Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Bizim Heyecanlı Cümlelerimiz Vardı!

Bizim Heyecanlı Cümlelerimiz Vardı!

Etrafımızdaki her şey öylesine hızla değişti ki sapla saman, doğruyla yanlış, küfürle iman, iyi ile kötü birden birbirine karıştı. Kafalarımızın dağınık ortamına bir çeki düzen veremedik. Her ne ise öylesine çullandı ki üzerimize, cevapları keşfetmek bir tarafa, soruları bile soramadık... Birden kendimizi bir zamanlar karşısında olduklarımızın safında bulduk. Küfür saydıklarımız, gerekçelerimiz oldu; aşkla şevkle okuduğumuz dergileri kolileyip hayatımızın en ücra köşesine attık. Beğenilerimiz değişti, zihnimizin çalışma mantığı alt üst oldu. Evet evet anlatılmaz bir şey bu...

24 yaşıma girmek üzereyim. "Yeniden Büyük Türkiye", 90'lı yılların başında, hayatı kavrayabilecek yaşa geldiğim zaman önüme çıkan ilk slogandı. O zamanlar başında (sanırım) Ulvi Alacakaptan'ın "Lailaheillalah" nidasıyla başlayan "bant tiyatroları" revaçtaydı... Başörtüsüyle okula alınmayan ablaların "açlık grevleri"nde kalabalığın arasına karışır, olup biteni bilgiç tavırlarla kavramaya çalışırdım. Evimize oturmaya gelen amcalar topluca namaz kılarlar ve dünya meselelerini tahlil ederlerdi, Anadolu Lisesinin ilk yıllarında bir dönem okula elimde Abdurrahman Dilipak'ın "Bu Din Benim Dinim Değil" kitabıyla gittiğimi hatırlıyorum. Tarikat sohbetlerinde "adab-ı muaşeret kuralları"na uyarak dizimin üstüne oturur; hayatı, ölümü, dinin sosyal hayattaki yerini yorumlayan nur yüzlü adamları dinlerdim.

Milli Gençlik Vakfı'na, Furkan Kültür Merkezi'ne, Hakyol Vakfı'nın öğrenci lokallerine takılır, "derin felsefi sohbetler"e iştirak ederdim. İslam, Kadın ve Aile, İlim ve Sanat dergilerini okur İhsan Süreyya Sırma'nın "Mekke Dönemi ve İşkence" ve "Medine Dönemi ve Cihad" kitaplarını hatmederdim. Zaten içinde "Cihad" kelimesi geçen her cümle tüylerimi diken diken eder, Afganistan'ı, Filistin'i düşünür, derin bir ah çekerdim. Mesela, hayal meyal "Vahdet" dergisini hatırlıyorum, büyük boy bu derginin tüm sayılarını uzun süre saklamıştık. Kapaklarında mütemadiyen İslam Dünyası'ndan bahsedilir ve coşkulu öyküler anlatılırdı. "Küfür tek millettir", "Afgan dağlarında kar kucak kucak", "Abdullah Azzam'ın şehadeti", "Yahudiler ve Siyonizm" hayal meyal hatırladığım dergi, gazete, kaset cümleleri... Ayetlerle ve hadislerle kurulu bu hayatımız yan komşumuzun hayatından farklı değildi. Üç aşağı beş yukarı herkes, birbirini 'ın selamı ile selamlar, kutsalına, dinine, dininin öğretilerine sahip çıkardı.

Aslında 24 yaş, değişimin bu denli açıkça görülebileceği, -di'li geçmiş zamanlı cümlelerin kurulabileceği bir yaş değil. "Ah ah bizim zamanımızda... " diye başlayan bir cümleyi kuracak kadar yaşlanmadım, o kesin! Ancak ülkemde, çevremde, arkadaşlarımda, kendi yaşantımda, kelimelerimde, beğenilerimde, okuduklarımda, seyrettiklerimde öylesine baş döndürücü değişmeler oldu ki şimdi bunları muhasebe ederken bile ortamın ağır baskısını üzerimde hissediyorum. Yıllarca çok büyük bir "yalan"ı yaşamış olduğum varsayılsa bile (ki öyle oldunu düşünmüyorum, kesinlikle her şeyin bir bereketi vardı; paranın, sevginin, sohbetlerin, dostlukların), şu andaki "gerçek" o denli hızlı girdi ki hayatımıza onun neye benzediğini, bana ne kattığını, benden ne çaldığını muhasebe bile edemedim. (bir nevi "geldi ölümlü yalan gitti ölümsüz gerçek" durumu) Bu anlatılır bir şey mi?

Elbette değil. Ancak şunu açıkça söyleyebilirim ki geçen her gün bizi biraz daha yalnızlığa ve bataklığa sürüklüyor gibi geliyor bana. Her geçen gün bir önceki günün özlemini duyuyorum. Çok bildik bir duygu bu. Ama hiç bu denli acı vermiş midir doğrusu merak ediyorum. Geçmişi özlemle anarken, onu tarif edecek cümleleri bile beynimin "modern filtre"sinde süzüp öyle aktarıyorum size. Geçmişte bize heyecan vermiş herhangi bir cümleyi bile eğip büktükten sonra söylüyorum. Bu aşağılık bir durum olsa gerek.

Bunu defalarca söyledim. Talihsiz bir kuşağın üyelerinden biriyim ben. Etrafımızdaki her şey öylesine hızla değişti ki sapla saman, doğruyla yanlış, küfürle iman, iyi ile kötü birden birbirine karıştı. Kafalarımızın dağınık ortamına bir çeki düzen veremedik. Her ne ise öylesine çullandı ki üzerimize, cevapları keşfetmek bir tarafa, soruları bile soramadık... Birden kendimizi bir zamanlar karşısında olduklarımızın safında bulduk. Küfür saydıklarımız, gerekçelerimiz oldu; aşkla şevkle okuduğumuz dergileri kolileyip hayatımızın en ücra köşesine attık. Beğenilerimiz değişti, zihnimizin çalışma mantığı alt üst oldu. Evet evet anlatılmaz birşey bu...

Televizyonu her açtığımızda üç saniye süren bir tereddüt anından sonra kendimizi "mankenlere, şapşallar için tasarlanmış yarışmalara, uçsuz bucaksız saçmalıklarla dolu haber bültenlerine, tartışma programlarına" bırakıyoruz. Çöplüğe dönen bir beyinle şuursuzca uyuyor, sabah güneş doğduktan sonra yine aynı gündemin içine atıyoruz kendimizi, akıl almaz bir kısır döngü içinde boğuşup duruyoruz. Para kazanmaktan, tuttuğumuz futbol takımının kazanmasından, oynadığımız atın birinci gelmesinden, formunu doldurup gönderdiğimiz yarışma programına katılma hakkı kazanmaktan ve filanca "sanatçı"nın şu an hangi erkekle birlikte olduğunu iyice öğrenmekten başka derdimiz olmuyor.

Artık bizim için bir "dalga konusu" olan birçok şeyi hatırlamak istiyorum. Kur'an okumayı unuttuğumuzu, namuslarımızı korumak hususundaki hassasiyetlerimizi yeniden gözden geçirmemiz gerektiğini, günden güne iğdiş edilen özgürlük alanlarımızı milim milim tekrar geri almak için mücadele etmemiz ve anormalliğin normal olarak bize dayatılmasını bu denli kolay içimize sindirmememiz gerektiğini düşünüyorum.

Nereden başlamalıyız onu da bilmiyorum ki? Ne ile başlamalıyız? Neresini düzelterek hayatımızın, hangi doğruyu aramaya başlayarak? Artık, doğruların "banal", kutsalların "demode" olduğu bir ortamda, dünya siyasetini yorumlarken bile her adımda "paranoyak" olmakla suçlanma tehlikesi taşıyoruz. "Az satan gazetelerimiz" , "televizyonumuzu sadece bizim kanala ayarlamak gibi bağnazlıklarımız" yok artık. Şiir bile, artık bir eğlence konusu oldu bizler için. Şiir yazıyorum demek de, şiir okuyorum demek de bir cesaret işi. Mistisizmden, mimariden, güzel sanatlardan hoşlanmak "prim" yapmıyor artık. Daha ne demeliyim, ızdırabımı nasıl anlatmalıyım daha bilmem ki?

Sonu gelmeyecek bu yazının biliyorum. Sonu gelmez bir serzeniştir bu...

En iyisi; Sezai Karakoç'un "Gün Doğmadan" kitabını rasgele açıp okumak galiba:


Bağdat'tayız
Dönüp duruyoruz yırtıcı kuşlar gibi
Çevresinde bir darağacının
Koparabilir miyiz acaba
Etinden çileli etinden
Döğmeli ciğerinden bir parça
Hallac-ı Mansur'un
Kur'an okuyan yüreğinden
Bir ışık kapabilir miyiz
Eriyen gözlerinden
Bir bakış geçer mi içimizden
Bir taş atarak
Bir gül alabilir miyiz
Elinde biten

Sezai Karakoç- Hızırla Kırk Saat

Aslında 24 yaş, değişimin bu denli açıkça görülebileceği, -di'li geçmiş zamanlı cümlelerin kurulabileceği bir yaş değil.


Maalefes 24 ve civarı yaşlar artık -di'li geçmiş zaman cümleleri ile dolu...
Her zaman söylediğim gibi "ben eskiyi seviyorum" ve sanırım bu en sabit düşüncem olarak kalacak.

Yazarın hayat felsefesini açıkça ifade ettiği kısmı geçersek geride kalan cümleler ah-u figan cümleleri ve sanırım zamanımızın gerçekleri. Üzülüyorum. Zaten Rasülün zamanını özlemle anarken, Osmanlı torunu olmanın mutluluğu değil de acı hüznünü yaşarken; en azından o zamana benzeyen bir zamanda olamadığım için bir kat daha artıyor hüznüm.

Bıraksak globalleşmeyi, değişmeyi, büyümeyi.
Kenetlensek birbirimize. El ele, göğüs, göğüse...
Kurtulsak diğerlerinin uyuşturucu iğnesinden...
Kendimize gelsek; benliğimizi hatırlasak bir an...
Ve, ve yeniden İnsan! olabilmeyi başarsak...
Yeniden Müslüman! olabilmeyi başarsak...
Yeniden Türk! olabilmeyi başarsak...
Atalarımızı utandırmasak...

Ne çok cümlem varmış söylenecek, söyleyemediklerimle beraber :)
Teşekkürler Gök_Sultan kardeşim. Şahane bir paylaşım. Yazanın gönlüne bereket...


Serbest Kürsü

MollaCami.Com