Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Balkon Çayı

Evyenin üzerindeki son yemek kaşığını bulaşık makinesine yerleştirirken mırıldandı: “Bu defa razı edeceğim.” İyi ama nasıl? Aylardır uğraştığı hâlde halim selim eşi yanaşmıyordu bu işe. Ne yapmalı, ne etmeliydi de…

— Kolay gelsin hatuncuğum! Ne mırıldanıyorsun öyle kendi kendine?

— Hih! Sen miydin? Hiiç… Dalmışım öyle işte… (Bana “Hatuncuğum!” dedi. Keyfi yerinde demek ki.) Dur, şansımı bir daha deneyeyim…

— Benim tabii! İlahi. Yaz günü, gecenin on birinde, çocuklar yatmış, komşuların bile büyük kısmı âlem-i menâmda. Kim olacak, benim elbet. Haaa! Ama benim cennet hatunu olmaya namzet hayat arkadaşımın meleklerden dostları var da onlarla konuşuyorsa bilemem…

— Aman Rasim Beeey… Yapma Allah aşkına. Ben kim, meleklerden arkadaşı olmak kim. Ama ne yalan söyleyeyim, şu güzel sözlerin bütün yorgunluğumu bir solukta aldı götürdü. Bu iltifatın rüzgârıyla sana şöyle okkalı bir orta şeker yapıvereyim. Hem de konuşmak istediğim bir mevzu vardı. Şöyle karşılıklı oturup telvelerin dibini getirirken dertleşiriz de bir yandan. Olur mu, ne dersin?

— Tabii, neden olmasın. Benim fedakâr, cefakâr karım ister de ben hayır mı derim?

Ocaktaki cezveyi karıştırdı. Arkasını dönmeden:

— Ooooo! Bu ne iltifat sağanağı böyle? Vallahi kendimi cidden bi şey zannedeceğim. Anlaşılan bu gidişin her zamankinden daha uzun sürecek. Böyle yumuşacık sözler falan… Sağ yanına döndü. Köpüğü bir parmak kahveleri fincana boşalttı.

Rasim Bey gönüllendi:

— Eh, aşk olsun hanım. Oldu mu şimdi? Ben senin ne kadar fedakâr olduğunu her zaman söylemez miyim?

Fincanı eşine ikram etti. Sevildiğinin teyidini bir defa daha almanın mutluluğuyla kocaman gülümsedi:

— Tamam, tamam. Gücenme hemen. Doğru, söylüyorsun. Ama ne bileyim işte, biraz takılayım istedim. (Hazır iyice yumuşamışken gireyim lafa.) Neyse, asıl meramıma geleyim ben. Ha! Bu arada kahveyi balkonda içsek?

—Hanım, yapma Allah aşkına! (Parladı birden.) Kaç kere konuşmadık mı bu meseleyi? Ne işimiz var balkonda gecenin bir vakti? Bak… Dudaklarını düşürme hemen öyle. (Yelkenlerini indiriverdi. Kıyamazdı ona. Yüzüne hüznün ufacık gölgesi düşsün istemezdi. Sesini yumuşattı.) Evimizin rahatlığında, şöyle sohbet ederek içsek kahvelerimizi, hâlleşsek olmaz mı? Yani mübarek, nedir şu beş altı aydır ısrarının sebebi bilmiyorum ki?

Dargın bir hüpletim aldı kahvesinden:

— Haklısın, bilmiyorsun. Bilmiyorsun…

— Eh, söyle de bileyim?

İnfial içinde fısıldadı:

— Beni tanırsın. Şimdiye kadar gereksiz bir şey için ısrar ettiğimi gördün mü hiç?

Şaşırdı:

— Dur hanım, celâllenme öyle gözünü seveyim.

— Ne celâllenmesi bey? Gücenikliğimi hissetmemene, minicik bir ricamı çok görmene gocundum, o kadar. Bak, kendin söyledin. Aylardır “Çayı balkonda içelim.” diyorum, beni geri çeviriyorsun. Allah aşkına çok şey mi istiyorum, söyle?

Bulutlar aylardır taşıdığı yükü artık daha fazla taşıyamadı. Rasim Bey şaşkınlık, pişmanlık, anlayamama, endişe kıskacında:

— Yaaa, dur bi dakka. Ağlama öyle. Elim ayağım dolaştı. Sen çok güçlü ve özel bir insansın. Rabbimden bana bir lütufsun. Bir damla gözyaşına dayanamam. Ama? Yani, bu meseleye neden bu kadar takıldın? Anlayamıyorum? Haydi, sil gözlerini şu peçeteyle de…

Peçeteyi almadı. Darılmıştı. Gözlerini sağ elinin tersiyle sildi:

— Efendi ben senden şu on beş senelik can yoldaşlığında seni zorlayacak, sıkıntıya sokacak ne istedim söyler misin?

— Eeee, şeyyy! Allah razı olsun! Bu konuda hakkını ödemem imkânsız? (Bana “Efendi” dediğine göre, galiba büyük bir çam devirdim. Hadi hayırlısı… Ahh Rasim, ah Rasim! Sana ne diyeyim! Kristal dükkânına girmiş fincancı katırına rahmet okutan şu hâllerini ne zaman terk edeceksin! Can suyu bir sohbet varken can dostunla, bir çuval inciri berbat ettin. Hadi bakalım, ayıkla pirincin taşını…) İşte… Şeyyy! Ya hanım kusuruma bakma ne olur. Değme kadınların senin eline su dökemeyeceklerinin farkındayım. Allah için, dediğin gibisin. Hemcinslerin içinde bahtıma düşen bir meleksin… İşte onun için çayı balkonda içip içememenin aramızda niye bu kadar mesele olduğuna akıl erdiremiyorum ya?

Derin bir iç çekti. Boğazını temizledi. Yanağında kalan gözyaşlarını özensizce siliverdi:

— Biz bu apartmana taşınalı tam üç sene iki ay, sekiz gün oldu. Buradaki komşuların nasıl insanlar olduklarını diğer gelişlerinde biraz anlatmıştım sana. Nerede Mercan Mahallesi’ndeki kötü gün dostlarım, nerede bu ayıp araştırıcılar. Şimdi bana kızacaksın biliyorum, “Kahvenin yanında et iyi gitmez hanım!” diyeceksin belki de. Durumu şerh etmek için son sözümü bekle. Bu hatunlar özellikle alt komşu Fikriye Hanım’la çapraz komşu Zeynep Hanım taşındığımızdan beri -ne hikmettir anlamadım- bana taktılar kafayı. Çok dedikoduları, can inciten sözleri geldi kulağıma, yuttum. Ama şu son beş altı aydır yaptıkları, ettikleri tak ettirdi canıma, bittim…

Aceleci bir şaşkınlık:

— Ne yaptılar Hatun? Çabuk söyle Allah aşkına! Zaten seni üç emanetle bırakıp bırakıp gitmek zorunda olmanın ezikliğini, endişesini taşıyorum senelerdir. Bir de başınıza bir şey geldiyseeee!

— Dur, sakin ol. Öyle değil. Bir şeyimiz yok çok şükür. Yaptıkları sözle can tüketme eziyeti. Güya ben zavallı bir dulmuşum. Yalnız başımaymışım. Kimsesizmişim. Bir kocam olsa eve gelmez miymiş? Yaz -kış bir defa olsun ortalarda görünmez miymiş? Hiç olmazsa yaz günü, bir kere bile olsa, balkonda çay şıkırdattığını birileri olsun duymaz mıymış? Mış, mış, mış… Altı aydır yaz gelmesini ve seninle bir sefer olsun balkonda çay içmeyi bekledim Rasim Bey. Ta ki seni görsünler, benim de bir eşim, can yoldaşım olduğunu, desteksiz olmadığımı bilsinler.

— …!

— Bakma bana öyle, ne olursun… Benim can yongam, eşim, beyim; hiçbir ölçüye gelmeyecek bir mücevher. Biliyorum. (Sesini alçalttı.) Dünyada huri muamelesi görüyorum. Evim de cennet köşelerinden bir köşe. Eşimin tasası büyük. İman kurtarmak… Kendi can parçaları için nasıl koşturuyorsa, başkalarının hiç tanımadığı evlâtları için de ömür tüketmekte, saç ağartmakta. (Ağlıyordu.) Can yoldaşım, ecrini ancak Kaderin Sahibi’nin bildiği hayır yarışında… Bunların hepsini biliyorum Rasim Bey… Lakin ne yapayım işte, insanım nihayetinde. Aylardır sürdürülen, damarıma dokunan bu kıskançlıklara, hoyratça hakaretlere, aşağılamalara dayanamıyorum artık. İncindim, yoruldum. Anla beni ne olur… (Kendini iyice koyvermiş, hüngür hüngür ağlıyordu.)

Evin reisi donakalmıştı… Bir müddet ölüm sessizliği hâkim oldu mutfağa.

Kalktı. Gitti eşinin sandalyesinin önünde diz çöktü. Ellerini iki avucunun içine aldı. Sıkıca tuttu. Sonra sağ eliyle eşinin gözyaşlarını sildi kendi gözyaşlarını ondan saklamaya gerek duymadan. Ve eğildi alnına bir minnet busesi bıraktı. Dili, hislerini ifade etmekte yayan yapıldaktı. Bir şey söyleyecekti, vazgeçti. Sandalyesini aldı, balkona çıktı. Oradan mutfağa seslendi:

— Hanım, şu tavşankanı çayından yap da içelim…



Ümmühan Yapar

Çok güzel bir hikaye,
Teşekkürler. Eşini eşe dosta göstermeli demekki arada .....
Hep zan.. ne yazik ki.


Hikayeler

MollaCami.Com