlindeyken söyledikleri ve iyi anlayamayanları şaşırtan yüksek sözlerini, vahdet-i vücud bilgilerini gâyet net bir şekilde açıklamış, bu büyüklerin yanlış anlaşılarak düşmanlık yapılmasına mâni olmuştur.

Tasavvuf deryâsından bol bol saçtığı yüksek mârifetler, beliğ ifâdeler ve fasih sözleri ile bâzı evliyânın dahi kâfi şekilde anlamak ve anlatmaktan âciz kaldığı yüksek hakikatleri candan arzulayanlara sunarak bu sonsuz deryânın susuzlarının harâretini teskin etmiş, yolunu şaşırmışlara doğru yolu göstermiş, aşağı derecelerde takılıp kalanları çok yükseklere çıkarmıştır.

Sorulan bütün suallere cevaplar vererek tasavvufta iyi anlaşılmayan bir yer bırakmamıştır. Tasavvufî kelime ve terimleri çok mükemmel bir şekilde yeniden açıklayarak bu konulardaki karışık ifade ve bilgilerin arkasında saklanarak Müslümanları kandıran ve şaşırtan câhillerle, dünya düşkünü bozuk tarikatçilerin maskelerini indirmiş, bu hususta esaslı görüşleri açıklamış, bütün bu isim ve sıfatların vasıflarını, asıllarını ve hakikatlerini gözler önüne sermiştir.

Böylece bu yoldan ve tasavvuf kelimesi perde edilerek İslâm dînine bozuk inanç ve ibâdetlerin, uydurma merâsim ve toplantıların, her türlü sapıklık ve hurâfelerin girip yerleşmesini önlemiştir.

Vilâyetin ve velîliğin olağanüstü şeyler göstermek demek olmadığını, asıl velîliğin ü teâlâyı unutmamak ve ü teâlânın isimlerine, sıfatlarına ve fiillerine olan mârifet, yakınlık olduğunu, tasavvufun, İslâm dîni dışında ayrı bir yol değil, bizzat dînimizin içinde emir ve yasakların kolaylıkla yapılmasına yardımcı olan ü teâlâya muhabbet yolu olduğunu çok veciz şekilde izah ederek din bilgisi az olanların ve hakîkî tasavvuf ehli olmayanların insanları kandırmalarına ve böylelerinin mârifet ve kerâmet sâhibi hakîki velîlerle karıştırılmasına mâni olmuştur. Kısacası onun tasavvuf deryâsında çözemediği bilmece, haber vermediği esrâr kalmamıştır.

İmâm-ı Rabbânî hazretleri, kitaplarında, mektuplarında, sohbetlerinde ve günlük hayatında bütün bid’atlerle (dîne sonradan ilâve edilen hurafelerle) şiddetle mücâdele etmiş, bunları bir bir ayıklayarak unutulmuş olan nice sünnetleri, hatta farzları yeniden meydana çıkarmıştır.

Bid’atlerin en çirkininin îtikadda (inançta) ortaya çıkanlar olduğunu bildirerek, bunlarla ve ibadetlere sokulmak istenen bid’atlerle mücâdele etmiş, her sözü ve işinin sünnete uygun olmasına pekçok titizlik göstermiştir.

Ayrıca zamanındaki bütün fen ilimlerini en üstün şekilde biliyordu. Fen bilgileri üstüne yaptığı açıklamalar bu ilimlerin mütehassıslarını hayrette bırakmıştır. Meselâ elektronların çok hızlı dönüşlerinden dolayı atomların içinin ve böylece maddelerin dolu sanıldığını, halbuki boş olduğunu ilk olarak bundan dört yüz sene önce açıklamıştır. Bu husus, fen adamları tarafından ancak 20. yüzyılda ve uzun deneyler sonucu anlaşılabilmiştir.

Kerâmetleri:
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin her an kerâmetleri görülürdü. Bedreddîn-i Serhendî, İmâm’ın 60 binden fazla kerâmeti olduğunu bildirmektedir. Bunlardan bâzıları şunlardır:

Kıymetli talebelerinden Seyyid Cemâl şöyle anlatmıştır: “Bir çölden geçiyordum, âniden önüme bir arslan çıktı. Yalnızlık korkusundan ve bu yırtıcı arslanın heybetinden, titremeye başladım.

O sahrada, bu arslanın önünden kaçmaya imkân bulamadım. Hocam İmâm-ı Rabbânî’yi hatırlayarak ondan yardım istedim. Birdenbire gördüm ki, elinde baston olduğu hâlde acele geldi. Elindeki bastonu ile o korku bilmez heybetli arslana vurdu. Bu hâli görünce birden irkilip dikkatle baktım, arslan süratle kaçıp gitti. Hocamı da bir daha göremedim.”

İmâm-ı Rabbânî hazretleri talebeleri ile birlikte bir köye gitmek üzere yola çıkmışlardı. Bir sahraya geldikleri sırada hava çok sıcak ve tozluydu. Talebeleri bunaltıcı havada susamışlar ve sıcaktan rahatsız olmuşlardı. İmâm-ı Rabbânî hazretleri gözlerini semâya dikerek duâ edince birkaç adım yürümeden bir parça bulut göründü ve hepsini gölgeledi. Toz kalkmayacak ve çamur olmayacak kadar yağmur yağdı. Havanın harâretini düşüren hafif bir rüzgâr da esti.

Talebelerinden biri şöyle anlatır: “Bir yolculukta hocamız bir kervansaraya indiler. Âniden dostlarına: Bugün buraya bir belâ geleceğini ve herkese sirâyet edeceğini görüyorum. Arkadaşlarımız birbirlerine söylesinler herkes; “Bismillâhillezî lâ yedurru me’asmihî şey’ün fil’-ardı velâ fissemâi ve hüvessemîul-alîm” ve “Eûzübikelimâtillâhittâmmâti min şerri mâ halak” duâlarını tekrar tekrar okusunlar.

Çünkü bu duâyı kim okursa, ü teâlânın inâyeti ile kendisi ve malı korunur, buyurdu. Bunu söyledikten, iki saat geçmeden kervansarayın bazı kısımlarında yangın çıktı.

Bir türlü söndüremediler ve birçok mal yanıp telef oldu. Bu arada talebesi Mevlânâ Abdülmü’min Lâhorî’nin de malları yandı. Ona hazret-i İmâm: Size hiç kimse okunması îcâbeden duâları söylemedi mi? buyurdular. Arkadaşları ona bu duânın okunması gerektiğini söylemeyi unutmuşlardı.”

Okudukça insanın hayranlığı daha da artıyor, teşekkür ederiz, Allah c.c. razı olsun...


Altun Silsile

MollaCami.Com