Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Gurur

Üzerimde, yorgan değil de sanki ağır bir örtü var. Uzun yoldan gelmiş adamların yorgunluğu içindeyim. Ne gözlerimi açabiliyor ne de yorganı sıyırabiliyorum. Biraz daha uyumalıyım. Ancak o zaman yeni bir güne, günün ter ü taze saatlerine uyanabilirim.

İşte böyle! Bakın, nasıl da uyandım. Şimdi daha iyiyim. İki bacağımı birleştirip uzatıyor; ellerimi, havada açarak geriniyorum. Yorgan kendiliğinden üzerimden düşüyor. Yorgunluk çoktan uçup gitmiş.

Odamdayım. Akşamdan kalmış dağınıklığa düşen gün ışığı, olanları açıkça gösteriyor. Her şey bıraktığım gibi... Üzerinde çalıştığım yeni dosyanın müsveddeleri, çaydanlık, çay bardağım, portakal kabukları... Görüntü hiç de hoş değil. Aslında düzenli biriyim. Çalışma sonrasında ortalığı düzeltmeden uyumam. Dün akşam başka, o bir istisnaydı. Geç saatlere kadar çalıştığımı hatırlıyorum; kendimi yatağa öylece bırakmıştım.

Artık yeni güne başlamalıyım. Üzerinde çalıştığım dosyaya son hâlini vermeliyim. Hafta sonuna da az kaldı. Elim dolu bir şekilde yayıncımın karşısına çıkmalıyım. Bu dosya yayımlanacak, biliyorum.

Su da epey soğukmuş. Bu iyi. Suyu avuçlarıma doldurup doldurup yüzüme çarpıyorum. Sanki memleketimin karları konuyor yüzüme. Gözlerimi açmadan tekrarlıyorum bunu. Bir daha, bir daha... Kar içinde kalıyorum. Bir masala düşer gibi çocukluğuma giriyorum. Çocukluğumun unutamadığım karları yağıyor. Annemin yaktığı kömür sobasının, taze saç ekmeğinin, sıcak mercimek çorbasının yanına çömeliyorum. Kulağıma, arkadaşlarımın sesleri çarpıyor. Haylazlığım diriliyor. Kapıyı hafif aralayıp sıvışıyorum. Kar beyazlığında başlamış bir oyuna giriyorum. Kömür karası gözlerin ortasında, bir oraya bir şuraya koşturuyorum.

Yüzümdeki havlu düşüyor. Aynada bir yüz, öylece bakıyor. Bana ne kadar da benziyor. Benziyor ne demek, o benim zaten. Erkenden saçlarına kır düşmüş bir adam olmuşum işte. Bu alın, bu yüz, bu saçlar, hepsi bana ait. Aynadaki yüzümün çizgilerinde, gecelerin sabahında karlı oyunlara girişen çocuğu arıyorum. Alnımın bir ucunda, öylece duran dikey iz bana el sallıyor. Bu izde, çocukluğum kımıldanıyor. Konuşmak ister gibi duruyor. Sıla özlemine yakalanıyorum. ‘Niye olmasın?’ diyorum. Konuşsa, o günleri yeniden hatırlasam.

Sağ omzumu duvara dayayıp, konuşmasını bekliyorum. ‘Duraklı Köyü’nde iki çeşme vardı.’ diyerek söze başlıyor. Bu iki mahalle demekti. Yeraltının bilinmeyen kuytularından çıkıp gelen su, iki mahalleye farklı kanallardan ulaşıyordu. O ne güzel suydu, köydeki bölünmüşlük ise, ne kötüydü! Doğumumdan çok önce başlayıp biten kanlı bir kavganın böldüğü köyümüzde ne yazık ki, hesapsız bir çocukluk yaşayamıyorduk. Bu kavganın gürültüsü dinmiş olsa da, yine de izleri hissedilebiliyordu. Diğer mahalleden çocuklarla oynadığım bir oyunu hatırlamıyorum. Sanki görünmez bir duvar vardı arada; ne biz diğer mahallenin çocuklarına karışırdık, ne de onlar bize katılırdı. Bu öyle bir bölünmüşlüktü ki, yukarıdaki mahalleli, mahallemizdeki büyük camiye gelmemek için, bir evi camiye dönüştürmüştü. Bu ‘iki’liğin böldüğü Duraklı’yı birleştiren şey, köyün tek olan okuluydu: Duraklı İlkokulu... Köyün tek okulu, mahallemizin çeşmesi ve camisiyle yan yana duruyordu. Kadınlar çeşmeye, çocuklar okula, büyükler ise camiye yönelirdi. Köyde ne olup bittiği, çeşme, okul ve caminin toplandığı bu yerde öğrenilirdi. İlçeye giden yol da buradan geçiyordu. Köye gelen ve köyden geçen her araba yeni bir haber demekti; bu sayede, yabancı yüzlerle karşılaşabiliyorduk. Biz çocuklar, köyde duran arabaların etrafında toplanır, çeşmeden su içen yeni yüzlere öylece bakardık. O güne kadar bu arabalardan birine binmişliğimiz yoktu. Bu arabaların geldiği ve gittiği yerleri de bilmiyorduk. Büyüklerimizin dilinde dolaşan yer isimleri, ilçe ve şehirler, zihnimizde büyüdükçe büyüyordu. “Mazıdağı” dedikleri bir yer vardı meselâ. Merak ederdik, “Nasıl bir yer?” diye... Arabaların Mazıdağı’na gittiğini veya oradan geldiklerini düşünürdük. Demem o ki, bizi en çok, köyde duran arabalar heyecanlandırırdı.

Köyün şanslı çocuklarından biriydim. Çünkü en çok, dedeme misafir geliyordu. Neredeyse her gün, dedemin yola bakan evinin avlusunda bir araba olurdu. Misafirlere ait bu arabalar, avluya yöneldiler mi, biz de arkalarından giderdik. Teyzelerimin ve dayımın çocuklarıyla birlikte arabaların etrafında bildik oyunlarımızı oynar, kimseyi yanımıza yaklaştırmazdık. Aldığı hediyeyi kimseyle paylaşmayan çocuklar gibiydik. Biz böyle arabaların etrafında dönüp dolanırken, mahalleden diğer çocuklar bize bakmakla yetinirdi. Onları kovmazdık, çünkü bize bakmalarını isterdik. Çocukça bir hissedişle bu durumdan gururlanırdık.

Bu oyun böyle devam ederdi. Biz böyle şanslı çocuklar olarak caka satarken, dedemin evinde de hareketli saatler yaşanırdı. Annem, teyzelerim, ninem ve dayımın hanımı, büyük kazanda pişmeye yüz tutmuş yemekle uğraşırken, biz etrafta koştururduk. Bazen, misafirlerin yanında çocukları da olurdu. Yaşıtımız olan bu çocuklarla keyfimiz bir kat daha artar, mahalledeki arkadaşlarımızı bütünüyle unuturduk. Unuturduk ama, onların da, bizi çekemediklerini hissederdik.

Dedemi çok severdik. Misafiri olmadığı zamanlar odasına gidip oturmak, bizim için büyük bir keyifti. Geniş ve uzunca bir odası vardı; burada minder ve yastıklar, misafirler için hazır bekletilirdi. Dedem oturduğu yerde, tütün tabakasından sardığı sigarasını yakar, önündeki mangalın ateşini karıştırırdı. Dayımın ve teyzelerimin çocuklarıyla ona uzaktan bakar, bakışlarını yakalamaya çalışırdık. O gün bizden kimi yanına çağırıp onunla konuşmuşsa, günün kahramanı o olurdu.

Dedeme niçin bu kadar misafir geldiğini, çoğu zaman misafirlerin arabasına neden binip gittiğini bilmiyorduk. Meğer dedemi tanıyan ve seven çok insan varmış; uzak köylerdeki kavga ve anlaşmazlıkları çözmek için götürülüyormuş. Biz torunları, dedemin bu tarafıyla çok fazla ilgili değildik. Bu yönüyle çokça konuşulması çocukluk gururumuzu okşasa da, daha çok, ona gelen misafirlerle, misafirlerin araba ve çocuklarıyla ilgileniyorduk. Sabahları uyanır uyanmaz, aramızda anlaşmış gibi, kendimizi dedemin yola, çeşmeye, okula ve camiye bakan avlusunun girişinde bulurduk. Bu saatlerde, mahalledeki arkadaşlarımızla oyunumuz başlardı. Bizi çekemezlerse de, yine de gizliden gizliye, kendilerini bize sevdirmeye çalıştıklarını anlardık. Sevgimizi kazandıklarında, onları, dedeme gelen misafirlerin arabalarına ve çocuklarına yaklaştıracağımızı sanırlardı. Biz de bunu iyi kullanıyorduk; böylelikle oyunların kahramanları oluyorduk. Uzaktan görünen araba dedemin avlusuna yönelince, yol üzerindeki oyunu yarıda bırakır, arabanın arkasından koşardık. Ara sıra dışarıdan birilerini aramıza alsak da, çoğu zaman dedemin torunları olarak yine yalnız kalırdık.

Bu ayrıcalığı, bu çocukça gururu mahalledeki arkadaşlarımızla paylaşmıyorduk. Onları uzağımızda tutup, torunlar olarak yalnız başımıza kalınca, bu sefer önemli olma yarışı aramızda yaşanırdı. Amaç, dedemin özel ilgisine muhatap olmak... Her birimiz, dedemiz tarafından ismimizle çağrılmayı bekliyorduk. Bu çağrılma, misafirin yanında gerçekleşmişse, bir başka oluyorduk. İçimiz coşuyordu. Sanki köyün en önemli çocuğuyduk. Bir görseniz... O ne caka, o ne şişinmeydi öyle!..

Böylesi önemli olduğum bir günü hiç unutmuyorum. Unutmam da mümkün değil;
aradan geçen bunca zamana rağmen, alnımın ucunda duran izi görür görmez, o güne giderim. O gün yine dedemin misafiri vardı. Dedem misafiriyle, damda tabureler üzerinde oturuyordu. Biz birkaç torun ise, yanlarında oynuyorduk. Kendimizi oyuna kaptırdığımız sırada, dedem bize seslenmişti:

-Gelin bakalım.

Oyunu yarıda kesip onlara yaklaşmıştık. Yan yana sıralanmış beş altı torunduk.

Dedem:

-Ha şöyle, sıraya girin.

Toprak dam üzerinde düz bir sıra oluşturmuştuk.

Dedem misafirine dönüp:

-Abdulkadir Ağa! Bunların hepsi torunum. Bugün onları imtihan edeceğiz. Bakalım hangisi, daha cesur ve kuvvetli.

Biz öylece bekliyorduk.

Dedem:

-Şu taşı görüyor musunuz?

Yağmur öncesinde toprak damlarda gezdirilen silindir şeklindeki taşı gösteriyordu.

‘Evet,’

Dedem:

-Şimdi hanginiz, gidip kafasıyla o taşı yerinden oynatırsa, bileceğiz ki o cesur ve kuvvetlidir. Hadi bakalım.

Bunu söyleyen dedemdi. Hem de misafirinin yanında...

Gidip kafasını o taşa vuran ben olmuştum. Hem de hiç düşünmeden... Koşarak gitmiş olmam gerekir ki, taş yerinden oynayıp bir iki dönmüştü. Dedemin diğer torunları öylece kalmışlardı. Yaptığımı yapamamanın, dahası yenilginin acısını okumuştum gözlerinde. Kendimi dedemin kucağında bulmuştum sonra; alnımdan öpmüştü beni. Abdulkadir Ağa’nın şu sözleri de aklımdan çıkmıyor:

-Bu ne cesur çocuk böyle. İsmi ne Mustafa Ağa?

Dedem:

-Adı Osman... Görüyorsun değil mi, Abdulkadir Ağa! Osman ne çok cesurdur.

Alnımın taşa gelen yerinde, yumurta büyüklüğünde bir şişkinlik vardı, şişkinliğin üzerinde de bir çizik oluşmuştu. Acı duysam da, bunu hissettirmemeye çalışıyordum. Dedem ile misafirinin arasında, içimde uyanmış gururun içinde öylece susuyordum.

O sırada annem, teyzelerim, diğer kadınlar dışarı çıkmış, ne olup bittiğini öğrenmişlerdi. Dedemin kucağından inip, annemlerin yanına gitmiştim. Annem parmaklarıyla alnımdaki şişkinliği yoklarken, ninem, bu şişkinliği gidereceğine inandığı bir tedavi yöntemini önermişti.

Dedesinin cesur torunu Osman olmuştum. Çocukça gururum had safhadaydı. Bilirsin, yıllar geçti üzerinden; büyüdüm, şimdiki sen oldum. Hayat hepimizi savurdu. Duraklı’dan birer birer düştük; sonbahar yaprakları gibi, şuraya buraya savrulduk. Ben kitapların dünyasında yolculuklar yapan, şiddetin üzerini çizen, hiçbir kavgaya karışmayan delikanlı Osman, şimdiki sen olurken, dedem Mustafa Ağa’nın misafirleri de eksilmeye, yüzündeki çizgiler çoğalmaya başladı. Gün geldi, o da köyden koptu. Şimdilerde, gittiği uzak kentte, misafirsiz, çocuksuz ve oyunsuz günler geçiriyor. Biliyor musun, kar değil, zaman yağdı üzerimize. İçi boşalmış bir ev gibi, oyunlarımız da, çocuksuz kaldı.

Bu, aynadaki Osman’ın, alnımdaki dikey izde kımıldanan çocukluğumun son sözü oluyor. Gözlerinden okunan hüznün içine düşerken, bakışlarımı etrafta gezdiriyorum. Nereden nereye, diyorum kendime. Çocukça gurur neler yaptırmış bana böyle. Elim alnımdaki ize gidiyor. Gurur... Çocuk Osman’da ne de masum duruyor. Oysa büyüdükçe, içindeki yolculuklardan çok şey topladıkça Osman’ın gurur üzerinde sinir bozucu bir elbise gibi durmuştu. Bu anlamsız gururdan soyunmak için, ne çok uğraşmıştı. Demek ki gurur, büyüklere yakışmıyor; bir cambaz olup, onları ipinde oynatıyor. Bu durumlarda, ne gurur, ne de büyükler masum kalıyor.

Aynadaki kendime, alnımdaki çocukça gurura gülümseyip mutfağa geçiyorum.


Nihat Dağlı

teşekkürler emeğine sağlık....


teşekkürler emeğine sağlık....

ben tşk ederim ilginize...

çok hoştu kardeşim emeğinize sağlık..

okuyan gözlerinize sağlık...


Hikayeler

MollaCami.Com