Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Süfyân-ı Sevrî

Harun Reşid ile şehzâde iken görüşürlermiş. Harun Reşid şehzâde, bu da Bağdat'ta alim... İlim öğretiyor, mezheb sahibi... İmam-ı Azam gibi, Ahmed ibn-i Hanbel gibi, İmam-ı Malik gibi mezheb sahibi bir fakih, alim... Ağabeyi öldükten sonra, Harun-u Reşîd'i halife yapmışlar. Getirmişler, saraya oturtmuşlar. Herkes tebrike gidiyor, "Mübarek olsun, hayırlı olsun saltanatınız, devletiniz, hükümdarlığınız..." diyor. O sırada Süfyân-ı Sevrî (Rh. A) Basra'ya gidiyor, Bağdat'tan uzaklaşıyor. Yâni, şehzâdeliğinde tanıdığı adam hükümdar olunca, Bağdat'ta durmaktan vazgeçiyor. Basra'ya gidiyor, Basra Camii'nde ders vermeye başlıyor. Fıkıh dersini, ilmini, irfanını Basra şehrinde vermeğe başlıyor.
Bir zaman sonra, ilk telâşlar geçtikten sonra, Harun-u Reşid bakıyor, diyorki:
"--Benim Süfyan diye tanıdığım bir âlim kimse vardı. Hiç gelmedi, beni tebrik etmedi. 'Mübârek olsun saltanatın!' filân demedi. Arayın şunu!.."
Diyorlar ki:
"--Efendim, burada yokmuş." "
--E, neredeymiş?.."
"--Basra'ya gitmiş. Güneydeki, bilmem kaç kilometre uzaktaki Basra'ya terk-i diyar etmiş." Diyor ki:
"--Bir mektup yazın!.."
Bir ferman, bir nâme yazıyorlar. Sırmalı, atlas elbiseli, güzel giyimli, boylu poslu, kılıçlı, yakışıklı bir saray çavuşuna, haber ulağına veriyorlar. O da biniyor bineğine, Bağdat'tan Basra'ya geliyor. Soruyor:
"--Burada Süfyân-ı Sevrî diye bir alim varmış nerede?.." Diyorlar ki:
"--Basra Ulucamii'nde ders veriyordur, git oraya!.."
Oraya gidiyor. Talebeler halka olmuş, Süfyân-ı Sevrî Rh. ders anlatıyor. Elinde padişahın nâmesi, fermanı, içeriye giriyor:
"--Selâmün aleyküm!" diyor. "Padişahtan, Abbasî imparatorundan, emîrül mü'minînden size mektup getirdim ey üstad!" diye mektubu uzatıyor.
Süfyân-ı Sevrî, mektuba elini uzatmıyor. Bir talebesine:
"--Senin için mahzuru yoktur. Şu zalimin mektubunu sen al! Bakalım ne demiş?" diyor. Haberci şaşırıyor. Talebesi mektubu alıyor.
"--Aç bakalım, oku!" diyor. Okuyor:
"--Yâ Süfyan! Esselâmü aleyküm ve rahmetullah!.. Padişah oldum; herkes beni tebrik etti, kutladı. Sen gelmedin!.. Eskiden seninle tanışırdık, ahbabdık. Sen de gelsene sarayıma!.. Buyur, dâvet ediyorum, beklerim. Hem sana hazinemden ihsanlarda, bağışlarda, atiyyelerde bulunurum... filân." Böyle şeyler yazmış.
Diyor ki:
"--O zalimin mektubu yanımda kalmasın, çevirin arkasını!.." Ön tarafı dolu, arka tarafı boş ya mektûbun... "Çevir arkasını yaz:
--Yâ Harun! Sen Allah'tan korkmaz mısın?.. Sana Allah'tan korkmanı tavsiye ederim!.. Ahirette çetin hesap vardır. Vazifenin ne kadar çetin olduğunu sana hatırlatırım. Adaletten ayrılma!.. Müslümanların malını gelişigüzel sarfetmeye nereden hak buluyorsun?.. Beytülmâldan para alıp, seni tebrike gelenlere nasıl dağıtabilirsin?.. O fakirlerin hakkıdır. Devlet görevi için dağıtılması gereken bir şeyi, sen nasıl kendi bildiğine çarçur edersin, târumâr edersin, keyfince dağıtırsın?.. Böyle şeylerden seni şiddetle ihtar ederim ki, sakın, vazgeç!.. Sonra, ahirette başın büyük derde girer. Allah'tan kork!.. Sen büyüksen, senden daha büyük Allah var... Bir gün onun huzuruna mücrim olarak gidersen, cehenneme atılırsın, yanarsın!.."
Böylece bir nasihatnâme döşeniyor. Sonra haberci saray çavuşuna diyor ki:
"--Al bunu götür efendine!.."
Adam hayretler içinde kalıyor. Şimdiye kadar nereye mektup götürmüşse, elektrikle çarpmışa dönmüş gönderilen insanlar... Bu hiç aldırmıyor. Ne padişahtan korkuyor, ne saraydan korkuyor. Ya hapse attırırsa, ya öldürürse?.. Hiç korkusu yok... Ne biçim insan?.. Bir heybet, bir korku basıyor elçiyi...
Gidiyor Bağdat'a geriye... Mektubu, arkasına yazdığı cevabı, "Buyurun!" diye veriyor Harunu Reşîd'e... Harun-u Reşid, alıyor okuyor ki, zehir zenberek, biber gibi, Arnavut biberi gibi acı bir mektup... Onun üzerine ağlamağa başlıyor, hüngür hüngür ağlıyor. Çünkü, o sözleri kimse söylememiş ki ona... Herkes, "Ağasın, paşasın!.. Çok yaşa efendim, padişahım çok yaşa!.." demiş. Hiç kimse söylememiş o sözü... Tabii, ağlıyor. Çünkü:
(İn küllü nefsin menfis semâvâti vel ardı illâ âtir rahmâni abdâ) "Her kul Rabbinin huzuruna kul olarak varacak!" Padişah diye, reis-i cumhur diye varmayacak ki; vezir diye, bakan diye varmayacak ki, hepsi kul olarak varacak. En üstün kim olacak?.. Belki, dünyadaki köle en üstün olacak!.. Mazlum, fakir, yoksul, alim, sessiz, sedâsız, mağdur, terbiyeli, edepli, kimsenin hakkını yemeyen, dikkatli; o en üstün olacak!.. Buranın ağası, kölenin dünyadaki efendisi, belki ahirette onun kölesi bile olamayacak!.. Kölesi olmak için, cennete girmek lâzım! Cennete giremezse, kölesi bile olamayacak!.. Cennete girerse, belki onun derecesine erişemeyecek...
Hüngür hüngür ağlamış. O böyle ağlayınca, haberi götürüp getiren adama da daha büyük tesir etmiş. Allah Allah!.. Bu ne biçim alim?.. Bu ne biçim hâl, bu ne biçim dehşet?.. O da saraydaki görevini bırakmış, gitmiş Basra'ya... Süfyân-ı Sevrî'ye talebe olmuş, onun derslerine devam etmeye başlamış. Ahiretten korkmuş, hesaptan korkmuş, bırakmış saraydaki görevi...

Allah razı olsun.
Rabbim harikasın, seni sevenlerde öyle (bir söz söyle)
Ders versin işte böyle, böyle...sevdiklerin yüzü hürmetine bağışla bizleri, bilirim saltanat malda değil ahlaklı , takvada


Menkıbeler

MollaCami.Com