Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Allah'ın dostları üzerine ne korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar

بِسْمِ اللّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

أَلا إِنَّ أَوْلِيَاء اللّهِ لاَ خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلاَ هُمْ يَحْزَنُونَ

الَّذِينَ آمَنُواْ وَكَانُواْ يَتَّقُونَ

لَهُمُ الْبُشْرَى فِي الْحَياةِ الدُّنْيَا وَفِي الآخِرَةِ لاَ تَبْدِيلَ لِكَلِمَاتِ اللّهِ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ




Sure-i Yunus 62,63,64 / Ruhu’l-Beyan Tefsiri:


62. İyi bil ki Allah'ın dostlarına korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.

63. Onlar imân edip de takvaya ermiş olanlardır.

64. Dünya hayatında da ahirette de onlara müjde vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, büyük kurtuluşun kendisidir.


“İyi bil ki” dikkat edin ve bilin ki “Allah'ın dostlarına” yani Allah’ın sevgilisi ve nefislerinin düşmanı olanlara, demektir. Çünkü velilik, Allah’ı ve kendi nefislerini marifet (bilip tanımak) demektir. Allah’ı marifet O’nu muhabbet nazarıyla görmektir. Nefsini marifet ise nefsin halleri ve özellikleri üzerindeki perde açıldığında onu düşman nazarıyla görmektir. Nefsi gereği gibi tanıyıp onun Allah’ın da senin de düşmanın olduğunu anladığın, sabırla ve sıkıntılara aldırmadan onu tedavi ettiğin zaman nefsin hile ve tuzaklarından emin olursun. Ona şefkat ve rahmet nazarıyla bakmazsın et-Te'vîlâtü'n-Necmiyye’de böyle denilmektedir.

Ebu’s-suûd Efendi şöyle der: "Sözlükte velî, yakın demektir. Allah'ın velilerinden maksat ise Allah'a ruhanî olarak yakın olan hâlis mü'minlerdir."

Çünkü onlar Allah'a itaat ederek O'nun velisi olurlar. Yani Allah'a müstağrak olarak O'na yaklaşırlar. Öyle ki gördükleri zaman O'nun kudretinin delillerini görürler, işittikleri zaman O'nun âyetlerini işitirler, konuştukları zaman O'nu överek konuşurlar, hareket ettiklerinde O'na hizmet için hareket ederler, gayret ettikleri zaman O'na tâat etmeye çalışırlar.

Allah'ın velilerine iki cihanda da herhangi bir istenmeyen durumun başlarına gelmesi ile ilgili bir “korku yoktur.” Korku, istenmeyen bir durumun ileride gerçekleşmesi endişesinden kaynaklanır “ve onlar” bir isteklerinin elden kaçması hâlinde “üzülmeyeceklerdir.”

Üzülme, geçmişte kötü gördüğü bir şeyin gerçekleşmesinden ya da yine geçmişte sevdiği bir şeyi elinden kaçırmaktan kaynaklanır. Yani üzülmelerini gerektirecek şeyler başlarına gelmeyecektir. Gelecek olsa bile endişelenmeyecekler, korkmayacaklardır. Bilâkis, dâimi bir sevinç ve neşe içerisinde olacaklardır.

Nasıl böyle olmasın ki, Allah Teâlâ'nın celâl ve heybetini yüceltmek, sadece kulluk haklarını yerine getirmek için korku ve haşyet hissetmek, havas ve mukarreblerin özelliklerindendir.

Bu sebepledir ki, el-Kevâşf’de şöyle denilmektedir: “Onlara” ahirette “korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” Yoksa Allah'ın velileri dünyada korku ve üzüntü bakımından diğerlerinden çok daha ileridedirler.”

Onlara bu hallerin arız olması şu yüzdendir: Çünkü onların gayesi sadece Allah'a tâatte bulunmak ve O'nun rızâsına nail olmaktır. Bu gayenin gerçekleşmesi, Allah katında değerli olmayı ve yakınlığı da peşinden getirecektir. Cenab-ı Hak'ın vaadi gereği bunun gerçekleşmesinde, hiçbir şüphe yoktur ve elden kaçırılma ihtimalide bulunmaz. Bunun haricinde olup da bazen elde edilen bazen de elden kaçırılan dünyevî işler ise onların maksatları arasında değildirler. Dolayısıyla ister olsunlar, ister olmasınlar fark etmez. Bu gibi şeylerin zararından endişe edip, sağlayacağı yararı kaçırmaktan dolayı üzülmezler. Nitekim el-îrşâd’da böyle geçmektedir.

İşin aslı şudur: Allah dostları hüviyyet-i ahadiyyette fânî oldukları için ulaştıkları mertebenin ötesinde bir gayeleri ve düşünceleri kalmaz ki korkup üzülsünler. Hz. Hüdâyî k.s.'in Nefâisü'l-mecâlis’inde böyle geçmektedir.

63 “Onlar îmân edip de takvaya ermiş olanlardır.”

“Onlar İmân edip de takvaya ermiş olanlardır.” Bu ifâde şöyle düşünülebilecek bir soruya cevaptır: “Onlar kimdir, bu kıymetli mertebeyi elde etmelerinin sebebi nedir?” İşte bu soruya cevaben şöyle denildi: “Onlar, bütün hayırlara ulaştıran ve bütün serlerden alıkoyan takva ile Allah'tan gelen her şeye îmân etmeyi kendilerinde toplayan kimselerdir.”

Allâme şeyhimiz Osman Fazlı Efendi der ki: “Allah'ın velileri, şeriat ve tarikat mertebesinde kendilerinden kötü amel ve huyların sâdır olması, marifet ve hakikat mertebesinde ise kendilerinden gaflet ve telvînât hallerinin ortaya çıkması konusunda Allah'tan sakınırlardı. Çünkü onlar tabiatlarını şeriat, nefislerini tarikat, kalplerini marifet, ruhlarını ve sırlarını da hakikat yardımıyla ıslâh ederlerdi. Şu halde şüphe yok ki onlar Allah dışındaki tüm varlıklardan (mâsivâ) sakınırlar.”

Fakir (Bursevî) şöyle der: “Şeyhimiz bu sözleriyle buradaki takvadan kast edilenin, bu mertebelerin üçüncüsü olduğuna işaret etmektedir. Bu üçüncü mertebe insanoğlunun sırrını Hak'tan ve tamâmiyle O'na yönelmekten alıkoyan her şeyden uzaklaşmasıdır. Bu mertebe, aynı zamanda daha aşağıda yer alan îmânın ifâde ettiği şirkten korunma mertebesini ve günah görülen bütün fiil ve terklerden kaçınma mertebesini içine alan bir mertebedir. Veliler Allah'a yönelme ve masivadan kaçınma konusunda istîdât derecelerinin farklılığına göre farklı derecelere sahiptirler. Bu derecelerin en ilerisi, peygamberlerin himmetlerinin ulaştığı derecedir. Peygamberler, nübüvvet ve velilik riyasetlerini bir arada bulundurmaktadırlar. Maddî âleme dâir bilgilerle ilgilenmeleri, onları ruhlar âlemine yükselmekten alıkoymaz. Kudsî kuvvetle desteklenmiş tertemiz nefisleri son derece istîdâtlı olduğu için mahlûkatın maslahatına olan şeylerle ilgilenmeleri, onları hakkânî hâllere dalmaktan geri koymaz.”

İşte buradan Peygamber Efendimiz s.a.v.’in, Hz. İsâ a.s.’dan üstün oluşunun hikmeti anlaşılmış olmaktadır. Çünkü İsa a.s.ın dördüncü kata yükselmesi, Hz. Peygamber s.a.v.’in Arş'a ve Arş'ın üstüne miracından daha değerli değildir. Zira İsa a.s.’ın bu dünya ile alâkası sadece annesi yönünden olduğu halde, Hz. Peygamber s.a.v.’in alâkası hem anne hem de baba yönündendir. Böyle olmasına rağmen dünya ile alâkası ona engel olmamış, unsuriyyât âleminin sonlarına ve tabîiyyât âleminin zirvelerine ulaşabilmiştir. Yüce nurlarla devamlı olarak alâkayı sürdürmek mümkündür.

Nitekim bu durum çokça ibâdet ve tâatte bulunan bir zattan nakledilmiştir. Bu mümkün olmasa bile bu hâl, o kişinin bir melekesi hâline getirilir. Artık onun için beden bazen giydiği bazen çıkardığı bir elbise gibi olur. Görmez misin ki harcama gücü olan kimse her acıktığında dilediğini yiyip karnını doyurma imkanına sahiptir. İşte manevî rızkı ve bu rızkın menbaı’na yükselmeyi de buna kıyas et. Hatta bu, öncekinden çok daha evlâ bir durumdur. Çünkü bir vâsıta ve sebebe muhtaç değildir. İsteyenle istenen arasında mesafe yoktur.

Hz. Ali r.a.’den rivayet edilen sözlerden biri şöyledir; “Allah dostları, yüzleri uykusuzluktan sapsarı, ağlamaktan gözlerinin feri gitmiş, açlıktan karnı sırtına yapışmış, susuzluktan dudakları kurumuş kimselerdir.”

Saîd bin Cübeyr’den rivayet edilir ki:
Hz. Peygamber s.a.v.’e “Allah dostları kimlerdir?” diye sorulunca şöyle cevap vermiştir: “Onlar görüldükleri zaman Allah'ın hatırlandığı kişilerdir.” Yani Allah'ın özelliklerini, Allah'a karşı olan saygılarını, itminanlarını övdüğü kişilerdir. Bu tıpkı "onların nişanları, yüzlerindeki secde izidir.” (el-Feth, 48/29) âyetinde anlatıldığı gibidir.

Büyüklerden birisi şöyle der: “Velilerin alâmeti, himmetlerinin Allah’la beraber, meşguliyetlerinin Allah’la ve kaçışlarının Allah’a olmasıdır. Sahiplerini müşahedede bakî; kendi hallerinde fâni olurlar. Böylece velayet nurları onların üzerine yağar da yağar. Kendi nefislerinden hiç haberleri olmaz, Allah’tan başka bir varlıkta da kararları kalmaz. Onlar, birbirlerini sırf Allah için sevenlerdir.

Hz. Peygamber bir hadisinde şöyle buyurmuştur:
“Şüphesiz Allah'ın öyle kullan vardır ki peygamber ve şehit olmadıkları halde kıyamet gününde Allah katındaki mevkilerinden dolayı peygamberler ve şehitler onlara imrenir.”
Sahabiler:
“Yâ Rasûlallah, onlar kimdir? Onların amelleri nedir? Belki onları biz de severiz.” dediler.
Efendimiz şöyle buyurdu:
“Onlar aralarında akrabalık bağı bulunmadığı ve alıp verdikleri malları olmadığı halde birbirlerini sırf Allah için severler. Allah’a yemin ederim ki onların yüzü nurdur, nurdan minberler üzerinde bulunacaklardır. İnsanlar korktuğu zaman onlar korkmazlar, insanlar üzülürken onlar üzülmezler.”
(54, Suyuti ed-dürril mensur IV 370-371, 55,Müsned V343)

Hz. Peygamber s.a.v’in: “Peygamberler onlara imrenir” sözü, temsil yoluyla onların hallerinin güzelliğini tasvirdir.
El-Kevâşıâ der ki: “Bu ifâde mübalâğadır ve şöyle anlaşılmalıdır: “Bu özellikte bir topluluğun var olduğu farz edilseydi onlar bu kimseler olurdu. Yoksa peygamber olmayan bir kimsenin peygamber mertebesine ulaşması mümkün değildir.”

Fenârî'nin Tefsiru'l-Fâtiha’sında şöyle denilir:
“Peygamberler, Allah’ın kendilerini mahlûkât için şefkat hissi ile yarattığı ümmetleri adına endişelenip korkarlar. Kıyamet günü: “Allah'ım kurtar, kurtar!” derler. Ümmetleri için son derece büyük bir korkuya kapılırlar. Ümmetler de kendileri için korkuya düşerler. Kendilerinden emin olanlara gelince içinde bulundukları bu emin durumdan dolayı peygamberler onlara gıpta eder. Çünkü onlar her ne kadar kendileri için emin iseler de ümmetleri için korku duymaktadırlar.”

Fakir (Bursevî) der ki: “Bu bölümü yazmayı bitirdiğim sırada hatırıma başka bir izah daha geldi: Mezkûr hadis, Allah için sevmek konusunu anlatmaktadır. Muhabbet (Allah'ın habîbi olmak) da diğer peygamberler ve veliler arasında sadece Hz. Peygamber s.a.v.’e has bir makamdır. Bu ma-kam O'nun s.a.v. getirdiği hakikatlere vâris olanlar arasında da kâmil insanların çıkabilmesine zıt düşmez. Çünkü tabî olanların kemâli, tabî oldukları zâtın kemâline bağlıdır. Bu bakımdan Hz. Peygamberin vârislerinin de bu makama ulaşması ve bu sayede bazı peygamberlerin bu zâtlara imrenmesi, caiz şeylerdendir.”

Şöyle bir hadis vârid olmuştur: “Ümmetimin âlimleri, İsrâiloğulları'nın peygamberleri gibidir.” Böyle olmaları o peygamberlerin mertebesine ulaşmış olmalarını ve mutlak mânâda onlardan üstün tutulmala¬rını gerektirmez. Şurası kesindir ki, üstün olan bir kimse, başka bir yön¬den başkasından aşağı olabilir. Bunun aksi de geçerlidir. Görmez misin ki Hz. Peygamber s.a.v. “Siz dünyanızın işlerini daha iyi bilirsiniz.” Buyurmuştur. Marifet derecelerinin sonu yoktur. Her şeyin sonu ancak Allah’a varır.”
(Acluni II 83 Müslim Fedail 140)

Bayezid k.s. der ki: “Allah'ın velileri gelinler gibidir. Gelinleri de sadece mahremleri görebilir. Mahrem olmayanlar ise göremez. Veliler O'nun katında üns perdesiyle gizlenmişlerdir. Onları hiç kimse ne dünyada ne de âhirette görebilir.”

Sehl k.s. de der ki: “Allah’ın velilerini ancak onlara denk olanlar ya da Allah’ın onlardan kendilerini faydalandırmak istediği kimseler tanıyabilir. Allah onları insanlar tanıyacak kadar tanıtsaydı onlar bu insanların aleyhine bir delil olurdu. Onları tanıdıktan sonra karşı gelenler küfre düşerler, onların emirlerini yerine getirmeyenler de yoldan çıkardı.”

Şeyh Ebü'l-Abbas k.s. şöyle der: “Veliyi tanımak Allah'ı tanımaktan daha zordur. Çünkü Allah Teâlâ, kemali ve cemali ile tanınır. Ama bir mahluk kendisi gibi yiyen, kendisi gibi içen birisini nasıl tanıyabilir? Allah dostlarının zahiri şeriat hükümleriyle müzeyyen, bâtını ise fakr nurlarıyla meşguldür.”

Ruhu'l-Beyan Tefsiri, İsmail Hakkı Bursevî



Sure-i Yunus 62, 63, 64 / Elmalılı Tefsiri:

62- İyi bil ki, hakikaten, Allah'ın velileri, o Allah dostları üzerlerine korku yoktur, üstelik onlar mahzun da olmazlar. Allah korkusu her korkuyu silmiş olduğu için başka korku kalmamıştır, müjdeler vardır. İlerisi daha güzel olduğu için de geçmişle ilgili hüzün yoktur. Evliyaullah ünvanı, Allah'a dost olanlar, Allah için dost olanlar, Allah için birbirlerine destek olanlar gibi mânâlara gelebilir. Velayet, muhabbet, dostluk, yardım ve vekaleten onun işine bakmak gibi anlamlar ifade eder. Bu ünvana kimlerin layık oldukları hakkında tefsir âlimlerinin naklettikleri bazı rivayetler vardır. Senedleri Taberi'de yer almış olduğu üzere Saîd b. Cübeyr'den rivayet olunmuştur ki, Resulullah'a, evliyaullahın kimler olduğu sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Onlar öyle kimselerdir ki, görüldükleri zaman Allah zikrolunur yad olunur". Başka bir rivayette ise "Görülüvermelerinden dolayı Allah hatırlanır". Yakınlarında bulunmak, halleri, duruş ve davranışları derhal Allah'ı hatırlatır. Ki, Abdullah b. Abbas "semt ve hey'et"leri yerine "ihbat ve sekinet", yani, duruşları ve yürüyüşleri şeklinde tefsir etmiştir. Bunların dünya malına kazanç yollarına sevgi ve düşkünlükleri yoktur. Ancak Allah için, Allah'da sevmek ile birbirlerine sevgi ve dostluk gösterirler. "Allah uğrunda birbirini seven kimseler" oldukları da rivayet olunmuştur. Nitekim Ömer b. Hattap r.a.'tan rivayet olunmuştur ki, Resulullah s.a.v. şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kullarından bir takım insanlar vardır ki, enbiya değiller, şehidler de değiller, amma kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebiler ve şehidler imrenerek bakacaklardır". "Bunlar kimler? Ve ne gibi hayırlı ameller yapmışlardır? Bize bildir de biz de onlara sevgi ve yakınlık gösterelim, ya Resulallah!" dediler. Resulullah: "Bunlar bir kavimdir ki, aralarında ne akrabalık, ne de ticaret ve iş ilişkisi olmaksızın, Allah ruhu ile Allah'da sevişirler. Vallahi yüzleri bir nur ve kendileri de nurdan birer minber üzerindedirler. İnsanlar korktukları zaman bunlar korkmazlar, insanlar mahzun oldukları zaman bunlar hüzünlenmezler." buyurdu, hemen bu âyeti okudu:

Ebu Hüreyre'den ve Ebu Malik Eş'ari'den de ayni meâlde rivayetler bulunmaktadır. Bu rivayetlerin her biri bir başka özellikte tarif demek olduğundan, hepsinin toplam olarak anlamını içine alan geniş bir tarif ortaya konmuştur: "Allah'a ibadet ve taatle sevgi gösterisinde bulunur, Allah da kendilerine keramet insan ederek dostluğunu gösterir". Onlar işte böyle kimselerdir ki, bu âyette daha açık bir surette şöyle beyan ve tefsir buyuruluyor:

63-Yani evliyaullah onlar ki, iman etmişlerdir ve ittika eder dururlar, tam bir iman ile ilâhî emirleri ve hükümleri ifa ve icraya devam ederler. Kendilerinden Allah rızasına aykırı bir hâl, bir durum sadır olmaması için dikkat ederler, her türlü haramdan ve şüpheli şeylerden sakınırlar. İşte evliyaullahın hakiki tarifi budur. Birinci derecesi mümin cinsinden olmak, ikinci derecesi de Allah korkusundan dolayı ittika hasletine sahip olmaktır ki, bunlar onların Allah'a yönelmeleridir.

64- Dünya ve ahiret hayatında müjde onlarındır. Bu da onların özellikleridir ki, Allah'ın kendilerine karşılık olarak teveccühü ve ikramıdır. İşte "evliyaullah'ın kerâmeti haktır." meselesinin temeli de budur. Allah'dan başka dost ve veli tanımadıkları, Allah'a aykırı düşmekten korkup sakındıkları ve ondan başka hiçbir şeyden çekinmedikleri, Allah da kendilerine dost olduğu için artık onlara ne korku vardır, ne de hüzün. Dünyada da müjdelenmişler, ahirette de müjdelenmişlerdir. Bu cümleden olarak dünyada. "Muhakkak ki, "Rabbimiz Allah'dır" deyip de sonra doğrulukta ve dürüstlükte devam edenler üzerine melekler şöyle diyerek inerler: "Korkmayın, mahzun da olmayın, vaad olunduğunuz cennetle sevinin." (Fussilet 41/30). Ayrıca yine ahirette "Size selâm olsun size, hoş geldiniz cennete, ebedi kalmak üzere buyurun girin içine." (Zümer, 39/73) müjdesine mazhar olacaklar.

Allah'ın kelimelerinde tebdil yoktur. Yani Allah'ın bu vaadlerinde, bu müjdeli sözlerinde hiçbir değişme olmayacaktır. Allah'ın sözünü değiştirecek, O'nun verilmiş hükmünü kararını uygulamadan kaldıracak hiç bir kuvvet yoktur, olması ihtimali de mevcut değildir. Mesela: Allah'ın korkma, mahzun olma dediğini korkutacak, mahzun edecek hiç bir güç ve geçerli engel yoktur. Allah da asla verdiği sözden dönmez, verdiği sözü yerine getirir. Bundan dolayı "Allah, hiçbir kavmi, o kavim kendi kendini değiştirip bozmadıkça değişikliğe uğratmaz." (Ra'd, 13/11) âyeti uyarınca, evliyaullah dahi kendilerindeki o velayet hasletini, o iman ve ittikayı değiştirip bozmadıkça Allah Teâlâ'nın, bu dünya ve ahiret için verdiği sözü, verdiği müjdeyi değiştirmesi ihtimali yoktur. Bunlar ebedi müjdelerdir. "İşte bu da büyük kurtuluşun kendisidir."

Elmalılı Tefsiri

keske bende Allah dostu olabilsem .... begendim

Teşekkürler.


Kur'ân-ı Kerîm ve Tefsir

MollaCami.Com