Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim
Bir âlime tabi olma zorunluluğu
Bir âlime tabi olma ihtiyacı
Saymakla bitmeyecek kadar eşsiz nimetlerle dolu bu dünya hayatı, geçici ve fanidir. Bu kısacık, sürgün dünya macerasındaki hayatımızda, bilinmesi gereken önemli bir gerçek vardır.
âDünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.â (Al-i İmran, 185) ayetiyle bildirilen bu gerçek, bize dünya hayatına ait tüm güzelliklerin geçici olduğunu göstermektedir. İnsanların sımsıkı sarıldığı işleri, malları, iktidarları, yakınları, herkes ve her şey, sadece bu dünyaya ait şeylerdir ve ölümle birlikte hepsi geride kalacaktır.
Madem bu dünya hayatı geçicidir ve burada tüm yaptıklarımızdan sorumluyuz, o zaman oturup kendi kendimize şunu sormamız gerekir: âBen, bu kısacık hayatta nasıl istikamet üzere olacağım, şeytanın şerrinden ve nefsi emarenin girdabından nasıl kurtulurum? Nasıl bu şeytani dürtülerle baş edebilirim tek başıma?â
Görünen o ki bir insanın tek başına bunu gerçekleştirmesi çok zor. Peygamberimizin âElcemaatu rahmetun vel firkatu azabun.â (Cemaat rahmettir; yalnızlık azaptır.) hadisinin hikmeti de bu olsa gerek. Tek başımıza sağlıklı yol alabilmemiz için yapmamız gereken başka işler var.
İslam fıkhına göre, Müslümanların yaşadığı her bölgede, derinlemesine âlim bir zatın bulunması farz-ı kifayedir. Yani tüm fıkhî, akidevî ve diğer İslamî meselelerde yeterli bilgiye sahip ve ilmi ile amil bir zatın bulunması gereklidir. Böyle bir âlimin varlığı, âavamâ diye tabir ettiğimiz insanların, İslam fıkhını derinlemesine tahsil etme sorumluluğunu, vekâleten kaldırmış olur.
Çoğu fıkıh kitaplarımızda açıkça şöyle bir hüküm de mevcuttur: Avamdan bir insan, kendi bölgesinde yaşayan fakih bir âlime bir mevzu götürdüğünde, o zat, soruyu soranın mezhebini dikkate almadan ona fıkhî olan hükmü belirtir. Bundan sonra, bu konuda avamdan olan o insanın kendi mezhebine göre hareket etme şansı kalmaz. Zira onun için o âlimin verdiği hüküm önemlidir.
Bundan dolayıdır ki âAvamın mezhebi yokturâ tabiri, ta mezheb imamları döneminden beri, halkın arasında yaygındır. âÂlimlere göre, avamın mezhebi yoktur, onların mezhebi müftünün fetvasıdır. Çünkü bir mezhebi gerçek anlamda taklit etmek, onun görüşlerini bilmekle mümkündür. Bir mezhebin görüşlerinin daha isabetli olduğunu tespit etmek, önemli bilgi birikimiyle mümkündür. Bunun zor bir husus olduğu ortadadır.â*
Yukarıdaki kaynaklarda ve benzerlerinde aynı görüşlere rastlamak mümkündür. Bu da bize şunu göstermektedir; her insanın âlim ve zahit bir zata tabiiyeti zorunludur.
Bir mürşide bağlanmak gerekli mi?
Bu izahattan sonra, önümüze şöyle bir soru gelebilir: Bütün insanların, bir mürşide bağlanması mı gerekiyor? Eğer böyle bir zorunluluk var ise o zaman tasavvuf mektebinin dışında kalan Müslümanlar cahilî hayatın kurbanları mı olacaklar? Elbette anlatmaya çalıştığımız bu değildir.
Genel anlamda, İslamî bir hayat için Müslümanların, âlim, amil; hal ve davranışları ile hatta kılık kıyafeti ile bize Resulullahı, Sahabe-i Kiramâı ve Selef-i Salihinâi hatırlatan bir zatın velayetinde olmalarını zorunlu kılmaktadır.
Burada önümüzde iki seçenek bulunmaktadır: Birincisi, tasavvuf mektebinde yetişmiş bir mürşidi kamile beyâat etmektir. Bu konuda, Abdulhalik Gucdevanî (ks) tarafından konulan on bir prensipten biri olan âSefer der-Vatanâın bir anlamı da âmürşid aramak için yolculuğa çıkmakâ demektir.
Aranan bir mürşidde bulunması gereken vasıflar şöyle sıralanmıştır: âMürşid olacak kimsenin Kitap ve Sünnetâin emirlerinde bilgili, kemal sıfatlarıyla donanmış, dünya ve makam sevgisinden uzak, riyazet ve mücahede ile nefsini arıtmış, nafile ibadet ve zikirle ruhunu yüceltmiş, Muhammedî ahlaka sahip bir kimse olması ve silsileye sahip bir mürşidden icazetli bulunması gerekir. Şeyhin ictihad derecesinde bir fıkhî bilgiye sahip olması gerekmez ama müntesiplerinin meselelerini çözebilecek bir ilme ve kalp diriliğine sahip olması gerekir.â
İkincisi ise en az bir tasavvuf mektebinden çıkmış kadar hem âlim hem amil hem de İslamâın edeb ve adabını yaşayan bir zatın denetimi altında bulunmak. Yani o zahit ve âlim olan zatı, hayatının rehberi ve denetleyicisi tayin etmek.
Cahili bir toplumda, her şeyin heva ve hevese göre düzenlendiği bir hayatta, bir insan tek başına nasıl muvahhit olabilir? Kalbi Allahâın takvasıyla nasıl huzur bulur? Bu mümkün mü? İnsanın kendi nefsi ile cemiyet hayatındaki şeytaniyet ve firavniyet ile baş edebilmesi için mutlaka sağlam bir rehbere ihtiyacı vardır. Tasavvufi anlamda bir mürşid-i kamile el vermek, onun ilmiyle beyan ettiği, hal ve davranışlarıyla işaret ettiği yolda yürümek demektir. Amiyane tabirle, hiçbir mürşid, kendi tebasının günahlarını sildirmek veya günahları ile beraber onları kurtarmak durumunda değildir. Ancak yaşadığımız süre içerisinde o mürşid-i kamilin tüm zahiri emirleri ve hali ile bize işaret ettiği İslamî hayata, büyük bir cehd ile sarılmamızı zorunlu kılmaktadır.
âAllahâa, Resulüne ve sizden olan ululemre itat edinâ
Bunun üçüncüsü yoktur. Hasani Basrî, siyasi otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (sas)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp âSizden olan ulû'l-emre itaat edinâ (Nisâ 59) ayet-i kerimesinde geçen âulû'l-emrâi âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, mürşid-i kâmiller, fakihler (İslâm hukukçuları) oluşturmuş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır.
Batılı mütefekkirlerin, özellikle hümanistlerin iddia ettikleri gibi ilahi kaynaklı bir otoriteye teslimiyet, insanı soysuzlaştırmaz. Teslimiyet, insanın asaletine ve hür iradesine ipotek koymak değildir. Tam aksine, vahye ve vahiy kültürüne teslimiyet, insanı hür kılar ve kula kul olmaktan kurtarır.
İslamî bakış açısına göre, insan Allahâın kendi ruhundan üfleyerek yarattığı tek varlıktır. Yani insan, ilahî ruh taşır. Allahu Teala insanı âyeryüzünde kendi halifesiâ yapmıştır; âve âdeme bütün esmaları öğrettiâ ve dağların bile yüklemeye korktuğu emaneti insanoğlu yüklendi. Burada izah etmeye çalıştığımız tabiiyet ve teslimiyet, insanın yücelmesi yönündedir. Bu yücelme de ancak nefsin, şehvetin, enaniyetin, aczin, korkaklığın, cimriliğin ve daha birçok insanı alçaltan kötü huy ve duygulardan kurtulmakla mümkündür. Bu da insan iradesinin güçlenmesi demektir.
Bu yüzden, gerçek hürriyet, Allahâa kul olmaktır. İnsanlar tek Allahâa ibadet etmekle emrolunmuştur. İnsan, yeryüzünde Allah'ın halifesidir. Diğer bütün varlıkların kendi emrine verildiği, irade sahibi olan, Allah'ın seçtiği yegâne varlıktır. Hepsinden önemlisi de insanın toprak (çamur) ve ilahi ruh arasında bulunması ve irade sahibi olduğu için de ikisinden birine meyletme özgürlüğüne sahip olmasıdır. Özgürlük ve seçme hakkı, insanın sorumlu olma zorunluluğunu da beraberinde getirir. Bundan dolayıdır ki İslam'a göre insan, kendi alın yazısından sorumlu olan (yazan değil) tek varlıktır.
Peygamberin varisi olan bir zata tabiiyet, tam tersine insanı âaliyül alaâya (yücelerin yücesine) yüceltir. Ancak Allahâa kul olma yüceliğine ulaşan bir âlim, bir peygamber varisi, insanı yüceliğe ve hürriyetine kavuşturabilir. Yoksa başıboş insanın nefsanî hevası ve şeytanın dürtülemesi değil.
Hülasa olarak şunu çok açık yüreklilikle söyleyebiliriz: Müslümanların İslamî bir hayat için âlim ve zahit bir rehbere veya bir mürşid-i kamile tabi olmaları zorunludur. Bir insanın bir âlim veya tasavvufî anlamda bir mürşide bağlılığı, ancak o zata olan tebaiyetle mümkündür. Yani o zatın tüm söylediklerini dinlemek ve o istikamette yürümekle mümkündür.
O zatın açmış olduğu velayet şemsiyesi altında bir araya gelmek lazımdır. Onu sevmek, ona akraba olmak, ona komşu olmak veya yazdığı eserleri tahsil etmek yeterli değildir. Onu kendimize âveliâ tayin etmemiz gerekir. Misal verecek olursak, bir çocuğu okula kaydettiğimizde okul idaresi, o çocuğumuzun kayıt evrakına, velilik görevini üstlenecek bir kişinin ismini yazmaktadır.
Okul idaresi ve öğretmeni, o çocuğun bütün hal ve davranışları, derslerdeki performansını, arkadaşları ile olan ilişkilerini velisi ile görüşür. Veli de gereken müdahaleleri yaparak, o çocuğun eğitiminin sağlıklı yürümesine katkıda bulunur. Buradaki velinin pozisyonu ne ise kendimize veli, rehber veya mürşit kabul ettiğimiz zat da aynı konumdadır. Hayatımızla alakalı her şeyimizi onun kontrolüne ve bilgisine açmamız gerekir.
Diğer bir husus da müslümanların tabi olacağı o zatın mutlaka hayatta olması gerekir. Vefatının üzerinden yıllar geçmiş bir âlimin bıraktığı miras, elbette aydınlık vericidir. Onun bıraktığı manevi mirastan elbette yararlanılır. Ama bu, asla yaşayan bir âlim zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Çünkü yaşayan âlim ve mürşit, kendi tebasının sorunlarını yakından takip eder ve o günün şartlarına göre onlara Kurâanî ve nuranî reçeteler sunar.
âÂlimler peygamberlerin varisleridirâ hadisinin hükmünce, âlimler mürşittirler. Onlara uymayıp derslerini dinlemeyen bir kişi, hocadan uzak duran bir öğrenciye benzer. Bu öğrencinin cahil kalması ve kötü yollara düşmesi kaçınılmazdır.
Dipnot: Karşılaştır; âRavdatuât-talibînâ, 4/115-şamile; Ayrıca İmam Kurafi, âMizanil Kübraâ, İbni Abidin âReddül Muhtarâ c. 1, s. 51, 94, 95. Yine, Hanefi âlimlerinden Abdülgani En Nablusi âHülasatüât Tahkikâ adlı eserinde ve İbn Nüceym, âel-Bahruâr Râikâ, Beyrut, ts. Dâruâl-Maârife, c. II, s. 316.
MUHAMMED Z. YILDIZ
Gülistan Dergisi'nden alıntıdır
http://gulistandergisi.com/dergi_oku.php?id=913