Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Kitâb-ı Münzel / Kurân-ı Azîm'in Nüzulü

KURÂN-I AZÎM'İN NÜZULÜ

Malûm olduğu üzere nüzul, bir şey'in yukarıdan aşağıya inmesidir. Bu halde, İnzal, Tenzil de bir şey'i yukarıdan aşağıya indirmek demektir. Tenzîl'in tedrîc ile müteferrik surette (ayrı ayrı) indirmek manâsına olduğunu söyleyenler de vardır.
.
Kurân-ı Kerîm'in nüzulünden maksat da onun dünya semâsından veya Levh-i Mahfûz'dan Hazret-i Peygamber'e Vahiy yoluyla inmiş olmasından ibarettir.
Kurân-ı Azîm'in âyetleri, sûreleri vakit vakit Cibrîl-i Emîn vâsıtasıyla indirilmiş, Resûl-i Ekrem'e vahiy edilmiş olduğu cihetle de Kurân'a “Kitâb-ı Münzel” denilmektedir.

Şüphe yok ki asıl Kurân-ı Kerîm bir Kelâm-ı îlâhî'dir, Hak Tealâ'nın zâtıyla kaim, kadîm bir sıfatıdır, ezelî olan Kelimât-ı Kudsiyye'den ibarettir.

Bu halde bunun inmesi, indirilmesi (gerçek manada) tasavvur olunamaz.
Bu ezelî kelimâtın (ilahî kelamların) mazâhiri (insan gözüyle görünüşü) olan; hissî-dünyevî kelimeler suretinde tebaruz eden bir kısım mübarek lâfızlar, deliller ile işaretlerin Vahiy yoluyla inmesi indirilmesi kabildir, vâki'dir ki, bu mübarek lâfızlara da bir hakikat-i şer'iyye olarak (Kelâmu'llah) ve (Kurân) ismi verilir.
İşte bu mübarek İlâhî Kelimât-ı Hissiyye, Resûl-i Ekrem Efendimiz'e nazil olmuştur.

Şöyle ki: Biset (peygamberliğin verildiği dönemde) zamanında Arab halkı koyu bir cehalet içinde bulunuyordu, aralarında ilimden, hikmetten, fen ve sanattan nasîbi olanlar, binde bir derecesinde bile değildi. Nâs (insanlık) yanlış yollara sapmış, putlara tapınmaya başlamış, dînî ve içtimaî muhitlerini pek karanlık bulutlar kaplamıştı.
İşte böyle bir muhitte yetişen Hazret-i Muhammed s.a.v. de Kurân-ı Mübîn'in haber verdiği üzere ne bir şey okumuş, ne bir şey yazmış idi, ne bir medreseye devam etmiş, ne de bir öğretmenden bir şey öğrenmişti. O ancak fıtratındaki selâmeti nezâheti muhafaza etmiş, lâtif kalbi binlerce ilâhî hakikatleri anlayacak bir safveti (temizlik ve saflığı) hâiz bulunmuştu.

Peygamber Efendimiz'in okumaktan yazmaktan berî (uzak) bulunması hikmet muktezâsı (gereği) idi. Çünkü Hazret-i Muhammed s.a.v. Efendimiz, bütün âlemin yegâne bir hakikat muallimi olacaktı. Bütün kâinatın hocası olacak böyle bir muallimin başkalarından feyz almış olması elbette muvafık değildi.
Hazret-i Peygamber'in böyle (Ümmî) olduğu halde ahiren (sonradan) birdenbire en büyük ilmî hakikatlere muttali (bilici) olması, kendisinin nübüvvetini ispat için en açık bir delil olacaktı.

İşte bu gibi hikmetlere mebnî (bağlı olarak), O'nun üzerinde Cenâb-ı Hak'tan başkasının talim ve terbiye hakkı geçmemiştir.

Mekke-i Mükerreme ahâlisinden bazıları her sene bir müddet (Hirâ) dağına çekilerek orada ibâdette bulunurlardı. Buna “Tehannüs” denirdi. Hirâ'da böyle ibâdetle, yolculara yemek yedirmekle uğraşan ilk zat, Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdü'l-Muttalib'dir. Sonra Nebiyy-i Zî-Şân Efendimiz de her sene bir müddet Hirâ'yı teşrif eder, orada dünyâ işlerinden kalbi fariğ olarak Allâh-ü Teâlâ'nın kudretini tefekküre dalar, yolculara taam (yemek) verirdi, Hazret-i İbrahim'in şerîatine âit, gayr-i mensûh (henüz hükmü kalkmamış) bazı ahkâm veçhile ibâdette bulunmuş olduğu da mervîdir.

Evet... Dünyâ ufuklarını maddî güneşin ziyaları tenvir edeceği gibi hidâyet ufuklarını da bir nübüvvet neyyiri (güneşi), ufûlden (batmaktan) masun (korunmuş) bir halde ebediyyen aydınlatıp duracaktı.

…Ramazân-ı Şerif’in on yedinci günü seher vakti idi ki, Hirâ'da yüksek tefekkür hanesini mübarek vücûdiyle tezyin etmiş bulunan Hazret-i Muhammed, Lâhûtî bir tecellîye mazhar olmaya başladı, nübüvvet târihine şeref veren birçok Peygamberler gibi Hazret-i Muhammed de ansızın Vahy-i İlâhî'ye nail oldu.

Şöyle ki: Kâinatın gaflet ve cehalet uykusundan uyanacağına bir işaret olmak üzere seher vakti Vahy-i îlâhî'yi yüklenmiş olan Cibrîl-i Emîn, zuhur etti, Hazret-i Muhammed'e nübüvvetle şerefyâb olduğunu tebşir ederek (müjdeleyerek): “Oku!” diye hitâb etti. Hazret-i Muhammed de (Ben okumak bilmem) dedi. Cibrîl-i Emîn, hemen zât-i Muhammedi'yi kucaklayarak bir iyice sıkıştırdı, sonra bırakıp yine: “Oku!” dedi. Bu hâl üç kere tekerrür etti, nihayet Cibrîl-i Emîn: “Seni yoktan var eden, tedrîcen terbiye edip büyüten, kemâle ulaştıran Rabbi'nin ism-i şerîfi ile oku. O, insanı pıhtılaşmış kandan yarattı. Oku! O çok kerîm olan Rabbinin hakkı için ki, O, kalemle tâlim etti; insana bilmediğini öğretti.” mealindeki âyetleri okudu, Hazret-i Muhammed de bu âyetleri tamamen hıfz etmiş bulundu.
Artık şimdiye kadar hiç hatırına getirmemiş, şimdiye kadar hiçbir şekilde zihnini meşgul kılmamış olan nübüvvet gibi ulvî bir vazîfe, kudsî bir mansab (nasip) Hazret-i Muhammed s.a.v.’a teveccüh etmiş oldu. Bu Lâhûtî teveccüh, Zât-i Seniyye’lerini dehşet ve mehabet (ağırlık) içinde bıraktı, dağların bile tahammül edemeyeceği İlâhî hitâbâtâ mazhar oluşu, nahîf, nezîh bünyesini sarsar gibi göründü, fakat teyîd-i Sübhânî imdadına yetişerek Kelâmullah'ı telâkkiye kudret buldu.

Hazret-i Muhammed s.a.v. kendisinde nüzule başlayan Vahy-i İlâhî'nin azametinden mütehassıl bir heyecan ile Mekke'ye döndü, muhterem refikası (eşi) Hadîcetü'l-Kübrâ'nın yanına döndü, keyfiyyeti hikâye ederek (olayları anlatarak) aralarında pek ulvî bir hasb-i hâl (manası yüksek bir konuşma) cereyan etti.

Sonra bir müddet Vahiy kesildi, Kurân'ın âyetleri nüzul etmedi. Buna (Fetret-i Vahiy) denir. Vahy-i îlâhî'nin mehabetinden (büyüklüğünden, ağırlığından) ileri gelen heyecanın sükûnet bulması, Hazret-i Muhammed'in rakîk (ince-hassas) kalbinin kuvvet bulup Vahy'in tevalisine (art arda gelmesine) mukavemet edebilmesi ve büyük bir iştiyak ile Vahy'in zuhurunu beklemesi gibi hikmetlere dayanmalıdır ki bu fetret vukua gelmiştir.
Bu müddet içinde Hazret-i İsrafil, Hazret-i Cebrail gelip Nebiyy-i Zî-Şân Efendimiz'i ziyaret ediyor, Kurân âyetlerinden başka şeyleri tebliğde bulunuyordu.

Bu hâl üzere birkaç ay, bir rivayete göre üç sene geçti, artık Hazret-i Peygamber'in Vahy-i İlâhî'ye iştiyakleri (isteği) tasavvurların üstünde bulunuyordu ki, yeniden Vahy-i Rabbani’nin nurlarına müstağrak oldu (yeniden vahiy başladı).

Peygamber Efendimiz bu hali şu şekilde beyân buyurmuşlardı: “Ben yürürken birdenbire gök tarafından bir ses işittim, başımı kaldırdım, bir de baktım ki Hirâ'da bana gelmiş olan Melek, yer ile gök arasında bir kürsü üzerinde oturmuş. Pek korktum, evime döndüm, beni örtünüz, örtünüz! dedim, müteakiben âyetler indirildi.”

Hazret-i Muhammed s.a.v. bu âyetlerin inzali ile Risâlet'e (peygamberliğe) nail olmuş, nâs’ı (insanları) İslâm dînine davete memûr bulunmuştur.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Vahiy nazil oldukça âyetleri unutmamak arzusuyla acele ederek Cibrîl-i Emin ile beraber okumak isterdi. Ancak bir âyet-i kerîme ile bundan men buyuruldu. Bu suretle de Kurân'ın bir mucize olduğu teyid edilmiş oldu.

Şöyle ki; Bu hâl üzerine mealen: “(Ey Muhammed!) Kurân sana vahyedilirken, vahiy bitmeden önce (unutma korkusu ile) Kurân'ı okumada acele etme; «Rabbim! benim ilmimi artır» de.” âyetleri nazil oldu.
Artık bundan sonra Cibrîl-i Emîn geldikçe Resûl-i Ekrem susar; Cibrîl Vahy-i İlâhî'yi tamamen tebliğ edip bitirince Hazret-i Peygamber vahyolunan âyetleri tamamen hıfzetmiş bulunur ve öylece tilâvet buyururdu. Ne büyük bir mucize!

Kurân-ı Azîm âyet âyet, sûre sûre nazil olarak yirmi üç sene içinde hitâm (son) bulmuştur.

İlk nüzul eden âyetlerin kaleme, ilme, Hakk'ın azametine, nezâfet ve taharetin lüzumuna, putlara ibâdetten mücânebete (kaçınmaya) müteallik (alakalı) olması, İslâm Dîni'nin ne kadar yüksek bir dîn olduğunu, ne kadar mühim gayeler istihdaf eylediğini (amaçladığını) ispata kâfidir.

Tam sûre olarak ilk nazil olan ise (Fatiha) Sûre-i Celîlesi'dir.


Tabakatü’l-Müfessirin


Kur'ân-ı Kerîm ve Tefsir

MollaCami.Com