Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Meleklerin, Âdem (aleyhisselâm)'a Secde Etmeleri

Cenâb-ı Hak Âdem -aleyhisselâm-'ı yaratıp rûhundan üfledikten ve ona isimleri tâlim buyurduktan sonra meleklere yönelerek Hazret-i Âdem'e secde etmelerini emretmiştir. Bu husus, âyet-i kerîmelerde şöyle anlatılmaktadır:

“Hani Rabbin meleklere demişti ki: «Ben muhakkak kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım. Ona şekil verdiğim ve rûhum­dan üflediğim zaman, derhal onun için secdeye kapanın!» Meleklerin hepsi de hemen secde ettiler. Fakat iblîs hâriç! O, secde edenlerle beraber olmaktan kaçındı. Allâh: «Ey iblîs, sana ne oldu ki secde edenlerle berâber olmuyorsun?» buyurdu. İblîs: «Benim, kuru bir çamurdan, şekillenmiş balçıktan yarattığın insana secde etmem mümkün değildir.» dedi.” (el-Hicr, 28-33)

Kur'ân-ı Kerîm'de bu hâdiseye, siyak ve sibâkı itibâriyle farklı olarak yedi sûrede yer verilmektedir ki bu da mevzûun ehemmiyetini göstermektedir. Burada çok mühim bir tâlimat mevcuttur: İblîs, Allâh'ın emrini dikkate almamış, kendi nefsânî arzuları istikâmetinde hareket etmiştir. Kendi mantıkî ölçülerini ve aklî kıyâsını, Allâh'ın emrinin önüne geçirmiştir. Dolayısıyla kul da kendi akıl, mantık ve kanaatini Allâh'ın emrinin önüne geçirdiği takdirde iblîs'in düştüğü hatâya dûçâr olur. Hâlbuki âyet-i kerîmede böyleleri hakkında şu îkâz-ı ilâhî vârid olmuştur:

“Ey îmân edenler! Allâh'ın ve Rasûlü'nün önüne geçmeyin! Allâh'tan korkun...” (el-Hucurât, 1)

***

Hak Teâlâ Şeytan'a, secdeden uzak durmasının sebebini sorarak:

“«–Ey iblîs, iki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir?» buyurdu…” (Sâd, 75)

Bu âyette zikredilen “iki el”, Allâh Teâlâ'nın kudretini ifâde etmektedir. Bu ifâde aynı zamanda Cenâb-ı Hakk'ın insana verdiği ehemmiyeti göstermektedir. Yine bu ifâdenin îşârî bir mânâsını, Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri şöyle bildirmiştir:

“İki el, Hakk'ın celâl ve cemâl tecellîleridir. İnsanın cesed yapısı, nefsânî ve halk tarafı celâl tecellîsi; rûhânî ve Hak tarafı ise cemâl tecellîsidir. İnsanda bu iki esmâ cem olmuş durumdadır. İblîs'te ise yalnız celâl tecellîsi bulunduğundan cemâl tecellîsinden mahrumdur.”

Hadîs-i şerîfte buyrulmuştur:

“(Her türlü sûret ve tasavvurdan münezzeh olan) Allâh, Âdem'i kendi sûre­tinde yarattı.” (Müslim, Birr, 115)

Bu hadîs-i şerîfte ifâde edilen hakîkat, cismânî sûret değil, bâtınî ve mânevî sûrettir. Cesed ve nefs tarafı değil, rûh ve sır tarafıdır.

Eğer Hazret-i Âdem'de bu ilâhî tecellîlerin bütünüyle tezâhürü olmasa ve kendisinde diğer yaratıklardan farklı ve üstün vasıflar bulunmasaydı, halîfe ola­mazdı, olsa da bu vazîfesini îfâ edemezdi. Ancak âlemde hilâfet mükellefiyetini ye­rine getirebilmek, tezkiye-i nefs, tehzîb-i ahlâk ve tasfiye-i rûh safhalarından geçerek tekâmül etmiş bulunan insan-ı kâmile âittir.

Eğer insan, hidâyet, istikâmet, îmân, ikrâr, kabûl ve teveddüd (muhabbetle dostluk etmek) gibi “Hâdî” tecellîlerini tekâmül ettirip hayâtında ön plâna çıkarırsa, meleklerden bile üstün bir seviyeye yükselir. Aksine onda, idlâl, hîle, küfür, inkâr, hased, kibir ve tasallut gibi “Mudill” ism-i şerîfinin tecellîleri gâlip gelirse, hayvan­lardan da aşağı bir derekeye düşer. Nitekim Allâh Teâlâ âyet-i kerîmede buyurur:

“And olsun ki biz, cinlerden ve insanlardan birçoğunu (kendi irâdeleri ile hak edeceklerinden) cehennem için yaratmışızdır. (Çünkü) onların kalbleri vardır, bunlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, bunlarla görmezler; kulakları vardır, bunlarla işitmezler! İşte onlar, hayvanlar gibidir; hattâ daha da aşağıdırlar. İşte onlar, gâfillerin ta kendileridir.” (el-A'râf, 179)

Şeytan'ın Hazret-i Âdem'e secde etmemesi, şahsiyetinde meknûz olan kibir ve azametin tezâhürü idi. Zîrâ o, bir zamanlar meleklere hocalık edecek derecede ilim sâhibi idi. Bu sebeple mümtaz bir mevkîi vardı.

Bu nüktede, ilim ve makâmın insan­larda benlik duygusunu tahrîk etmek gibi bir tehlikesinin olduğu bildirilmektedir. Bununla birlikte, bir de Allâh'a itaat için tek başına ilmin kifâyetsizliğine işâret vardır. Şeytan, parlak, du­mansız ateşten yaratılmış olan cin tâifesindendi. Mahdud aklına göre bir kıyas yaptı ve kendisinden yaratıldığı dumansız parlak ateşin, Hazret-i Âdem'in yaratıldığı balçığa üstünlüğünü iddiâ etti. Çünkü kendinde bir varlık ve şeref vehmediyordu. Aslî cevheri itibâriyle daha değerli olan bir menşe'den vücûda gelen ve (kendine göre) daha şerefli olan(!) bir varlığın menşe' itibâriyle daha dûn (alçak) olan Âdem'e secde etmesini kendisi için zillet addeyledi. Bu keyfiyet de, hakîkate vusûl için aklın kifâyetsizliğine işârettir.

Buradan anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hakk'ın emri karşısında kıyas yapılmamalıdır. Nassa aykırı yapılan kıyaslar bâtıldır, fâsittir ve ona îtibâr edilmez. Şeytan işte bu hatâya düşmüştür. Kaldı ki şeytanın iddiâ ettiği, “ateşin topraktan üstünlüğü” bile izâfîdir. Zîrâ toprağın ateşten üstün pek çok yönü de bulunmaktadır. Fakat mühim olan bunları kıyaslamak değil, Hakk'ın emrine itaat etmektir. Şeytan'ın buradaki asıl günâhı Hakk'ın hükmü dışında hüküm koymaya kalkışmasıdır. Nitekim iblîs, Cenâb-ı Hakk'a karşı büyük bir cür'et ve ahmaklık içinde:

“…«Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.» dedi.” (el-A‘râf, 12) 1

Şeytan, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'ın çamurunu gördü, yüceliğini göre­medi. Bu dünyâya âit çamuru seyretti, fakat öteki âleme âit olan mâneviyâtına âmâ oldu. Şeytan'ın bilemediği taraf, insanın “Hakk'ın halîfesi” (halîfetullâh) olma­sıydı. Çünkü o, Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-'ı nefsinin gözüyle değerlendirmişti. Böylece idrâki, Hazret-i Âdem'in maddesinden öteye geçememişti. Ölçüyü Hak'tan değil, nefsinden almıştı. Bu yüzden şaşırdı, hissiyâtıyla hareket etti. O âna kadar arzusu dışında hissiyâtına dokunan bir teklifle karşılaşmamış olan ve böyle bir imtihân geçirmemiş bulunan iblîs, ilâhî hikmeti kavrayamadı. Nefsinin girdapları arasında boğulup perişan bir şekilde Allâh'a âsî oldu.

İblîs, Hazret-i Âdem'e kendi üstünlüğünü kaybetmemek endişesi ile secdeden kaçınmış, azgın nefsine boyun eğmişti. Ancak bu tavrı ile, korktuğundan daha kötü bir hâle düştü, acı bir şekilde Allâh'ın ona lutfettiği o yüce makamdan kovuldu. Bir zamanlar aralarında büyük bir îtibar sâhibi bulunduğu melek­lerin yanından bedbahtlık çukurlarına yuvarlanarak rezîl oldu. Nitekim iblîs'in isyânı üzerine Allâh Teâlâ:

“«Öyle ise çık oradan! Sen artık kovulmuş (bir şeytan­sın) . Muhakkak ki, kıyâmet gününe kadar lânet, senin üzerine olacaktır!» buyurdu.” (el-Hicr, 34-35)

Ayrıca A‘râf Sûresi'nin 13. âyetinde de Allâh Teâlâ iblîs'e:

“«Öyleyse in oradan! Orada büyüklük taslamak senin ne haddine! Çık! Çünkü sen aşağılıklardansın!» buyurdu.” 2

Böylece şeytan -aleyhillâne-, Hazret-i Âdem'e üstünlük dâvâsı güderken, melekler arasındaki yerini de kaybetti. Hayâtından endişe etti ve Allâh'a yalvararak:

“«Ey Rabbim, o hâlde (varlıkların) tekrar diriltileceği güne kadar bana mühlet ver!» dedi.” (el-Hicr, 36) 3

İlâhî hikmet îcâbı bu izin kendisine verildi:

“Allâh: «Sen bilinen bir vakte kadar kendilerine mühlet verilenlerdensin!» bu­yurdu.” (el-Hicr, 37-38) 4

Evvelce temas etmiş olduğumuz üzere Âdem -aleyhisselâm-'ın şahsiyetinde kıyâmete kadar dünyâya gelecek olan bütün insanlık meknûz olduğundan, insanın tekrîmi keyfiyetinde herkesin bir hissesi vardır. Ayrıca Hazret-i Âdem'in şahsında bütün insanların da, şeytanın düşmanlığına muhâtap olduğu bir gerçektir. Çünkü nefsin sâhip bulunduğu bütün temâyüllerin ortaya çıkmasına kulun imtihânı nokta-i nazarından ihtiyaç vardı. Bunun için de şeytan gibi bir muharrik lâzımdı. Ve beşe­rin cennetten dünyâya tardına sebep olan mâlûm yasak ağaca yaklaşma hâdisesi, şeytanın kı­yâmete kadar insandaki nefsânî temâyülleri ortaya çıkarması için zarûrî idi. Nitekim iblîs de, beşeriyetin nefsânî arzularını canlandırıp tahrîk ederek rûhâniyete engel teşkîl etmektedir. Bu yüzden insanoğlu sürekli teyakkuz ve intibah hâlinde olmak mecbûriyetindedir.

İşte bu hikmetlerle Cenâb-ı Hak, şeytana kıyâmete kadar mühlet vermiştir. Buna mukâbil de, insanlara af kapısını ölüm ânına kadar açık tutmuştur. Fakat kul, bu vesîleyle ağır bir âhiret imtihânına tâbî tutulmuştur. İsrâ Sûresi'nde şeytanın Allâh'tan müsâade istemesi ve Allâh Teâlâ'nın da ona izin vermesi câlib-i dikkat bir üslûbla şöyle anlatılmaktadır:

“ (İblîs dedi ki: Ey Rabbim!) Şu bana üstün kıldığına bir bak! Yemin olsun ki eğer bana kıyâmet gününe kadar mühlet verirsen, pek azı müstesnâ onun zürriyetini mutlaka hâkimiyetim altına alacağım. Allâh Teâlâ buyurdu ki: Çık git! Artık onlardan kim sana uyarsa hiç şüphesiz ki sizin cezânız tam bir karşılık olarak cehennemdir. Hem onlardan gücünün yettiği kimseleri sesinle (vesvesenle) yerinden oynat; onlara süvârilerinle, yayalarınla elinden gelen her türlü hîleyi yap; mallarda ve evlâdlarda kendilerine ortak ol ve onlara yalan vaatlerde bulun! Zâten şeytan, onlara ancak yalan ve aldatıcı şeyler va'deder.” (el-İsrâ, 62-64)

Bu âyet-i kerîmelerde şeytanın insana çokça musallat olduğu ve tesir ettiği mühim noklara temâs edilmektedir. Buna göre:

- Şeytan ancak gücü yettiği ve hâkimiyeti altına aldığı kimselere vesvese verebilir.

- İnsanı, fıtraten mütemâyil olduğu ve kolayca sapmasını sağlayacak her türlü lağviyât, nefse hitâb eden çalgı ve teğannîlerle aldatır. Âyette geçen “savt” kelimesi “insanı Allâh'a isyâna sevkeden her türlü ses” olarak tefsir edilmiştir.

- Şeytan yalnız başına başaramadığı işlerde zaman ve mekânın îcâbına göre insanlardan ve cinlerden olan taraftarlarını kullanır.

- İnsanları daha çok dünyâ malı ve evlâdlar yoluyla saptırır.

Allâh Teâlâ'nın bu müsâadesi üzerine şeytan, nefsinde bir emniyet hissetti ve büyük bir sû-i edeple isyânının sebebini Cenâb-ı Hakk'a isnâd etmeye kalkışarak:

“Dedi ki: «Öyle ise, beni azdırmana karşılık, yemîn ederim ki, ben de onları saptırmak için Sen'in doğru yolunun üzerine oturacağım… Sonra onlara önle­rinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulacağım ve Sen, onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın!»” (el-Arâf, 16-17)

“ (İblîs yine) dedi ki: «Ey Rabbim, beni azdırmana karşılık, ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim (kötülükleri güzel göstereceğim) ve onların hepsini mutlakâ azdıracağım!»” (el-Hicr, 39)

Büyük mutasavvıf Yahyâ bin Muâz (v. 258/872) , şeytanın, insanı kandırmak için gösterdiği gayreti şöyle anlatmaktadır:

“Şeytan boş, biz ise meşgulüz; işimiz gücümüz var. O bizi görüyor, biz ise onu göremiyoruz. Biz unutuyoruz, o ise vazîfesini hiç unutmuyor. Ayrıca büyük düşmanımız olan nefs de şeytanın lehine çalışmaktadır.”

Kur'ân-ı Kerîm'de:

“…Şeytanın adımlarını tâkip etmeyin!..” (el-Bakara, 208)

“Şüphesiz ki şeytan size düşmandır; öyleyse siz de onu düşman edinin. O, kendi taraftarlarını ancak yakıcı cehennemin ashâbından olmaya dâvet eder.” (Fâtır, 6) buyrularak şeytanın insanlar için büyük ve apaçık bir düşman olduğu belirtilmekte ve onun şerrinden Allâh Teâlâ'ya sığınılması birçok defa tavsiye edilmektedir. Mevzuyla alâkalı âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:

“ (Ey Habîbim!) De ki şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım. Rabbim! Onların yanımda bulunup (beni saptırmalarından) da Sana sığınırım.” (el-Mü'minûn, 97-98)

“Şeytandan gelen bir vesvese seni tahrik ederse hemen Allâh'a sığın! Çünkü O her şeyi işiten ve her şeyi hakkıyla bilendir. Allâh'tan gerçekten sakınanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman, (Allâh'ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp derhal hakîkati gören kimseler olurlar.” (el-A'râf, 200-201)

Sığınmadan murâd, korkulan bir şeyden korunmak için bir başkasına dayanmak, onun himâyesine girmek ve ona sarılmaktır. Cenâb-ı Hak , Nâs Sûresi'nde, şeytanın bu ifsâdından korunabilmek için Rab, Melik ve İlâh vasıflarını zikrederek sâdece kendisine sığınılmasını emretmektedir. Çünkü insanları aldatmak için her türlü yolu deneyen ve bütün gayretini sarfeden şeytanın şerrinden koruyabilecek yegâne Kâdir-i Mutlak ancak Allâh Teâlâ'dır.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise şeytandan korunmak için besmeleyi tavsiye ederek şöyle buyurmuştur:

“Kişi evine girerken ve yemek yerken besmele çekerse, şeytan, askerlerine; «Burada ne geceleyebilir ne de yemek yiyebilirsiniz.» der. Eğer o kimse eve girerken besmele çekmezse, şeytan onlara, « Geceyi geçirecek bir yer buldunuz.» der. O şahıs yemek yerken besmele çekmezse şeytan yine askerlerine, «Hem barınacak yer hem de yiyecek yemek buldunuz.» der.” (Müslim, Eşribe, 103)

Şeytanın şerrinden korunmanın bir diğer yolu da ihlâsa sarılmaktır. Âyet-i kerîmelerde:

“ (Kullarının hepsini azdıracağım.) Ancak onlardan ihlâsa erdirilen kulların müstesnâ!” (el-Hicr, 40)

“Şüphesiz ki Ben'im (ihlaslı) kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin (ve nüfûzun) yoktur! Ancak sana tâbî olan azgınlar müstesnâ.” (el-Hicr, 42) buyrulmaktadır.

İhlâs; ibâdet ve diğer amellerde riyâya yer vermemek, ibâdet ve tâatta gösterişten uzaklaşmak ve kalbin safâsını lekeleyen şeylerden gönlü uzak tutmaktır. Sırf Allâh rızâsını düşünmek, ona göre hareket etmek ve sâdece Allâh için kulluk yapabilmektir. Bu sebeple ihlâs, şeytanın kişiye süslemeye çalıştığı fenâlıklara ve insanları azdırma gayretine engel olan bir zırh vazîfesi görmektedir. Bu hâle vâsıl olabilmek için de kulun kalben seviye kazanması ve mârifetullâhtan hisse alabilme gayreti içinde olması zarûrîdir.

Allâh Teâlâ'yı kalben ve lisânen zikretmek de şeytanın şerrinden masûn kalabilmenin (korunmanın) en müessir âmillerinden biridir. Zikri terk etmek ise şeytanın yanımızdan hiç ayrılmamasına sebep olur. Bütün günahlar hep Allâh Teâlâ unutulunca işlenir. Zîrâ bir insan besmele çekerek günah işleyemez, “Allâh” diyerek haksızlık yapamaz ve bir gönlü incitip ona diken batıramaz. Cenâb-ı Hak bu hakîkati şöyle beyân buyurur:

“Kim Allâh'ın zikrine karşı gözlerini kaparsa (gaflete dûçâr olup zikirden uzaklaşırsa) , yanından ayrılmayan bir şeytanı ona musallat ederiz.” (ez-Zuhruf, 36)

Şeytandan korunmanın mühim bir metodu da Allâh'a ve Rasûlü'ne, yâni İslâm'a gönülden râm olabilmek ve îlâ-yı kelimetullâh (Allâh'ın ismini yüceltmek) için bütün gücümüzle gayret göstermektir. Yüce Rabbimiz:

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh'a (yâni O'nun dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı (sırât-ı müstakîm üzere) sâbit kılar.” (Muhammed, 7) buyurmaktadır.

Diğer taraftan Allâh Teâlâ'nın emrini terk ederek şeytana tâbî olanların yerinin cehennem olduğu şöyle ifâde buyrulmaktadır:

“Celâlim hakkı için sen ve sana tâbî olanlarla cehennemi dolduracağım.” (Sâd, 85)

“…Kudretime yemin olsun ki, onlardan sana kim uyarsa, sizin hepinizi cehenneme dolduracağım!” (el-A'râf, 18)

Şu hâlde bize düşen vazîfe, Allâh Teâlâ'nın buyurduğu gibi, şeytanı düşman bilmek ve onun, cehenneme atılmamız için her hîleye başvurmakta olduğunu unutmamaktır.

***

Rivâyete göre melekler, Hazret-i Âdem'e secdeden başlarını kaldırdıklarında, “Azâzîl” is­miyle bilinen ve çok ibâdet etmekle meşhûr olan cinnîyi, yâni şeytanı, secdeden ka­çınmış ve çirkin bir sûrete dönüşmüş hâlde gördüler. Allâh Teâlâ'nın emrine itaat nîmetine şükür için hep birlikte tekrar secdeye kapandılar.

Secdeden ictinâb ettikten sonra “Şeytan” lakâbını alan Azâzîl, şerrin temsilcisi hâline gelmiştir. O, melek de­ğildi, ateşten yaratılmıştı. Cennette bulunan meleklerin arasındaki bir cinnîydi. Bu yüzden, kendi yaratılışını üstün görmüş ve Hazret-i Âdem'in Allâh'tan bir rûh ta­şıması ve halîfetullâh olması gibi üstünlüklerini kavrayamamıştı. Allâh Teâlâ'nın emrinden gâfil kaldı, nefsânî bir hesâba dûçar oldu. Allâh Teâlâ ondaki bu âcizlik, cehâlet ve gafleti şöyle ifâde buyurur:

“Ben onları (iblîs ve soyunu) ne göklerin ve yerin yaratılışına ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şâhit tuttum. Dalâlete düşenleri kendime yardımcı edinecek değilim.” (el-Kehf, 51)

Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, kullarını, yaratılış gâyesinden uzaklaşmak sûretiyle şeytan ve avanesini dost edinme gafletinden îkâz ederek şöyle buyurur:

“...İblîs cinlerdendi. Rabbinin emrine karşı çıktı. Şimdi siz, Ben'i bırakıp da onu ve soyunu mu dost ediniyorsunuz? Oysa onlar sizin düşmanınızdır. Zâlimler için bu ne fenâ bir karşılıktır!” (el-Kehf, 50)

Allâh Teâlâ'nın meleklere; “Âdem'e secde edin!” buyurması, aslâ “Âdem'e teabbüd yâni kulluk edin” mânâsına değil, Hazret-i Âdem'in sâhip olduğu istîdadları ve kemâl sıfatlarıyla onlardan daha üstün olduğunu bildirmek içindir. Çünkü Cenâb-ı Hak ona kendi rûhundan üflemiş ve onu imtiyaz sâhibi kılmıştır.

Bir diğer sebep de, “Allâh'ın emrini yerine getirin!” mânâsındadır. Zîrâ bu secde, Hazret-i Âdem'e olmakla birlikte, hakîkatte bizzat Allâh'a itaattir, O'na ibâdettir. Gerçekte Hazret-i Âdem, bu secde emrinde, kıble ve Kâbe durumundadır. Zîrâ Kâbe'ye doğru yönelip secdeye varmak, Kâbe'ye ibâdet etmek değildir. Kâbe, Cenâb-ı Hakk'ın işâret buyurduğu, kullarının ibâdetini disipline eden ve rahmetinin tecellî ettiği bir mekândır.
_____________
1. Ayrıca bkz. el-Hicr, 33; Sâd, 76.

2. Ayrıca bkz. Sâd, 77-78.

3. Ayrıca bkz. el-A'râf, 14.

4. Ayrıca bkz. el-A'râf, 15.

allah(cc)razı olsun umut kardeşim emeğine sağlık

Rab'bim senden de razı olsun gihanna kardeşim, gözlerine sağlık.


allah(cc)razı olsun umut kardeşim emeğine sağlık

Allah(c.c) razı olsun kardeşim emeğine sağlık...


allah(cc)razı olsun umut kardeşim emeğine sağlık

sizler de sağolun, Mevlam razı olsun.


Allah(c.c) razı olsun kardeşim emeğine sağlık...

Rab'bim cümlemizden razı olsun Letaif kardeşim.


allah(cc)razı olsun umut kardeşim emeğine sağlık
çok güzel bi paylaşımdı

açıklamalar güzeldi.Allah razı olsun kardeş.

Rab'bim senden de razı olsun gihanna kardeşim, gözlerine sağlık.


teşekkürler


Peygamberler Tarihi

MollaCami.Com