Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Tasavvufi Kıssalar

(27.Kıssa) Seyr-i Fillah Ne Demektir?

Allahü teâlânın isimlerinde ve sıfatlarında ilerleme. Allahü teâlânın beğendiği ve râzı olduğu şeylerde fânî olma (yâni O'nun sevdiklerini sevmek ve O'nun sevdikleri kendine sevgili olmak).

Allahü teâlâya kavuşmakta zulmet perdelerinin kalkması için mahlûkların hepsini aşmak, yâni seyr-i âfâkîyi ve seyr-i enfüsîyi tamamlamak lâzımdır. Nûrdan perdelerin aradan kalkması için de seyr-i fillah gerekir. (Hâce Ubeydullah-ı Ahrâr)

(28.Kıssa) Seyr-i Fil-Eşyâ:

Tasavvufta nihâyete kavuşan bir velînin geri döndükten sonra daha önce unutmuş olduğu eşyânın bütün bilgilerine yeniden sâhib olması.

Seyr-i fil-eşyâ, dâvet makâmını elde etmek içindir. Dâvet makâmı, Peygamberlere mahsustur. ( Bâki-billâh)

(29.Kıssa) Seyr-i İlAllah Ne Demektir?

Allahü teâlâya doğru olan yolda ilerlemek, mânevî ilimde durmadan yükselmek. Seyr-i âfâkî (kötü hâllerden kurtulma) ve seyr-i enfüsî (iyi hâllerle süslenme) yi içine alan tasavvuf yolculuğu.
Seyr-i ilAllah ve seyr-i fillah yâni Allahü teâlânın beğendiği şeylerde fânî olma hâsıl olmadıkça, tam ihlâs (her işini yalnız Allahü teâlânın rızâsı için yapma) elde edilemez. Muhlislerin (ihlâs sâhiplerinin) olgunluğuna kavuşulamaz. (Abdülhakîm bin Mustafâ)

(30.Kıssa) Seyr-i Anillah-i Billâh Ne Demektir?

Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inme. Tasavvufta nihâyete (maksada) ulaşan velînin geri dönmesi ve mahlûkları bilmeğe kadar inmesi.
Seyr-i anillah-i billah ve seyr-i fil-eşyâ (velînin geri döndükten yâni yol gösterip sonra eşyânın bilgilerine tekrar vâkıf olması) başkalarını irşâd edip kemâle getirmek içindir.

(31.Kıssa) Seyr-i Murâdî Ne Demektir?

Murâdların, seçilmişlerin Allahü teâlânın lutf ve ihsânı ile çekilerek kavuştukları yol.
Tasavvuf yoluna girip ilerlemek, yol gösteren rehberi sevmeğe bağlıdır. Seyr-i murâdî ile ve kuvvetle çekilerek vilâyetin (evliyâlığın) yüksek derecelerine kavuşturulan bu rehberin bakışları, kalb hastalıklarına (kalbin Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmasına) şifâdır.

(32.Kıssa) Rical-i Gayb:

Her devirde bulunan, fakat herkesçe tanınıp bilinmeyen ve görülmeyen, Allah'ın emirlerine tam olarak uyan mübârek, büyük zâtlar, ricâl-i gayb adıyla isimlendirilmektedir. İmâm-ı Rabbânî, Nûr Muhammed Püntî'nin ricâl-i gaybden olduğunu söylemektedir.

(33.Kıssa) Üçler-Yediler-Kırklar:

Allah-u Zülcelal Hazretleri, insanı hiçbir zaman nefsi ile baş başa, başıboş bırakmamıştır, yaratılış gününden beri insanı denetim ve gözetim altında tutmuştur.

‘Eşref-i mahlukat’ olarak yaratılan insan, yine insanlarla, ama seçkin olan rehber insanların vasıtasıyla irşad edilmiş, yolu aydınlatılmıştır.

Bu rehberler, “Peygamber” denen Allah-u Zülcelal’in elçileri ve onların maneviyatlarının varisleri olan “Veliler”dir.

Peygamberler, Hak’tan aldıkları hakikat meşaleleriyle insanların yollarını aydınlatmış, onları kötülükten korumuşlardır. Peygamberlerin varisleri veliler de aynı yolu takip ederek, insanların hak yola dönmeleri ve aydınlığı bulmaları için gayret ve mesai harcamışlardır.

İnsanlığın var oluşundan bu yana süregelen ve Peygamber Efendimiz (sav) Efendimiz ile birlikte devam eden Fatiha Suresi’ndeki “İhdina’s Sırada’l Mustakîm…” diye başlayıp devam eden ayetlerin sırrı, insanlığın başlangıcından bu yana devam etmiş ve kıyamete kadar devam edecektir.

Peygamberler ve onların varisleri (veliler) hiçbir zaman kendi arzularıyla kendi nefisleri için ve kendileri namına, ‘asaleten’ bir davette bulunmamışlardır. Onlar sadece ilahi emirle Allah Rızası için ve Hz. Peygamber’in gölgesi altında, insanları hak yola davet etmişlerdir.

Bu yolda öğrenilen ve öğretilen ilk nokta; “Hakikat ehlinin en büyük sermayesi yokluktur” olmuştur. Tevazunun zirvesindeki bu Zatlar, kendilerini, bırakın insanları, herhangi bir eşyadan bile kıymetsiz ve aşağı görme yüksekliğini gösterebilmiş, bunu hayatlarının her anına yansıtmış nadir insanlardır.

Gaye Hak’tır Hakka ulaşmaktır. Şah-ı Nakşibend (ks) hazretleri şöyle buyurmuş: “Ben Hakk’ka ulaşmayı istedim. Hak Celle ve Ala Hazretleri beni bu yolda rehberlik yapanlara ulaştırdı. Onlar da beni Hakk’a ulaştırdı. Mürşid-i hakiki Hazret-i Allah’tır.”

Şu ahir zamanın akış biçimini, günahlara düşme konusunda insanların gafletini ve şeytanın insanları kandırmak için elinde bulundurduğu sermayenin çokluğunu gördüğümüzde, insan şunu anlıyor ki; Allah’a giden yolda, İslam’ı anlamada, Peygamber varisi veliler, mürşitler bizim için Allah-u Zülcelal’in lütfu ve bizim için halk ettiği kolaylıklardır.

Bazı insanlar, Nübüvvetin sona ermesiyle müşahhas örneklerin de bittiğini söyleyerek. Velayet ve irşad meselesini teorik/ilmi olarak kabul etmelerine rağmen, zamanımızda pratik olarak örneğinin bulunmadığını söylemektedirler.

Ahmed bin Hanbel (r.aleyh)’in naklettiği bir hadis-i şerifte, Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyuruyor:

“Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed (sav) meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir.” (Bu hadis, İmam Ahmed Hambel’in Kitabu’z Zühd’ünde sahih, hatta mütevatir olarak belirtilmektedir. Bu ibare için ayrıca bknz. S. Ateş, ‘Sülemi ve Tasavvufi Tefsiri’, İstanbul, 1969, s. 200.)

Yani, her zaman ve her devirde, Allah-u Zülcelal’in veli kulları, manevi alemin erleri mevcut olmuş ve kıyamete kadar da mevcut olacaktır. Manevi alemi yok saymak yada inkar etmek, gözleri kapatıp ‘güneş yok’ demek gibidir. Zira, insanların hepsi gözlerini kapatsa da güneş yine vardır ve hakikati ortadadır. Geçmişte yaşamış alimler, Allah dostları, bu konuyu ciddiye almış ve hakikatini ortaya koymuşlardır.

Ebu Osman diyor ki: "Budelâ (ebdâl) kırk kişidir, umenâ (eminler) yedi kişidir. Hulefâ (halifeler) üç kişidir, kutup bir kişidir. Velilerin imamı olan kutup, bütün velileri bilir ve yönetir. Ama kendisini kimse bilmez ve yönetmez. Hulefâ olan üç kişi de yedileri bilir ve yönetir. Yediler de kırkları bilirler. Fakat kırklar; yedileri, üçleri ve kutbu bilmezler. Ancak ümmet arasında bulunan diğer velileri bilirler. Diğer veliler de kırkları bilmezler. Kırklardan biri ölürse, ümmet arasında bulunan velilerden biri onun yerine getirilir. Yedilerden biri ölürse, kırklardan biri yerine getirilir. Üçlerden biri ölürse, yedilerden biri yerine getirilir. Kutup ölürse, yerine üçlerden biri getirilir. Bu, kıyamete kadar böyle sürer."

Kehf Suesi’nin 65'inci ayetinde, Hz. Musa'nın, Allah katından kendisine gizli ilim verilmiş salih bir kul ile buluştuğu anlatılır: "(Musa, Orada) Kullarımızdan bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiştik ve ona katımızdan bir ilim öğretmiştik." Bu ayetten, Allah'ın salih kuluna (Hızır Aleyhisselâm'a) kendi ‘ledün’ünden, kendisine arkadaş olan Musa'nın vâkıf olmadığı bir ilmin verilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Ledün, yanında, katında anlamına gelmektedir.

"Onlar, sadece şu yakın hayatın dış yüzünü bilirler, ahiretten ise onlar tamamen gafildirler" (Rûm: 84/7) ayetinde de insanların çoğunun ancak dünya hayatının görünen kısmını bildikleri, fakat ahiretten habersiz oldukları belirtiliyor. İnsanın bilgisi, dış dünyaya açılan duyuların algısına dayanır. Görünmez olan âlem, duyularla algılanmaz, imanla bilinir.

Sonuç olarak, insan başı boş ve kontrolsüz bir yaşamın ve alemin olduğuna, kendisini ne kadar inandırmak isterse istesin, her şeyi yoktan var eden Yaradan’ın yarattığı her şeyi kendine has şekilde kontrol ettiğini ve nasıl ki kainatı zahirini bir denge ve sebepler zincirine bağlamış ise manevi alemi de bir denge ve sebepler zincirine bağladığını unutmamamız gerekmektedir.

Üzerinde yaşadığımız şu alemin kıvamı, huzur ve saadetin devamı; Allah-u Zülcelal’in kulları içerisinde üstün meziyetlerle yaratıp, sayısız devlet, nimet ve faziletlerle donattığı ‘Ricaullah’ın varlığı iledir. Allah’ın Velileri; kainatın nuru, ruhların ışığı, semaların direği, insanlığın ağız tadıdır.

Allah-u Zülcelal, bir kulunu dünyada kendisine ulaştırmayı murad etmişse, onu evvela o yolda rehberlik vazifesi verdiği bir kuluna ulaştırır

(34.Kıssa) Müceddide itiraz:

Bir hadîsi şerifte haber verildiğine göre. Allah Celle ve Âlâ, her yüz sene başında bir Müceddid gönderir ve bu Müceddid, o günün Müslümanlarının ihtiyacına göre hareketini tanzim eder; zayıflayan dini bağları takviye etmek, gafilleşen halk topluluğunu dikkate ve şuura kavuşturmak gibi vazifesini yaparak halkın muhtaç olduğu dini cereyanı teessüs ettirdikten sonra hizmetinin mükâfatına kavuşmak için kendisi huzuru İlâhi'ye gider, fakat dâvâsını geride yetiştirdiği imanlı mücahidler devam ettirirler.

İşte İmam-ı Gazali bu müceddidlerden biridir. "İhyâü'1-Ulûm"'u bugün dahi büyük bir takdirle okunmaktadır. Ancak her müceddidin karşısında birkaç müterizin bulunması öteden beri âdet olduğundan, Gazali'nin, bu itirazcılarının içinde biri vardı ki, zehir zenberekti doğrusu. Gazali'nin en büyük ve en kıymetli eseri olan "İhyâü'1-Ulûm"u, değil okumak; evinde, kütüphanesinde dahi bulundurmanın büyük günah olduğunu iddia ediyor, içinde "Resûl-i Ekrem'in sünnetine aykırı hükümler var" diye diretiyordu.

Hattâ bu iddiasına o günkü halkı da inandırmış olacak ki, kucak kucak toplattırdığı İhyâü'1-Ulûm'ları bir odaya depo ettirmek imkânını dahi bulmuştu. Artık muhitte tek İhyâü'1-Ulûm kalmadığına kani olunca, bir gece yatsı namazından sonra cemaate kararını açıkladı:

"Yarın sabah namazına erken geliniz, hep birlikte kitapların bulunduğu depoya gidecek ve içinde sünnete muhalif hükümlerle halkı dalâlete sevkeden bu bid'at dolu eserleri yakacağız."

Muhitin âlimi olarak tanınan bu zât, şimdiye kadar halk üzerinde kazandığı itibarına dayanarak tasavvurunu gerçekleştirmek üzere geldiği evinde, kitapları nasıl yakacağını düşünerek uyukladı. Az mı uyudu, çok mu uyudu, girdiği rüya âleminde nûr yüzlü iki genç gelerek:

"Biz Resûlüllah'ın jandarmasıyız, seni götürmeye geldik, gitmemekte ısrar edersen zorla götüreceğiz, kalk bakalım." dediler.

İtiraza zaman bırakmadan da apar topar mescide getirdiler. Bir de ne görsün! Bakar ki, mihrabda Resûlüllah Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimiz iki yanında Ebû Bekir, Ömer, Osman, Ali (RadıyAllahü anhüm) oturmuşlar, karşılarında İmam-ı Gazali ile konuşuyorlar. Birden şaşıran muarızı da yanlarına çağırıyorlar.

İmam-ı Gazali Hazretleri elindeki "İhyaü'1-Ulûm"u Resûlüllah'a uzatarak şöyle konuşuyor:
"Yâ Resûlüllah, bu İhyâü'1-Ulûm'u âcizâne ben yazdım ve içinde sünnetine aykırı bir ifadede bulunmadım sanıyorum. Bu kardeşimiz ise İhyâü'1-Ulûm'da Resûlüllah'ın sünnetine aykırı hükümler var, diye etrafta şâyi etti; halkın gece-gündüz okuyup istifade ettiği eserleri bir odaya depo ettirerek yarın sabah yakmaya karar verdi.

Lütfen bir nazar buyurun. Sünnetinize aykırı, yanlış bir ifade kullandığım cümle varsa tashih buyurun ben de yaptığım hatadan dolayı tevbe istiğfar edeyim"

Bu sözlerden sonra Gazali şöyle devam ediyor:

"Eğer sünnetinize uymayan yanlış bir ifade yoksa, bu kardeşimizden dâvâcıyım, iftira edenlere vurulan dayağın buna da vurulmasını istiyorum."

İhyâü'1-Ulûm'u şöyle bir gözden geçiren Resûlüllah, Ebûbekir'e, o da diğerlerine vererek hepsi de tedkik ettiler ve Sünnete aykırı bir hüküm bulunmadığına karar verdiler. Bu durumda müfteri olduğu sabit olan mûterize dayak vurmak üzere ayağa kalkan Hazret-i Ömer, birkaç kırbaç vurduktan sonra, Ebûbekir'in şöyle bir teklifi ile karşılaştılar:

"Yâ Resûlüllah, gerçi bu kardeşimiz kitapta olmayan bir hatanın varlığını iddia etmişse de, maksadı yine Sünnetinizi korumaktır, niyeti doğrudur, izin verirseniz bu kadar kâfidir. afvedelim."
Efendimiz kendisine ait olan hakkını helâl ettiğini, gerisini Gazali'nin bileceğini ifade ettiler: Gazali'nin de muvafakati üzerine Hazret-i Ömer'in (r.a.) elinden kurtulan ve cüz'i ilmine güvenerek bir müceddidi itham eden muarız, mescidden çıkıp gitti.

Sabah namazında cemaatın beklediği muarızın şiddetli hasta olduğu haberi duyuldu. Ziyaretçiler sırtında simsiyah kamçı izlerinden muzdarip bulunduğunu, geceki vurulan kamçıların ciğerlerine kadar tesir etmiş olduğunu hayretler içerisinde müşahede ettiler.

Sıhhatine kavuştuktan sonra tevbe istiğfar ederek "İhyâü'1-Ulûm"u okumaya başlayan Hoca Efendi, bu vâdide o kadar ilerledi ki, kısa zamanda İhyâü'1-Ulûm'a şerhler, hâşiyeler yazacak kadar yükseldi. Bu hikâyesini de yazdığı eserlerine kaydeyledi.

Bir rivâyete göre, âhir ömründe kamçı izleri yeniden açıldığından, "vefatı, Müceddide itirazı yüzünden yediği kamçılar sebebi ile oldu" dediler.

(35.Kıssa) Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şühud:

Vahdet-i vücûd:Vücûdun birliği, varlıkların bir ve tek olduğu kanaati, varlıkları bir bilme düşüncesidir. Diğer bir ifadeyle, varlıkların tek olduğuna, her şeyin ‘tek olan Allâh’ın tecellîleri ve görünüşleri olduğuna inanma temeline dayanan yanlış bir tasavvufî anlayıştır. Buna tasavvufta vahdet-i vücûd yolu denir.

Vahdet-i şuhûd:Her şeyi bir görme hali geçicidir; sâlik, birlik’in varlıkta ve bilgide değil görmede olduğunu sür’atle kavrar. Aynen güneşli bir günde gökteki yıldızların yok olmadığı, ancak Güneşin ışığından dolayı görülemediği, oysa Güneş batıp akşam olunca hepsinin ortaya çıktığı gibi sâlik de, o merhaleyi aşıp manevi sarhoşluktan ayılınca, hâşâ her şeyi Hak olarak görmekten kurtulur. Gerçek varlığın bir tek Allah Teâlâ’ya ait olup O'ndan başka hiçbir şeyin hakiki bir varlığa sahip bulunmadığını, her şeyin mahluk olduğunu Hâlık olamayacağını anlar, Yaratan’la yaratılanları birbirine karıştırmaz.

(36.Kıssa) İmam Rabbani H.z` nin Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şühud anlayışı:

İmam-ı Rabbanî'nin en önemli özelliklerinden biri de genellikle "Vahdet-i vücüd" denilen "Panteizm" ile karıştırılan vahdet-i vücudu "Vahdet-i şühüd" adıyla daha anlaşılabilir hale getirmesidir.

Vahdet-i vücud'daki "Herşey O'dur" anlayışına, "Herşey O'ndandır" şeklinde anlayan, Hakk ile halkın ayrı ayrı varlığı bulunduğunu, ancak halkın vücudunun Hakk'ın varlığına göre gölge mesabesinde olduğu görüşünü benimsemiştir. "Eşya'da Hakk'ı görme" şeklinde ifade edilen vahdet-i şühud bir bakıma vahdet-i vücudun ileri derecesi olarak görülmesidir.

(37.Kıssa) Şah Nakşbend Muhammed Bahâüddin Buhârî (K.S) Ve Nakşibendiyye Yolu:

Şâh-ı Nakşbend hazretleri, kendisine kadar "Hâcegân Yolu" olarak anılan tarikatı "Nakşibendî" yapan kolbaşı. Veliler serdârı bir ulu. Adı Muhammed Bahâuddin b. Muhammed, nisbesi el-Buhârî. Buhârâ yakınındaki Kasr-ı ârifân'dan. Burasının eski adı Kasr-ı Hinduvân.

Kendilerine nisbetle "Arifler köşkü" anlamına Kasr-ı ârifân denildi. "Nakşibend" lâkabının nereden geldiği tam olarak bilinmemekle birlikte tarikatın "hafi zikir" ve "rabıta"yı esas almış olmasından kaynaklandığı söylenmektedir. Çünkü "Nakşibend" "Nakışçı, nakışbağı" anlamlarına gelmektedir. Başındaki "Şâh" kelimeside "Gönül Sultanı" anlamına bir saygı ifadesidir.

Şâh-ı Nakşibend, 718 Muharrem'inde (1318 Nisan'ında) Kasr-ı Hinduvân'da doğdu. Bu yıllar Osmanlı Devleti'nin kuruluş yılları. Şâh-ı Nakşbend'in doğumundan tam bir asır evvel, Cengiz Han, Buhârâyı kuşattı. İşgal edip yaktı yıktı ve târ u mâr etti. Bundan sonra Buhârâ, Moğollarla Harezmliler ve İlhanlılar arasında bir çok defa el değiştirerek siyasi açıdan tam bir keşmekeş içinde kaldı. Bahaûddin Buhârî'nin doğduğu zaman Buhârâ, İran Moğolları ile müttefikleri Çağatay hânedânının elindeydi.

Şâh-ı Nakşibend hazretlerinin ilk üstadı, dedesinin ve babasının Şeyhi olan Muhammed Baba Simâsî'dir. Kendisinin doğumunu "Benim burnuma bu evden bir er kokusu geliyor" diyerek müjdeleyen ve onu üç günlük bir bebek iken manevi evladlığa kabul edip terbiyesini halifesi Emir Külâl'e havale eden, odur. Ancak seyr ü sülûkünü yanında tamamlayıp manevi emaneti aldığı mürşidi, Emir Külâl hazretleridir.

(38.Kıssa) Tarikat-ı Nakşibendiyye`nin Şubeleri (Kolları)

1-)Tayfuriyye:Arif-i Billah Bayezid-i Bestami (k.s) Hazretlerine mensuptur.

2-)Ahrariyye:Hace Abdullah-i Ahrar (k.s) hazretlerine mensuptur.

3-)Müceddidiyye:Müceddid-i Elf-i Sani İmam-ı Rabbani Ahmed Farıkıs-Serhendi (k.s) Hazretlerine mensuptur.

4-)Mazhariyye:Şemsü`d-Din Habibullah Mirza Can-ı Canan (k.s) Hazretlerine mensuptur.

5-)Müceddid-i Dehleviyye:Abdulla-i Dehlevi (k.s) Hazretlerine mensuptur.

6-)Sa`diyye:Mevlana Ebu Said Müceddidi (k.s) Hazretlerine mensuptur.

7-)Reşidiyye:Mevlana Abdü`r Reşid Sahip (k.s) Hazretlerine mensuptur.

8-)Mazhariyye:Mevlana Muhammed Mazhar (k.s) Hazretlerine mensuptur.

9-)Halidiyye:Mevlana Halid Ziyaeddin Müceddidi bin Hüseyn Şeyh-i Zuri Hazretlerine mensuptur.

(39.Kıssa) Nakşibendiyye Yolunun Gayesi:

Şah- Nakşibend (K.S) Hazretleri buyurdular ki:

-Yolumuz, ender bulunan yollardandır.Sağlam halkadır.Resulullah (s.a.v) Efendimiz H.z Muhammed Mustafa`nın sünnetlerine tutunmaktan başka bir şey değildi.Ashab-ı Kiramın takip ettiği yolu izlemekten başka bir gaye yoktur.

-Bu yola girip güzel amel işlemek, gönül açıklığı verir.Sünneti-i seniyye yolunda gitmek ise, amellerin en büyüğüdür.

Şah-ı Nakşibend (K.s) Hazretleri`nin üstteki cümlesi, bir bakıma şu cümlesinin açıklmaasıdır:

-Bizim yolumuzdan ayrılan, dini yönden büyük tehlike içindedir.

(40.Kıssa) Abdülkadir Geylani H.z(K.S) Ve Kadiriyye Yolu:

Kadirilik (Kadiriye, Osmanlıca : قادريه), en büyük sufi tarikatlardan biri. Abdülkadir Geylani yolunun takipçileri tarafından 12. yüzyılda kuruldu. Sesli zikir yapılması nedeniyle cehri tarikatlar arasında sayılır.

Kadirilik birçok kola ayrılarak günümüzde de etkinliğini sürdürmektedir. Bu kolların en bilinenleri Esedilik, Eşrefilik ve Rumilik'tir.

Abdülkadir Geylani (K.S), ( 470veya 471/1078) yılında İran topraklarında bulunan Geylan’ da doğdu. Tam adı, Muhyiddin Ebu Muhammed Abdülkadir bin Ebi Salih Musa ez-Zahid el,Geylani ‘dir. Babasının adı Abdullah, annesinin ismi ise Fatıma’dır. Baba tarafından Hz. Hasan’a(r.a.), anne tarafından da Hz. Hüseyin’e (r.a.) ulaşır. Yani hem şerif, hem de seyyiddir.

Babasını küçük yaşta kaybeden Geylani, babası ve annesi için şöyle der:

“Babam gücünün yettiği kadar dünyaya karşı zahid oldu. Annem de bu konuda ona uydu, bu davranışına rıza gösterdi. İkisi de salih, dindar, ve şefkat sahibi kimselerdi. İşlemiş olduğum hayırların hepsi, sahip olduğum bütün nimetler onların olsun.”.

Abdükkadir Geylani Hazretleri anlatıyor:

“Çocukluğumda ne zaman arkadaşlarımla oynamak istesem, “Sen bu iş için yaratılmadın” diye bir ses duyardım, korkup annemin yanına giderdim.”

Abdülkadir Geylani Hazretleri kendi ifadesine göre dört hanımla evlenmiştir. Bu evliliklerinden 22 kız,27 erkek olmak üzere 49 çocuğu dünyaya gelmiştir.

İlmini ve tasavvuftaki manevi yolculuğunu tamamlayan Geylani, şeyhinin madresesimde vaaz vermeye başladı.Onu buna Yusuf el-Hemedani teşvik etmiştir.

Abdülkadir Geylani Hazretleri vaaza başlayacağı zaman”Elhamdülillahi Rabbi’l Alemin” der bir müddet durduktan sonra yine “Elhamdülillah “ der susar, sonra tekrar” Elhamdülillah” dedikten sonra uzun bir dua yapar, ardından konuşmaya başlardı.

Geylani hazretleri, Cuma,Salı ve Pazar günleri vaaz ederdi.Sohbetlerine devrin pekçok alimi ve şeyhi katılırdı.Kırk yıl vaaz verdiği rivayet edilir.

Bir gün vaaz ederken” Bütün Allah dostlarının boyunları ayağımın altında” diyerek veliler sultanı olduğunu ilan etti.Orada bulunan herkes “Baş üstüne” diyerek bu gavsiyeti kabul etti.Mesela o anda orada bulunan Abdülkadir es-Sühreverdi, başını yere düşecek şekilde eğerek “Başım üstüne,başım üstüne, başım üstüne” demiştir.

Rivayete göre bu manevi havayı sadece oradakiler değil, çok uzaktakiler de hissetti. Harran, Şam, Tilemsan ve Sincar gibi uzak diyardaki Allah’ın veli kulları da bu ilanı duydu ve kabul ettiklerini bildirdiler. Ahmed er-Rifai Hazretleri de tekkesinde otururken”Boynum üzerine” diye karşılık vermiş, sebebi sorulması üzerine Abdülkadir Geylani’ nin yukarıdaki sözü söyledigini ifade etmiştir. O sırada Mağrib’de müridleriyle beraber bulunan Ebu Medyen’ de “Allah’ım seni ve meleklerini şahit tutuyorum, işittim ve itaat ettim” demiştir.

ÜNVANLARI
Abdülkadir Geylani veliler içerisinde en fazla unvan sahibidir. Gavsü’l-A’zam dışında; Muhyiddin (dini ihya eden,dirilten, canlandıran), el-Bazu’l- Eşheb ( Ak doğan) ,Bazullah (Allah’ın doğanı), Kutbu’l Aktab (Kutuplar kutbu), Gavsü’s Sekaleyn ( insan ve cinlerin gavsı), Bedelü’l- Ebdal, Esedü’r- Rical (erkeklerin arslanı), Şeyhü’l-ins ve’l-Cann( insan ve cinlerin şeyhi), Alametü’z-Zaman(zamanın işareti) gibi pek çok ünvanı vardır.

ESERLERİ
Günyetü’t-Talibin

El-Fuyuzatü’r-Rabbaniyye

Futuhhu’l- Gayb

El-Fethü’r- Rabbani

Cilalü’l- Hatır

Mektubat

Sırru’l-Esrar ve Mazharu’l-Envar

Es-Sıracü’l- Vehhac

Gibi pek çok kıymetli eserler bırakmıştır.

(41.Kıssa) Kadiriliğin Esasları:

Bizim bu yolumuz ,

•Kitap ve şünnete
• gönül selametine,
•cömertiğe,
• hayrı yaymaya,
•sıkıntıyı defetmeye,
•eziyete katlanmaya
• ihvanların hatalarını görmemeye dayanır.

Tarikatta zikir, cehri yani açıktan yapılır.

Mürid bir sene sonra tac giyer.


Tasavvûf

MollaCami.Com