Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


DİN FELSEFE DEĞİLDİR

DİN FELSEFE DEĞİLDİR
İnsanı güzel ahlaka sevk eden din olduğu gibi, ahlakın teme! ve esasini da beyan eden dindir. Bu beyanda felsefî görüşlerin tümü kâfi gelmemektedir. Binaenaleyh ilm-i ahlakın sevk-i idare merkezi akıl, his, lezzet, menfaat, elem ve beşeri kanun değildir. Filhakika dîn beşerî bir sistem değildir; İlâhî bir nizamdır, vahye dayalı bir emrdir. O dînî esasları Allah Teâlâ elçilerine gönderdiği kitablarda beyan etmiştir, Kendisi seçmiş olduğu kâmil ve mümtaz olan peygamberler vasıtasıyla diğer insanlara bildirmiştir.

Cenâb-ı Hakk Teâlâ insanı yaratmıştır. O insanları yaratmış olduğu için dünya ve hayatlarıyla ilgili itikad, ibadet, ahlak, muamele, iyilere mükafat, kötü huylulara cezayı tayin etmekten ibaret dînî esasları beyan etmiştir. Bu beyan muayyen nizam ve intizamlara, seçkin bir kanuna tâbi' tutulmuştur. Doğrusu, Allah Teâlâ hayr ve şerri yarattığı gibi hayrlıları ve şerlileri de yaratmıştır. İnsanlara verdiği iradeden dolayı, hayra mukabil mükafat, şerre mukabil mücâzâtı tayin etmiştir. Sonra peygamberleri göndermekle insanları hayra teşvik etmiş, peygamberler de iyi ahlakla ahlaklanan zevata O'nun vahyetmiş olduğu mükafat ve mücâzâtı bildirmişlerdir. Dahilî ve iç mahkemeye formulas>formulas> “Muhakkak Allah Teâlâ sizi murakabe edicidir." [En-Nisâ' 1] mealindeki hükmünü her ruhta, her kalbde yazmıştır. Bir insan iç mahkemesiyle Azîm olan Allah'ın bu hükmünü tatbik etti mi, kendi nefsi hakkında Allah'ın ahkâmını icra etmiş, O'nun emriyle hareket eder ve mükafatını kazanmış olur. Her mü'minin göğsünde bu ayet hâkim olduğu gibi, her yerde onun ruhundaki müddei umûmî vazifesini gören "...Muhakkak ki Allah Teâlâ sizin göğsünüzü(n içindeki iyi ve kötü his ve niyetleri) bilip durur." [Âl-i İmrân 119 ve diğer] mealindeki ayet-i kerîme de kalbin iç muhasebesinde sabitleşti mi, kendisi gizli ve aşikârede nefsine hâkim ve bekçi olur. Bu inançtan başka beşeri şaşkınlıktan kurtaracak hiçbir imkan yoktur.

Hiçbir dîne tâbi' olmayan bir kimsede güzel ahlak bulunuyorsa, yine menşe’ ve esas itibarıyla daha evvelki zamanlarda herhangi bir peygamber vasıtasıyla o memlekete vaktiyle yerleşmiştir. Binaenaleyh insaf, doğruluk, insan sevgisi, hülâsa herhangi güzel bir cibilliyet hissi bulunursa yine bir peygamberden miras olarak kalmaktadır. Bilhusus Allah Teâlâ'nın varlığına inanan feylesofların ahlaktaki keşif ve tayinleri nerede olursa olsun, yine bir dîne dayanır.

Zaman zaman feylesoflar nübüvvet meselesini -hristiyanlarda olduğu gibi- Ulûhiyet meselesinde dercetmişlerdir, bilahare din konusunu kendi his ve akıllarına uydurmaya çalışmışlardır. Derken nübüvvet meselesi yerinde kendi benliklerini ve şahsî görüşlerini ortaya koymuşlardır. Daha sonra feylesoflar, Ulûhiyet meselesini de ortadan kaldırmak için çalışmışlardır. Ne fayda ki, Ulûhiyetin isbatına vesile olabilecek felsefe, Ulûhiyetin inkarına sirayet etmiştir. Her asırda İslam ulemâsı bu yüzden onları tenkid etmiştir ve çıralarını söndürmüşlerdir. Maatteessüf bazı muasır kimseler, "İslamda felsefe, felsefede İslam" adlarıyla küstahça eser yazmaktadırlar. Halbuki böyleler din ile felsefe arasında fark görmemekten kendileri de felsefeci olmuşlardır. Nerdeyse onlar da nübüvvetin alâmeti olan mucizeyi ve velayetin isbatı olan kerameti ortadan kaldırmak istiyorlar. Felsefenin temeli halkı kendi nefsine feda etmektir; buna misal faizdir. İslamın temeli kendini gayrına feda etmektir; misali, karşılıksız borç vermek, zekat, sadaka, vakıf müesseseleridir.

Her nasılsa nübüvvet meselesini ortadan kaldıranlar, güzel ahlaka bir menşe' bulamamışlardır. Bu eserde felsefeden ahlak kısmı konumuz olduğu için, ancak ahlakın temel ve esasını dîne dayandırmayan felsefecilerden en meşhur olanların görüşlerini nazar-ı itibara alarak ileride tesbit, tahlil ve tenkid edeceğiz. Bundan evvel birkaç düsturu okumamız gerekir ki sonradan tesbit, tahlil ve tenkidlerde zihnimiz şaşırmasın. Zira aşağıdaki düsturları bilmeyen, felsefe ile tasavvuf ve kelam arasında hiçbir fark görmez.

1-İnsan sıhhat, hastalık, keyif ve keder halinde hislerini bir an düşünürse kendisi hakkında din ve diyanetin sevgisinden nefsini alıkoyamaz. Mesela insan iç içe dalarak tek başına oturup kendisini ve bütün zerreleri düşünürse, görür gibi hisseder ki hepsi teker teker ve birlikte muayyen bir cihete celbolunmaktadır. Bunca zerreler gibi insanın umum vicdanı, din denilen İlâhî kanunlara tâbi' ve ona çekilmektedir. Özellikle insanda din arzusu ve iştiyakı doğuşta mevcuddur. Hatta Vilson gibi bir din münkiri bile yazdığı umûmî tarihin baş taraflarında şöyle der: "Benim de küçüklük halimde içimde bir din hissi ve dînin efsânesi vardı. Özellikle tek başıma kaldığım zamanlarda kendimi din hislerinden menedemez oldum. Erginlik çağından sonra biraz daha devam etti. Aklım tekâmül edince o his kayboluverdi." Onun gibi birçok zavallı insanlar, doğuştaki fıtratlarını kaybettiklerinin farkında bile değillerdir. Telkin, çevre, fısk ve şehvetlere dalmak gibi fenalıklar, Vilson gibi birçok insanları fıtratından uzaklaştırıyor. Özellikle tahrife uğramış bâtıl dinlerin telkini, tesiri altında iken aklın tekâmülü halinde insan, fıtratının icabınca o bâtıl dinden nefret eder ve ayrılır; eğer hak din sahibine yani bir dindara rastlamazsa, balığın ağzından çıkar, ahtapot veya timsahın ağzına girer gibi bir bâtıl dinden diğer bir bâtıl dîne girer. Eğer böyleler İslam dînîyle şereflenmedilerse, başı boşluk denizinde boğulur, fark edemez. Nitekim ayeti kerimede bu mesele en üstün izahla beyan olunmaktadır:


"Allah'ın fıtratı (hilkat ve yaratılışı) na (sarılıp, icabını yerine getirin. Öyle fıtrat ki) O, insanları bu (fıtrî olan kabiliyeti)nin üzerine yaratmıştır. Allah'ın yarattığına asla tebdil yoktur. Bu dimdik ayakta duran bir dindir, fakat insanların çoğu bilmezler." [Er-Rûm 30] buyrulmuştur. Yani insanlar, üzerinde yaratılmış olduğu dînî sevgisini ve kabiliyetini cehaletinden dolayı unutur demektir. Binaenaleyh bir insan yaratıldığı fıtrat üzerinde kalırsa islamdan başka din kabul etmez. Amma ve lakin insan kendi hilkatini, yaratılış ve kabiliyetini nerede, ne zaman ve hangi sebebden dolayı kaybettiğini unutuyor. Hele bir müslüman çocuğu, on iki - on dört yaşlarındaki fıtrî imanını düşünürse, kaybettiği sermayesini daha erken bulur. O sermaye ise İslam nimetidir. Şu hadîs-i şerîfin sırrını düşünmek gerekir:


“Şübhesiz her doğan çocuk İslamiyeti kabul edebilecek kabiliyetinde(n ibaret fıtrat üzere) doğar, yaratılır. Sonra anne ve babası onu yahudileştirirler yahud hristiyan yaparlar." Yine bir hadîs-i kudsîde de:


"Her kulumu dimdik, tertemiz yarattım, ancak (insî ve cinnî) şeytanlar onları yoldan çevirirler ve onlara Ben'den başkayı Ban'a eş etmelerini emrederler." buyrulmuştur. Demek güzel ahlak duygusu, lezzet ve his gibi şeylere dayandırılamaz, ancak güzel ahlak, fıtrî bir kabiliyet, ruhanî ve vicdanî bir iştiyaktan çıkan ruhun ulvî kemâliyetleridir. İşte fıtrat ve ruhun kabiliyeti İslama aşık iken, bu gurbet diyarına gelince aslî vatanını unutur; nefs ona Hâlık'ı unutturur, dünyayı sevdirir. Düşün!.. Kendini dinle... Cidden dinlersen bulursun sen seni.

2-Umum fazilet ve bütün güzelliklerin esası yukarıda anlaşıldığı gibi dindir. Din olmayınca güzel ahlak da bulunamaz. Güzel ahlaktan mahrum, dünya ve ahirette saadete kavuşamaz. Eğer dünyada hâkimiyeti elde etse de, fena ahlaktan dolayı er geç hâkimiyetini kaybeder. Eğer tarihe göz gezdirirsek, Yunanlılar gibi bir çok milletin fena ahlak yüzünden perişan olduklarını görürüz. Amma büyük bir araştırmaya ihtiyaç vardır. Demek, güzel ahlak hâkimiyetle semerelenir. Nitekim


"Gerçek sizden evvel birçok vakıalar, şeriat (ve peygamberlerin bildirdikleri kanun)ler gelip geçmiştir. Onun için yeryüzünde gezin, dolaşın da (kazın, araştırın, bakın, peygamberleri) yalancı sayanların akıbetleri nice oldu, görün." [Âl-i İmrân 137] mealindeki ayet-i kerîmeye ilmî bir gözle bakılırsa birçok kavmin ahlaksızlıklarından dolayı helak oldukları bulunacaktır. Demek insanları zulümden, yalandan alıkoyan akıl da değildir. Çünkü birçok yerlerde İlâhî vahiyle şereflenen peygamberlerin bildirisi olmazsa akıl tek başına dînî hakîkatleri tahlil edemez. Eğer akıl, dînin tahliline kâfi gelseydi, fen ve sanatta tekâmül eden insanlar dinde de tekâmül edeceklerdi. Eğer islam dîninde tekâmül eden güzel ahlaklı müslüman milletin hâkimiyetini nazar-ı itibara alırsak İslam dîninin insana verdiği şeref ve haysiyeti idrak ederiz. Araştırın, toprak altında kalan dünya servetini bulun, amma ilmî araştırmayla. Bu araştırma, İslâmî bir araştırma olmalıdır. İstersen Custeu gibi deniz altında gez. Ya intihar ile kendini yok edersin, ya da iftiharla İslamiyeti kabul edersin.

3-Güzel ahlakın menşei ve sevk-i idare merkezi vicdan da değildir. Zira gazab, şehvet, hırs ve hased, hatta sanattaki şöhret arzusu birçok fıtrî vicdanları yıkmıştır ve bir sürü feylesofları intihara götürmüştür. Eğer insanın kalbinde Allah korkusu, İslama teslimiyet, Allah'a ve kula karşı samimiyet olmazsa, vicdanlıyım diye iddia eden bir mütefekkir, cemiyeti kendi nefsine feda eder. Fakat dindarın vicdanı Allah Teâlâ'nın azametinden korkarak tüm varlığını cemiyete, millete, vatan ve devlete feda eder. Bununla ancak insan, gazilik ve şehidlik mertebesini kazanabilir. İslam dîninin tasfiye ettiği vicdan evhamdan, hayal ve putperestlikten temizlenir. Canlı misal şudur: Hazreti Ömer cahiliyye devrinin âdetinden kızını dipdiri olarak gömmüştür. İşte İslamla şereflenmeden evvelki vicdanı bu idi. Amma aynı ruh, aynı beden Peygamber'in güneş gibi nübüvvet ve risâletinden feyz alınca ölünceye kadar olayı hatırladıkça ağlar, "Ben miydim kızımı gömen." derdi, ikinci halîfe olduğu zamanlarda da, kendisi emîr-ul-mü'minîn olduğu halde un çuvalını sırtında taşıyarak, fakir ve yetimlerin kapısına kadar götürür, arkadaşlarına: "Bana yükleyin, bana yükleyin." diye ısrar ederek köle ve hizmetçilerine bile çuvalı yüklemez; hatta Kuds-i Şerîf'e gelişinde kölesini deveye bindirir, makam, şöhret, riyaset ve gururunu ayağının altında çiğneyerek devenin dizginini çeker; kölesi feryad ederken kendisi: "Kardeşim, binmek nöbeti sendedir." derdi. İşte, din ile tasfiye edilmiş olan vicdan budur. Öyle ise adaleti icra eden vicdan değil, dindir. Deriz ki, kanun ve hükümler yüktür; o yükü taşıyan vicdan deve gibidir; deveci ise dindir. Binaenaleyh akıl ve vicdan güzel ahlaka temel olamaz.

4-İnsanı güzel ahlaka sahib kılan dünya ve ahiret saadetine kavuşturan vaz'î kanunlar da değildir. Zira vaz'î kanunlar suç işlenmesin diyemez, suç görülmesin der. Birçok hafif suçlara ağır ceza tayin ettiği halde, birçok güzel ahlaka mukabil en ufak bir mükafatı tayin edemez. Bununla beraber hiçbir kanun insanı güzel ahlakın icrasına icbar edemez. Herkesçe malumdur ki, âdilâne, hakîmâne bir surette memleketin asayişine tayin olan kanunlar icra olunursa, icra olunan memlekette refah ve saadeti meydana getirebilir, fakat hangi bir kuvvet sahibi başa gelirse, muhalifleri hakkında yeni bir kanun çıkarmakla bir çok masumları mahkum eder, kendisine taraftar canileri serbest bırakır. Binaenaleyh bu da ahlakın menşei ve sevk-i idare merkezi olamaz. Her halde İslam dîni tam bunun aksindedir. Mesela İslam hâkimiyetinde islam hukuku hiçbir zaman gayrı müslimleri müslüman olmaya icbar etmemiştir. İstersen, Fâtih İstanbul'u fethettikten sonra hristiyanlara yaptığı muamele hakkındaki tarihi oku, Asrı Saadeti de oku.

Bâtıl din mensubları bilâ istisna, felsefe ve ahlakın bidayetini, tarifini, menşe' ve merkez cihetini tayin etmekten aciz kalmışlardır. Kanun çıkaranlar bile birçok yerlerde, çıkarttıkları kanunî yasaklarını irtikâb etmişlerdir; ve hiçbir vicdan azabı duymazlar. Rüşvet yiyen hâkim buna misaldir. Kendisi işlerken vicdan azabı duymadığı halde başkasının hakkında o kanunu icra ederken de vicdan azabı duymazlar. Doğrusu bu mesele kâbil-i kıyas değildir.

Müslüman bir hâkim, Kadı Şureyh gibi bir zât, deveye binerken bastonu elinden düşer; vatandaştan birisi ona hürmeten bastonunu alır, eline verir; derhal hâkim cebinden bir dirhem çıkarıp eline verir. Bastonu eline veren imtina ettiyse de o ısrarla bir dirhemi ona temlik eder; "Olur ki birgün mahkemeye düşersen senin bu iyiliğin aklıma gelir de ben de Allah'ın hükmünü değiştirmiş olabilirim." der. Adam: "Ben buralı değilim." demesine rağmen hâkim şiddetle redderek: "Ya ben senin memleketine tayin olsam, ne dersin?" demiş ve bir dirhemi ona vermiştir.

Doğrusu her mü'minin dimağında ve kalbinde şu iki madde yazılıdır:

a- “Her hikmetin başı Allah korkusudur.” mealindeki hadîs-i şerîf veya kelâm-ı kibar, amelî hikmet ve ilmî hikmetin başının Allah korkusu olduğunu beyan etmiştir.

b- “Sen Allah’tan hayâ etmediğin takdirde, istediğini yap." mealindeki hadîs-i şerîî, haya ve vakarı mü'minin kalbinde yerleştirir ve ona her kötülüğü terk ettirir, her iyiliği yaptırır. Demek ki mü'min Allah'tan korktuğu için Azameti'nden utanır ve utandığı için de kendi nefsi hakkında dînin icablarını icra eder.

Bu vicdana sahib olmayan ve peygamber yolundan ayrılan insan ise kendi neva ve hevesini istek ve arzularını maksad edinir; artık onun taptığı şey neva ve hevesidir. Heva ve heves onu puta, taşa taptırmazsa kendi kendine taptırır. Böyle bir çukura düşen insanın hak ve hakikati kabul etmesi de zorlaşır. Nitekim böylelerinin hâli şu ayet-i kerîmede beyan olunmuştur:


"Gördün mü o hevâ(ve heve)sını tanrı edinen kimseyi? (Habîbim) Şimdi onun üzerine Sen mi koruyucu olacaksın." [El-Furkan 43] buyrulmuştur.


KAYNAK: DİLARA YAYINLARI.... MUFASSAL MEDENÎ AHLÂK

günümüzde okunması gereken ve bilgi sahibi olunması gereken bir konuya değinmişsiniz. paylaşımınız için teşekkür ederiz.


Hayatın İçinden İslam

MollaCami.Com