Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Kabir Azabı Ve Sorgu Melekleri

Kabir Azabı Ve Sorgu Melekleri

Bera bin Azib diyor ki:
“Resulullah Efendimiz ile birlikte Ensar’dan birisinin cenazesine gittik.
Sevgili Peygamberimiz, başı eğik olarak mezar başında oturdu. Üç defa:
“Allah’ım! Kabir azabından sana sığınırım.” dedikten sonra şöyle buyurdular:
“Mü’min, ölüme yöneldiği vakit, Hz. Allah, beraberlerinde güzel kokular ve kefen bulunan yüzleri güneş parlaklığında melekler gönderir. Ölümü beklemekte olan mü’min kulun gözleri önünde beklerler. Ruhu çıktığı zaman, yer ile gök arasında ve göklerde ne kadar melek varsa, onun için istiğfarda bulunurlar. Gök kapılarının tümü kendisi için açılır ve her kapı kendisinden geçmesini ister. Ruhu Allah’a yükseldiği zaman, melekler: “Yâ Rab! Bu falanca kulunun ruhudur.” derler. Allah-ü Teâlâ: “Onu geri çevirin. Kendisi için hazırladığım mükafat ve iyilikleri ona gös terin. Çünkü ben ona: “Sizi topraktan yarat tım. Ve yine toprağa iade edeceğim, tekrar topraktan çıkaracağım.” (Tâhâ Sûrei, ayet : 55) diye vaat te bulundum.” buyurur.

Bundan sonra ruh, mezarına döner ve hatta kendisini defnedip dağılanların ayak ses lerini dahi duyar. Son bir eziyet olarak, melekler onu alabildiğine sıkıştırır ve:
“Rabbin kimdir? Peygamberin ve dinin nedir?” diye sorarlar.
Bunun üzerine mü’min kul:
“Rabbim Allah’tır. Dinim İslam, peygamberim Hz. Muhammed’dir” diye cevap verir.
Bu cevabı verdiği zaman meleklerden birisi:
“Evet , doğru söyledin. İşte bu Allah’ın (C.C.): “Allah, iman edenlere dünya hayatında da ahirette de, o sabit gözlerinde, daima sebat ihsan eder.” (İbrahim Sûres i, ayet : 27) diye buyurmasındaki anlamdır.” der.

Bundan sonra mü’min kulun karşısına, güzel yüzlü, güzel kokulu ve elbiseli
biri çıkıp şöyle der: “Nimetleri daimi olan Allah ‘ın cennet ve rahmeti sana müjde olsun.”
Bunun üzerine mü’min kul:
“Allah, seni hayırla mükafatlandırsın. Sen kimsin?” diye sorar. O da:
“Ben senin dünyadaki amellerinim. Sen, Allah’a her zaman ibadete süratle koşar, isyan etmeye asla yanaşmazdın. Bunun için, Allah seni hayırla mükafat landırdı.” Sonra biris i. “Buna cennetten döşek getirin. Mezarına cennetten bir kapıyı açın.” der. Hemen cennetten bir döşek getirilir ve mezar, cennetten açılan kapı ile cennetten bir bahçe olur. Cennetten açılan kapı:
“Allah’ım, kıyameti bir an önce getir de aile efradıma bir an önce kavuşayım.” der.
Fakat Kâfir olan kul, dünyadan ilişisini kesip de ahirete yöneldiği zaman, Hz. Allah tarafından gönderilen çirkin Sûratlı, şiddetli azab melekleri ateşten elbise ve katrandan gömlekleriyle karşısına dikilirler. Ruhu, bedeninden çıktığı zaman, yer ve gökte ne kadar melek varsa, hepsi onu lanet lerler. Gök kapıları, üzerine kapanır. Hiçbir gök kapısı, onun habis olan ruhunun kendisinden geçmesini istemez. Böylece ruhu geri çevrilir.
Melekler:
“Yâ Rab! Bu falanca kulunun ruhudur. Yerler ve gökler onu kabul etmiyor.” derler.
Yüce Allah:
“Onu geri çevirin. Kendisine hazırladığım azabları gösterin. Çünkü ona da:
“Sizi topraktan yarattım. Yine toprağa iade edeceğim ve tekrar topraktan çıkaracağım.” diye vaatte bulundum.” buyurur.
Böylece Kâfir kulun ruhu, mezara çevrilir. Mezarı başından dağılmakta olanların ayak seslerinide duyar. Sorgu melekleri, ona da:
“Rabbin kimdir? Peygamberin ve dinin nedir?” diye sorarlar.
O: “Bilmiyorum” der. Melekler:
“Tabii ki bilemezsin.” dedikten sonra, çirkin elbiseli, pis kokular içinde, korkunç Sûrat lı birisi gelip karşısına dikilir ve: “Allah’ın gazabı ve daimi olan azabı sana müjde olsun.” der.
Adam:
“Senin de Allah cezanı versin. Sen de kimsin?” der.
O:
“Ben, senin dünyadaki çirkin amellerinim. Sen kötülüğe karşı süratle koşarken, itaat ve ibadete karşı tembellik edip yanına bile yaklaşmazdın.
İşte bugün, Allah-ü Teâlâ, yapmış olduğun kötülüğünün cezasını sana çektirir.” der.
Kâfir kul:
“Allah seninde cezanı versin.” der.
Bundan sonra, sağır, dilsiz ve kör olan birini üzerine vekil tayin ederler.
Demirden bir tokmak, onun için hazırlanır. Bütün insanlarla cinler bir araya gelseler, yine o demirden yapılı olan tokmağı yerden kaldıramazlar. O tokmak, dağlara vurulsa, dağları bile bir vuruşta kül ve toprak haline getirir. Bununla Kâfir kula bir vuruş vurulduğu zaman, kül haline gelir.
Sonra tekrar diriltir. Alnına öyle bir şiddetle vurulur ki, insanlar ve cinlerin dışında tüm canlı varlıklar, o sesi duyar.
Daha sonra, “Buna, ateşten iki demir parçası getirin.” denir. Kâfir kul, ateşten levhalar üzerine yatırılır. Ve mezarına da cehennemden bir kapı açılır. (Bu kapı ile, Kâfir kulun kabri, cehennem çukurlarından bir çukur olur.)

Yine Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
“Mü’min, ölüm döşeğine yattığı zaman, melekler çeşitli misk kokulu mendillerle gelir. Ruhunu bedeninden, kılı yağdan çeker gibi alırlarken: “Ey itaatkar olan nefis . Sen Rabbinden, Rabbin de senden razı olduğu halde Allah ‘ın rahmet ve keremine çık.” derler. Ruh, bedenden çıktığı vakit, o kokular arasına konur, ipek mendil üzerine bağlanır ve Alâ-i İllilyyin’e (en yüks ek makama) çıkarılır. Kâfir de öleceği vakit , içi ateş dolu bir çaput getirilir, canını şiddetle alırlar ve: “Ey pis ruh, sen Rabbinden, Rabbin de senden kızgın olduğu halde bedeninden çık, ayrıl.” der. Ruh bedenden
çıkınca, kendisini ateşten çaput içine koyar, bir şeyin kaynarken çıkardığı hışıltı gibi
ses çıkardığı halde Siccine (cehennem) götürürler.”

Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
“Mü’min kabrinde yeşil bir bahçe içindedir. Mezarı yetmiş zira’ kadar genişletilir. içi ayın on dördü gibi parlar. “Muhakkak onun için dar bir geçim vardır.” (Tâhâ Sûres i, ayet : 124) ayet i celilesinin neden indirildiğini biliyor musunuz? Bu ayet , Kâfirlerin kabirlerinde çektikleri azab hakkındadır. Kabirlerinde doksandokuz yılan kendilerine musallat olur. Her yılanın yedi başı vardır. Bu yedi başlı yılanlar, ısırır, sokar ve dirilinceye kadar cesedini zehirlerler.”
Bu doksan dokuz sayısına şaşmamak gerekir. Çünkü kabirde Kâfir kula musallat olan bu yılan ve akreplerin sayıları, kibir, riya, hased, yalan, kin, gıybet ve diğer kötü sıfat ların sayıları kadardır. Bunların her birinin asılları olduğu gibi, bunlardan birçok kollar, bu kollardan da birçok bölümler meydana gelir. Tüm bu nitelikler, kendi maddeleri bakımından yılan ve akrebe dönüşür. Kuvvetli olanı, yedi başlı yılan gibi zehirler, orta derecelisi diğer yılanlar gibi, zayıfı ise akrep gibi zehirler. Basiret sahibi
olan kimseler, tüm bu tehlikeleri basiret nuru ile görüp anlarlar. Bu tehlikelerin sayısı ancak peygamberlik nuru ile bilinir. Bu gibi haberlerin gizli sırları vardır. Bu sırlar da ancak basiret sahibi olan kimselere açıkt ır.
Bunların hakikatini kavrayamamış olan kimselerin bunların açık doğruluklarını inkara kalkışması çok yanlış bir şeydir. Zaten imanın en az derecesi bile, tasdik ve teslimiyettir.
Bu gibi şeyleri kabul etmek için, üç makam vardır. Bunlar da:

a) En açık, en doğru ve en kuşku götürmez bir şekilde teslim olmayan şayan olanı bu birinci makamdır. Bu da, gerçekte yılan ve akrepler Kâfir olan kulu ısırdıkları, ona azab çektirdikleri halde senin bu gerçekleri görememendir. Çünkü başta bulunan cismi gözler, melekût âleminin bu inceliklerini göremez. Eğer derseniz ki: “Ashab-ı Kiram, kendileri görmedikleri halde Cebrâil’in gelişine nasıl inanırlardı? Peygamberimizin
onu gördüğüne nasıl kanaat getirirlerdi?” O vakit , senin ilk yapacağın şey, meleklere ve vahye olan imanını düzeltmek olacaktır. Fakat sen, diğerlerinin göremediklerini peygamberin görebildiğine ve ashabın gözleri ile görmedikleri halde, Cebrâil’in geliş ini sezinlediklerini kabul ediyorsan, o halde ölü hakkında olan bu tereddüdün niye?
Nasıl ki, melekler, insan ve hayvanlara benzemiyorsa, azab gereği ölüyü ısırıp zehirley en yılan ve akreplerde bildiğimiz yılan ve akreplere benzemezler. Bunlar başka duyularla görülebilirler.

b) İkinci makam, rüya âlemidir. Yanında uyumakta olan bir adamı, rüyada yılan ve akrepler sokmaktadır. Adam bunun acısını duyar, bağırıp çağırır.
Fakat sen ona bakıp durduğun halde bundan bir şey anlamazsın. Madem ki, uyumakta olan adam, rüyasında aynı acı, ızdırap ve sıkıntıyı çekiyor. O halde bunun hayali veya hakiki olması arasındaki fark nedir?

c) Üçüncü makam, kendiliğinden yılanın acı vermeyeceğini, acıyı verenin zehir olduğunu, hatta asıl acının zehirin meydana getirdiği tesirde olduğunu bilmendir. Aynı acı yılansız ve zehirsiz olarak meydana gelirse, bunun ne farkı vardır? Belki daha tesir edicidir. Azabın olduğunu anlatmak, ancak adeten ona ulaştıran bir sebebe isnad etmekle mümkün olur. Yani, gerçekte yılanın zehirlemesi gibi bir şey olmadığı halde, sanki yılan sokmuşcasına zehirlenme acısını duyar demektir. Örneğin; hiçbir cinsi
münasebette bulunmayan bir kimse, münasebetin zevkini alsa,bunu tarif edebilmesi için, münasebeti ele alması ve münasebet sonucu duyulan zevki “ben münasebet yapmaksızın zevk alıyorum” diye anlatması gerekir. Yoksa başka hiçbir şeklide bu zevki tarif etmesinin imkanı yoktur. Ortada sebep yokken, sebebin sonucu kendisinde var oluyor. Bunun gibi ortada yılan yokken, yılanın zehirlemesi gibi acılar duyuyor. Zaten sebep, kendisi için değil, neticesi için aranır. Netice, sebep ile olduğu gibi,
sebepsizde olabilir.

Yukarıda anlattığımız o tehlikeli sıfatlar da, ölümden sonra insana eziyet ve keder veren şeyler haline dönüşür. Ortada yılan ve akrep yokken, bunların verdiği acılar, yılan ve akreplerin ısırıp sokarken verdiği acılar gibi olurlar.
Bu kötü huyların eziyet veren şeyler haline dönüşmeleri; sevgilisine olan aşkının sevgilisinin ölmesi ile eziyete dönüşmesine benzer. Aşk, zevkli bir şey iken, sevgilinin ölümü ile bir ızdırap ve eziyet olur. Kalbe, çeşitli sıkıntı ve ızdıraplar sokar. Onun istediği kavuşma ve zevkten mahrum kalmıştır. İşte kendiliğinden bu aşk da ölü için bir azaptır. O, dünyada mal, mevki ve evlatlarına aşıkt ı. Bütün bunlar, elinden geri alınması mümkün olmayan bir kimse tarafından dünyada elinden alınsa bu adamın hali nice olurdu? Bu adamın sıkıntısı haddi aşmazmıydı? “Keşke bunların hiçbiri
bende olmasaydı da, bu duruma düşmeseydim.” demez miydi?

İşte ölüm, bir anda bütün sevdiklerinden ayrılmak demektir.
Şair diyor ki:
“Bir şeyi olduğu halde, onu da kaybeden kimsenin hali ne olur?”
Yalnız dünyalığı düşünen, dünyayı sevip ondan zevk alan bir kims enin dünyalığı elinden alınıp da bir düşmanına verildiği, sonra da kaybettiği ahiretinin hasreti ve Allah’tan uzak kalmanın üzüntüsü buna eklendiği zaman, bu adamın içine düşeceği hali düşünebilir misiniz?
Çünkü Allah’tan başkasını sevmek, kişiyi Allah’tan uzaklaştırır. Bütün sevgililerinden ayrılınca, elem ve ayrılığı birbiri ardından yığılır. İşte bu, ona verilen en büyük azaptır. Çünkü ayrılık ateşine ancak cehennem ateşi tabi olur.
Ayet -i Celilede:
“Hayır, muhakkak ki, onlar o gün Rablerinden kesinlikle mahrum olacaklardır. Sonra onlar mutlaka ve mutlaka alevli cehenneme gireceklerdir.” (Mutaffifin Sûresi, ayet : 15-16) buyrulmuştur.
Fakat dünya ile yakınlık kurmayıp sadece Allah ‘ı seven ve Allah’a kavuşma aşkı ile yanıp tutuşan bir kimse, dünya zindanından ve dünya şehvet lerinden kurtulup tüm engeller ortadan kalktıktan sonra sevgilisine yönelmiş olur. Emniyet ve ebediyyet gibi tüm nimetler kat kat fazlasıyla kendisinde toplanmış olur. İşte gerçek amel edenler, böyle amel ederler.
Örnek olarak, atını çok seven bir adamın birini ele alarak buradaki gayeyi açıklayalım: Atını çok seven adam, atının elinden alınmaması için akrebin kendisini sokmasına bile razı olursa, bu daha acı gelir. Yani kendisinde asıl olan, atına olan sevgisidir. O halde akrebin zehirlemesine de hazır olmalıdır. Çünkü ölüm, kişinin atını da, evini de, malını da, çoluk-çocuğunu ve ailesini de, dost ve ahbaplarını da, hatta dünyadaki mevkiini de alır.
Kulak, göz ve diğer tüm azalarını alır. O kimse, bir daha bunların gelmesinden ümidini keser. Eğer bunlardan başka kendisinden Allah sevgisi, ahiret sevgisi yoksa, o vakit bütün sevdikleri elinden alınmış olduğundan, bu acı kuşkusuz yılan ve akreplerin sokmasından çok daha şiddetli olur.
Hayatta iken varlığı elinden gidenin durumu bu olduğu gibi, ölümü ile bu
sevdiklerinden ayrılan kimsenin durumu da böyledir. Çünkü zevk ve üzüntüyü idrak eden, anlayan ruhdur. Ruh ise, ölümsüzdür. Bu yüzden ruhun bedenden ayrıldıktan sonra, azabı daha şiddetlidir. Çünkü hayatta olsaydı, her ne kadar elindeki bütün varlığı gitmiş olsa bile, yine de bazı ümit ve teselli çareleri bulunabilirdi. Fakat ölüm ile, tüm kapılar üzerine kapanmış olur. Hiçbir çare ve ümit , hatta teselli kaynağı bile yoktur.
Hayatta iken bir mendil veya gömleğinin alınmasına üzülecek olsa, bu üzüntüsü ölümünden sonra da devam eder. Eğer dünyaya karşı olan bağlılığı ve serveti az
idiyse, selamete ermiş demektir. Yok eğer, dünyaya gerçekten fazla bağlı ve s erveti de çoksa, azabı da o nis pette artmış olur.
Örneğin, bir altını çalınan kimsenin duyduğu üzüntü, on altını çalınan kimsenin duyacağı üzüntüden daha az olduğu gibi, dünyada birkaç kuruşu olan kimsenin ölümü ile ondan ayrılmasındaki duyacağı acısı, birkaç lirası olan kimsenin acısından daha az olur.
Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
“Bir dirhemi olanın hesabı, iki dirhemi olanın hesabından daha hafiftir.”
Dünyalıktan neyi geride bırakırsan, ölünce hasretini çekersin. Buna göre dilersen servetini çoğaltır, dilersen azaltırsın. Fakat servetini çoğaltırsan, bilmiş ol ki, ardında duyacağın hasretini de çoğaltmış olursun. Azaltır an, o nisbette hasretini de azaltmış olursun. Biliniz ki, mezardaki yılan ve akrepleri çoğalanlar, dünya hayatını ahiret hayatına tercih edip, ona bağlanan, onunla sevinen kimselerdir.
Bütün bunlar, mezardaki yılan, akrep ve diğer çeşitli azap yollarına inanmanın makamlarıdır.

Ebû Said Hudri (R.A.), rüyasında ölmüş olan oğlunu görür. Oğluna:
– Oğlum, bana bir nasihatta bulunurmusun? Diye sorar.
Oğlu da:
– Sana nasihatim, Allah-ü Teâlâ’nın senden istediği emirlerine karşı harekette bulunma. dedi.
Babası:
– Bana biraz daha nasihatta bulunamaz mısın? Diye ricada bulununca, oğlu:
– Daha fazlasına dayanamazsın, baba! dedi.
Fakat babası ısrar edince oğlu:
– Madem öyle, Allah ile aranda gömlek de giyme! dedi.
Bundan sonra Ebû Said el Hudri (R.A.) tam otuz yıl gömlek giymedi.
Azabın çoğundan da azından da Allah’a sığınırız. Her ne şekilde olursa olsun, azaptan kurtulmak, mükafata nail olmak en önemli iştir. Bunun için çalışmalı, her türlü kötülük ve günahlardan sakınmalı, iyilik ve sevaplara yönelmelidir. Allah hepimizi kabir azabından korusun. Amin!..

Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
“Kul öldüğü vakit , siyah renkli, yeşil gözlü iki melek kendisine gelir. (Bu melekler, Sûratlarına bakılamayacak kadar çok korkunç olduklarından) birine Nekir, diğerine ise Münker denir. Bu melekler ölüye:
“Bu Peygamber hakkında ne dersin? Diye sorarlar. Eğer kul mü’min idiyse:
“O Peygamber, Allah’ın kulu ve Resulüdür. Eş hedü en La ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resulühü” der.
Sorgu melekleri:
kulun mezarı yetmiş arşı genişletilir ve nurlandırılır. Sonra da kendis ine:
– Uyu, denir.
O: “Bırakın da gideyim. Durumu aile efradıma anlatayım.” der. Ancak kendisine müs ada verilmez. En yakın adamının ancak kendisini uyandırabileceği bir güveyin uykuya yatması gibi kendisine “uyu” denir. O da kıyamete kadar yatar.
Fakat kul, münafık ise, meleklerin sorularına:
– İnsanlar bir şeyler söylerlerdi, ben de söylerdim. Fakat şimdi bilmiyorum. der.
Bunun üzerine melekler ona:
– Zaten biz senin ne söyleyeceğini biliyorduk, derler…
Sonra da mezara, onu sıkıştırmasını emrederler.
Mezar da onu, kemikleri birbirine geçinceye kadar devam eder. Bu kabir azabı (kıyamet günü) dirilinceye kadar devam eder.

Sevgili Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer’e hitaben şöyle buyurdular:
“Ey Ömer!.. Öldüğün vakit , adamların gidip de senin boyuna uygun bir mezar hazırlayıp döndükten, seni yıkayıp kefenledikten ve kokular sürdükten, mezarına koyup toprağı da üzerine örterek geri döndüklerinden sonraki halin ne olur bilirmisin? Münker ve Nekir adındaki kabrin iki ibtilası sana gelirler. onların sesleri yıldırımlar indiren gök gürültüleri, gözleri çakan şimşekler gibidir. Uzun saçlarını sürüyerek, sivri dişleriyle mezar topraklarını altüst ederek geldiklerinde sana çeşitli zorluklar çıkarır,
korkuturlar. O vakit senin halin ne olur ya Ömer?”
Bunun üzerine Hz. Ömer dedi ki:
– Şu andaki aklım, o zamana başımda olacak mı?
Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.):
– Evet , o zaman da aklın başında olacak, diye buyurdular.
Ömer (R.A.):
– O halde mesele yok. Ben onların hakkından gelir, gereken cevapları veririm. dedi.”

Evet akıl, ölümle değişmez, varlığını yitirmez. Ölümle değişip bozulacak olan sadece bedendir. Ölü, aklı başında, dünyada olduğu gibi keder ve zevki idrak edecek durumdadır. Çünkü her şeyi anlayan akıldır. Azalar değildir. Akıl, eni boyu olmayan ve hatta bölünmeyi kabul etmeyen gizli, manevi bir varlıktır. insanın bütün parçaları kopup da geriye sadece bir parça kalsa, bu son parça kuşkusuz akıldır. İşte öldükten sonra da en son parça olan, ne ölümle yok olur, ne de değişir.

Muhammed bin Münkedir diyor ki:
“Duyduğuma göre, mezarımda Kâfire kör ve sağır olan bir yaratık musallat olur. Elinde demirden bir kamçı, kamçının ucunda ise devenin hörgücüne benzer bir düğüm bulunur. O yaratık, kıyamete kadar sürecek bir azapla Kâfire vurup durur. Gözleri görmediği için, onu koruyamaz. Kulakları duymadığı için sesini işitemez ki, acıyıp da vurmaktan vazgeçsin.”

Ebû Hüreyre diyor ki:
“Ölü mezarına konduğu vakit , dünyada iken yapmış olduğu tüm iyi amelleri yanına gelip kendisini kuşatır. Ve etrafında bir kalkan olup ölüyü savunurlar. Eğer azap melekleri gelip de başucundan azap vermeye kalkışsalar, hemen okuduğu Kur’an-ı Kerim karşı çıkar. Ayakları ucundan gelirlerse namazdaki kıyamı karşı çıkar. Elleri tarafından gelirlerse, verdiği sadakalar karşı çıkar. Diğer azaları tarafından gelip de azap etmek istedikleri zaman, bu sefer orucu karşı çıkar. Azap meleklerine: “Bu adam,
bu ibadetleri bu azalarla yaptı. Buna buralarından azap etmenize imkan yoktur.” denilir.
Ebû Süfyan diyor ki:
“Nasıl, insan malını, çoluk ve çocuğunu koruyorsa, amelleri de kişiyi öyle korur. O vakit ona denir ki: “Allah seni mezar yatağında mübarek kılsın. Ne güzel arkadaşların, ne güzel dostların varmış .”

Huzeyfe diyor ki:
“Sevgili Peygamber Efendimizle bir cenazeye gitmiştik. Resulullah Efendimiz, mezar başına oturup bir müddet mezara baktı, sonra da: “Bu mezarda mü’minin kemikleri birbirine geçirilecek şekilde sıkıştırılır.” Diye buyurdular.

Sevgili Peygamberimiz (S.A.S.) buyuruyor ki:
“Mezarın insanı öyle bir sıkıştırması vardır ki, eğer bu sıkıştırmadan bir kimse kurtulacak olsa, kuşkusuz bu Sa’d bin Muaz olacaktır.”

Enes (R.A.) diyor ki:
“Resulullah Efendimizin kızı sık sık has talanırdı. Bu hastalıklar sonunda öldüğü zaman, Resulullah Efendimiz, mezara kadar peşinden gitti.
Resulullah Efendimizin durumu hepimizi üzüyordu. Mezar başına geldiğimiz zaman, kendisi de mezara girdi. Birdenbire rengi değişti, benzi sarardı.
Kendisine: “Bu haliniz nedir Ya Resulallah?” diye sorduk.
Resulullah Efendimiz:
“Mezarın kızımı sıkıştırmasını ve kabir azabının şiddetini düşünerek geldim.
Rabbimin mezarın sıkıştırmasını hafifletmesini bildiren emir geldi. Buna rağmen mezarın bu hafif sıkıştırması bile öyle bir şiddetlidir ki, kızımın feryadını doğu ve batı arasındaki (insanlar ve cinler dışında) tüm varlıklar işitti.”

Kabir azabından sana sıgınırız Ya Rabbi.

Kaynak : Kimya-i Saadet – İmam Gazali
alinti: İslamiyetim - Kabir Azabı Ve Sorgu Melekleri
İslamiyetim - Kabir Azabı Ve Sorgu Melekleri


Tasavvûf

MollaCami.Com