Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Kürt sorununa islâmî çözüm : Raşidî hilafet devleti’nin kurulmasıdır


بســـــــم الله الرمن الرحيـــــم

KÜRT SORUNUNA
VE
BÖLÜCÜLÜK-BÖLÜNMÜŞLÜK SORUNUNA


[SIZE=6]İSLÂMÎ ÇÖZÜM :


BÜTÜN MÜSLÜMANLARI
ALLAH’IN İNDİRDİKLERİ İLE YÖNETEREK
İSLAM KİMLİĞİNDE
İSLAMİ HAYATTA VE KARDEŞLİKTE
KELİME-İ TEVHİD BAYRAĞI ALTINDA
BİRLEŞTİRECEK OLAN


RAŞİDÎ HİLAFET DEVLETİ’NİN KURULMASIDIR


1-Giriş

Son günlerde Türk kamuoyunda ve dünya kamuoyunda Kürt Sorunu diye bir sorun yoğun bir şekilde yer almaya başladı. Bu yazımızda bu sorunu; Kürt Sorununun Tanımı, Tarihi Gelişim Süreci, Tespit ve Çözüm Önerisi, Çözüm İçin Somut Adım Önerileri başlıkları altında irdelemeye çalışacağız.

2-Kürt Sorunu Nedir?
Kürt Sorununun ne olduğunun tespitine, ne olmadığının tespitinden başlayalım.
Kürt Sorunu;
-Sadece bölgenin ekonomik yönden geri kalmışlık sorunu değildir.
-Sadece kültürel kimlik sorunu da değildir.
-Sadece bir terör sorunu da değildir.
Zira bütün bunlar sorunun neticelerindendirler.
Bugün artık Kürt Sorunu, Güneydoğu Anadolu, Kuzey Irak’ta ve Kuzey Suriye’de, İran’ın Doğusunda yaşayan insanların milli-national-ulusal kimliklerini yani bir Kürt milleti olduklarını tanıyıp onlara demokrasinin gereği "self determination" (kendi geleceğini tayin) yani “egemenlik” hakkını vermektir, başka bir deyimle bir Kürt Devleti kurmak sorunudur. Takriben 25-30 milyon Kürdün yaşadığı bölgede bu anlamda bir Kürt sorununun çıkmış olmasının elbette bir çok etkenleri ve arka planı vardır. Kürt sorununun arka planında öncelikle Demokrasi Sorunu , Türk sorunu ve Arap sorunu vardır.!..

3-Tarihi Gelişim Süreci

- Türkiye Cumhuriyeti Devleti Öncesi
16. yüzyılın sonuna kadar Avrupa devletlerinin bir “Şark / Doğu Meselesi / sorunu” vardı. Bu mesele, İslâm Devleti olan Osmanlı Devleti’ne karşı nasıl ayakta durabiliriz şeklinde idi. 17.nci yüzyılın ortalarından sonra "Şark Meselesi" İslâm Devleti’ne karşı birlik oluşturma çabalarına dönüştü. 18.nci yüzyılda İslâm Devleti’nin açıklarını arama maksadı ile İslâm aleminin dini, dili, kültürel ve etnik yapısını incelemeye yönelik çalışmalara dönüştü.
1789 Fransız ihtilalinden sonra ekonomik ve teknolojik yönden güç kazanan Avrupa devletleri için yeni yeni hammadde ve pazar alanları gerekli oldu. Yani Fransız ihtilali ile ortaya çıkan kapitalizm ideolojisinin yayılma metodu gereği yeni yeni sömürü alanları keşfetmek ihtiyacı ortaya çıktı. Bu bağlamda İslâm Devleti ve hakim olduğu coğrafya alanı onların iştahını kabartmaktaydı. Onlar İslâm alemine bu azgın bakışlarla bakarken İslâm Devleti ve ümmeti İslâm’ı anlamak ve tatbik etmekte gösterdiği zafiyet neticesinde kendisinde var olan ekonomik, askeri, teknolojik ve siyasi üstünlüğünü yavaş yavaş kaybetme sürecine girmişti. İşte bu sürecin hızlandığı 19.Yüzyıldan itibaren Avrupa devletleri Osmanlı Devleti’ne “Hasta Adam” gözü ile bakmaya başladılar ve "Şark Meselesi" artık İslâm Devleti’ni nasıl yıkıp ülkesini nasıl parçalar ve paylaşırız şekline dönüştü.
Bu dönemde Fransız ihtilaliyle birlikte kapitalizm ideolojisinin hayata geçmesi beraberinde laiklik, demokrasi, self determination (milletlerin kendi geleceklerini tayin hakkı), hürriyet, milli kimlik (nationalizm-milliyetçilik-ulusalcılık), gibi fikirler çağdaşlaşma adı altında popüler kılındı. Kapitalist devletler sömürü emellerine; bu fikirleri etrafa modernlik-çağdaşlık, ilericilik, evrensel değerler gibi ambalajlarla yaymakla ulaşmaya çalışıyorlardı. Çünkü bu fikirlerin özünde ifsat edicilik, fitne ve bölücülük vardı. İşte bu bağlamda İslâm alemine de bu fasit fikirlerini yaymanın yollarını arıyorlardı. Bilhassa nationalizm yani milliyetçilik ve milli devlet yada ulus devlet anlayışı, İslâm akidesi gereği ümmet anlayışı etrafında bütünleşmiş İslâm alemini “böl- parçala- hakim ol” ilkesi doğrultusunda bölmek parçalamak için kullanılmak istenmiştir. Misyonerlik, oryantalizm-şarkiyatçılık yani doğu dilleri ve kültürlerini araştırma, antropoloji, arkeoloji, sosyoloji gibi bazı bilimsel kisvelerle İslâm alemi içinde bu milliyetçilik faaliyetlerine yoğunluk vermişlerdi.
Sömürgeci Batı devletleri İslâm aleminde bu emellerine ulaşmak kastı ile milliyetçilik fikirlerini öncelikle İslâm alemindeki Müslüman olmayan zümreler vasıtası ile yaymaya çalışmışlardı. Araplar içinde Marunileri, Türkler arasında Dönmeleri-Yahudileri, Ermenileri, Rumları ve Şamanistleri kullanmışlardı. Kürtler arasında da Yezidileri, Zerdüşleri, Süryanileri ve dönme Yahudileri kullanmışlardı. Ayrıca Batı’da Üniversitelerde Türkoloji, Kürtoloji, Arabioloji gibi bölümler açıp güya bilimsel çalışmalar yapmışlar ve buralarda toplanan bilgiler bilimsel verilermiş gibi İslâm alemine o Müslüman olmayan odaklar vasıtası ile taşınmak istenmişti.
Bu gayretler Müslüman halklarda taban bulmayınca daha sonra bu küfür fesat fikirlerine İslâmi kılıflar geçirmeye yani hak ile batılı karıştırmaya yönelmişlerdi. Türk-İslâm, Arap-İslâm, Kürt-İslâm gibi sentezlerle bu iğrenç küfür, fesat-fitne hapı müslümanlara içirilmişti. Bir taraftan İslâmi anlayış zafiyeti artarken İslâm ümmetinin hayat iksiri olan İslâm’ı tatbikdeki zaafın artması ile birlikte bünyesine enjekte edilen bu yıkıcı ifsat edici virus etkisini gösterip ümmetin vücudunda kansorejen urların çıkmasına sebep olmuştur. Yani Jöntürkler, İT Partisi (İttihat Terakki Partisi), Arap Gençleri Cemiyeti, Arap Devrimi gibi teşkilatlar oluşmuştur. Çoğu dönmelerden ve diğer gayri müslim unsurlardan oluşan Batı hayranı ve işbirlikci İT Partili hainler 1908’de Halife II. Abdulhamid’i devirerek yönetime gelip Türkçü (!) tavırlar ve politikalar sergileyince, Türkçülük ve Arapçılığın taban bulmasında büyük rol almışlardı. Nihayet o hainlerin eliyle Osmanlı Devleti basiretsiz ve beceriksiz politikalar neticesinde girdiği I.Dünya Savaşı’ndan yenik çıkarak parçalanma sürecine girmişti. Sevr Anlaşması (10 Ağustos 1920) ile Osmanlı toprakları parçalanıp sömürgeci Batılı devletler arasında paylaşılmıştı. Bu paylaşmanın haritası dahi çizilmişti. Bu haritaya göre anlaşmanın 62-64. Maddelerinde geçtiği gibi Güneydoğu Anadolu’da bir Batılı devletin himayesinde bir Kürt Devleti de öngörülmüştü. Ancak ortada Kürt Devleti isteyen ne bir delege ne de bir halk vardı. Onun için sömürgeci Batılı devletler o zaman Kürt Devleti kurmaya muvaffak olamamışlardı.
Başta İngiltere, Fransa ve İtalya olmak üzere Batılı sömürgeci devletlerin Sevr Anlaşması’yla öngördükleri Kürt Devleti’ni o zamanlarda kuramayışlarının sebebi, o bölgede yaşayan Kürtlerde “Kürtlük kimliği” ve “Kürt Devleti” isteğinin olmayışı idi. Yani millet-ulus ve milli-ulusal devlet anlayışı ve kimliği o bölgedeki halka mal olmamıştı. Zaman zaman bazı Türk aşiretlerinin yaptığı gibi bazı Kürt aşiretler de Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanmış iseler de bu ayaklanmalar milli kimlik ileri sürerek değil de ya yönetimden gördükleri bir zulme karşı olmuştur ya da yönetimden bir maslahat elde etmek için olmuştur. Kürtçülük için ya da Kürt Devleti isteği ile değil. Hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki isyanlar dahi Kürtçülük esasına binaen değildi. Bazı Kürtçüler, Türkçüler ve Cumhuriyetçiler bu isyanları Kürt kimliği ile yapılan isyanlar olarak gösterme gayretinde olsalar da bu doğru değildir. Sömürgeci Batılı devletlerinin bunca yoğun gayretlerine rağmen bölge insanında o dönemlerde ulusal-milli kimlik ve bilinci oluşmamıştı.

- Cumhuriyet Dönemi
29 Ekim 1923’de Türkiye Cumhuriyeti Devleti milli-ulusal ve laik bir esas üzerine kurulduktan sonra artık topluma laik-milli- ulusal kimlik tepeden aşağıya doğru zorla benimsetilmeye çalışılmıştır. Jakoben yöntemlerle, dayatmalarla toplum; İslâmi kimlikten ve bilinçten uzaklaşıp Batıdan ithal edilen laik milli-ulusal kimliği ve bilinci benimsemeye zorlanmıştır. Bu amaç uğruna binlerce kişi katledilmiş ve zulme maruz bırakılmıştır. Bu coğrafyada yaşayan herkese “Türk” denilmiş ve her yere “ne mutlu Türküm diyene” sloganı yazılmıştır. Doğuda yaşayan Kürtler, Türkçe bilmezlerken onlara zorla “ne mutlu Türküm diyene” dedirtilmek, “Türküm doğruyum…” andı söylettirilmek istenmiş diyemeyenler kırbaçlanmış, aşağılanmış, hapse atılmış, zulme maruz bırakılmıştır.
Kendisine “Türk ulusu” denilen yeni bir “ulus yaratmak (!) projesi” gereği “cumhuriyet devrimleri ve devrim kanunları” denilen yıkım operasyonlardan birisi olan “soyadı kanununun” uygulanması kapsamında “Türkiye” denilen coğrafyada yaşıyan insanlara içerisinde “türk” kelimesi geçen birçok soyadları ilk zamanlar devlet terörü ile verilmiştir. Özellikle aslen türk olmayan insanlara daha çok “türk”ü bol soyadları verilmiştir. Bundan güdülen birinci maksad; aslen Türk ve müslüman olmadıkları halde “türküm” “müslümanım” diyen dönme yahudileri kamufla etmektir, ikinci maksad ise; toplumun iki ana unsuru olan Türkleri ve Kürtleri “yaratmayı (!) planladıkları Türk ulusuna” asimile etmektir. “Ahmet Türk”, “Öztürk”, “Türkoğlu” gibi soyadlarının özellikle daha çok Kürtlere verilmiş olması elbetteki rastlantı değildir.!.
Laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti bölge insanını yani Kürtleri hep böylesi uygulamalar ile horlayıp, aşağılayıp zulüm yapmıştır, hizmet götürmemiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında vukuu bulan Şeyh Said isyanı gibi meşru isyanların çoğunlukla bu bölgeden olması, laik cumhuriyetçileri bölge insanlarına potansiyel düşman ve tehlike olarak bakmalarına sevketmiştir. Dersim katliamı gibi katliamlar ile bölge halkı sindirilmek istenmiştir.
Batıdan ithal edilen ulus-devlet kimlikli laik cumhuriyet sisteminin ve yöneticilerinin 50 yılı aşkın bir zamandır o bölge halkına yönelik sergiledikleri o sadist, şovenist, jakoben yöntemleri bölge halkında tepkisel olarak kulaklarına fısıldanılan Kürt kimliğine yönelme eğilimi doğurmuştur. Nitekim Abdullah Öcalan önderliğinde 1976’da Kürdistan Devrimcileri adlı küçük bir örgüt kurulduğunda halk zemini böylesi faaliyetlere kucak açmaya müsait hale gelmişti. Bu küçük grup daha sonra 1978’de partisel örgütlenmeye gidip PKK (Partiye Karkeran Kürdistan) “Kürdistan İşçi Partisi”ni kurmuştur. 1979’da PKK silahlı eyleme geçiyor ve bir milletvekiline silahlı saldırı yaparak ismini duyuruyor. Daha sonra da 15 Ağustos 1984’de geniş çaplı terör eylemlerini bilfiil başlatmış oluyordu.
Son 30 yıldır bölücü terör örgütü PKK ile mücadele neticesinde T.C. resmi makamlarınca zaman zaman 40 Binden fazla kişinin öldüğü ve bu süreçteki terörle mücadelenin T.C.’ye maliyetinin 300 milyar Doları geçtiği belirtilmektedir. Bu fiilen bir savaşın varlığını gösteren rakamlardır. Böylesi uzun soluklu bir savaş, halk desteği olmadan sürdürülemez. Bu ise; PKK’nın bölge insanından büyük ölçüde destek aldığını gösterir. Zira bir silahlı örgüt dışarıdan ne kadar ekonomik, lojistik siyasi destek alırsa alsın halk tabanından destek görmedikçe böylesi bir potansiyele asla erişemez.
PKK’nın bölge insanından büyük ölçüde destek kazanması onun başarısı değil, T.C. Devleti’nin yukarıda zikredilen o çağdaş tağuti cahiliyye anlayışla sürdürdüğü politikanın eseridir. Halk, o tazyikten kurtuluş yolu ararken serseri de olsa Apo’yu, bir terör örgütü de olsa PKK’yı önünde bulunca denize düşen yılana sarılır hesabı çaresizce onlara sahiplendi. PKK’ya ABD’nin, İsrail’in, Avrupa devletlerinin ve bölgedeki işbirlikçisi devletlerin ve T.C. Devleti içindeki bazı çıkarcı zümrelerin yardımı, onun işini kolaylaştırmıştır.
İşte laik-milli-ulusal kimlikli T.C. Devleti’nin o malum uygulamalarının ve politikalarının oluşturduğu bu ortamda PKK’nın faaliyetleri ile bugünkü anlamda Kürt Sorunu ortaya çıkmıştır. Her ne kadar başka devletler kendi çıkarları doğrultusunda bu sorunla ilgileniyor, müdahale ediyor ve istismar etmek istiyor yada istismar ediyor olsalar da sorunun müsebbibini sadece dışarıda aramak; ya kafayı kuma gömerek bakanların işidir yada hedef saptırmaktan başka bir şey değildir.

4- Tespit ve Çözüm
Kürt Sorununun ne olduğu ve bugünkü boyuta gelmiş olmasının asıl sebebi yukarıdaki izahlardan da tespit edildi. Asıl müsebbip, laik Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir. Çünkü Kürt Sorununun aslı, Kürtlere milli-ulusal kimlik kazandırıp bir milli-ulusal devlet kurulmasıdır. Terör ise onun neticesidir.
Laik cumhuriyetçiler kendileri bu coğrafyada yaşayan insanları ümmet çatısı altında asırlarca birlik ve beraberlikle kardeş yapan İslâm kimliğine savaş açtılar. Bu birliğin hayata geçmesini sağlayan İslam Şeriatını kaldırıp Hilâfet’i yıktılar. İslam kimliğini horladılar. Gericilik, irtica, aşırı dincilik diyerek karalamaya çalıştılar. Ve onu birinci derecede düşman ilan edip topyekün savaşa giriştiler. İslâmi hayatın tekrar başlamasına ve onun Şeri yolu olan Hilâfet’in tekrar kurulmasına karşı binbir türlü üsluplarla direnmeye çalışmaktadırlar.
Diğer taraftan bu zümre; çağdaşlaşma, batılılaşma naraları atarak Batı dünya görüşü çağdaş cahiliyye anlayışlarını, fikirlerini, kavramlarını benimseyip topluma da zorla benimsetmeye çalıştılar. Sonunda toplumu ve ülkeyi böyle bölünme ve düşman kamplara ayrılma noktasına getirdiler. Nitekim 90 yılda Türkiye gibi küçük bir coğrafya parçasında bugün itibariyle 75 milyon insanı bütünleştirememiş bilakis bugünkü boyutuyla Kürt Sorununun müsebbibi olmuşlardır.
O halde çözüme buradan başlamalı. Bu fitnenin, fesadın, bölücülüğün, düşmanlığın baş sebebi ortadan kaldırılmalıdır. O da Laik Türkiye Cumhuriyeti sistemidir. Bu sistem hayatı kokuşturmuştur. Ülkeyi ve toplumu bu ateş çukurunun kenarına getirmiştir. Zira T.C.Devleti bünyesinde bölücülük virüsünü taşımaktadır.!.
Çözüm, Kürt Sorununu kendi süfli sömürü emellerine alet olarak kullanmak isteyen ABD’ye ya da başka bir Avrupa devletine ya da bölgedeki Suriye gibi kukla devletlere yada İran’a yada PKK’ya ve Barzani’ye kızıp bağırarak duygu deşarjı yapmak değildir
Çözüm, ABD ya da Avrupa mallarına boykot ilan etmek değildir. Mutfaktan buzdolabını atmak, ayakkabısını yakmak değildir. Eğer bir şey atılacak ve yakılacak ise o da Avrupa’dan ithal edilen teknoloji ürünleri değil, Avrupa’dan ithal edilen ABD’nin de “yaşam tarzımız” diye savunduğu kokuşmuş pis küfür çağdaş cahiliyye sistemleri; laiklik, demokrasi, hürriyetler, milli-ulusal kimlikler ve milli devletler, cumhuriyet, kapitalizm, liberalizm, sosyalizm, vatancılık ve bölgecilik gibi kavramlar, kurumlar ve ideolojilerdır. Asıl bunlar hayatımızdan, toplum devlet ve bireysel yaşantımızdan tamamen sökülüp atılmalıdır. İtalya’dan ithal edilen ceza hukuku, Roma hukuku, Fransa’dan ithal edilen laiklik, milliyetçilik-ulusalcılık, cumhuriyet, Yunanistan’dan ithal edilen demokrasi, İngiltere’den ithal edilen özgürlükler v.b. tüm Batı ve batıl kavram ve kurumları hayatımızdan sökülüp atılmalıdır. İslâm akidesi, İslâm kültürü ve ona dayalı hayat sistemleri ile bu çağdaş cahiliyye pisliklerinden tezkiye olunmalı / arınmalı, böylece hayat, izzet, onur, vakar ve kuvvete kavuşulmalıdır.
Çözüm, ne Irak’ın parçalanmasıdır ne Suriye’nin parçalanmasıdır ne de Türkiye’nin parçalanmasıdır, ne de mevcut sınırları değiştirmektir. Bilakis bu ülkeler ve halklar arasına konulan o sınır denilen mayınlı alanları da kaldırıp bu ülkelerin birleşip bütünleşmesidir. Ancak bu bütünleşme ne Irak bayrağı-kimliği altında ne Suriye bayrağı-kimliği altında ne Arap bayrağı-kimliği altında ne de Türk bayrağı-kimliği altında olmalı. Bilakis bu bütünleşme, bütün bu bölge insanlarının ortak inancı olan ve bu bölge semalarında hergün beş vakit sedalanan لا اله الا الله محمد رسول الله "Lailahe illallah Muhammedun Rasulullah" Kelime-i Tevhid bayrağı altında İslâmi kimlik ve Allah’ın indirdiği Kur’an ve Sünnet yönetimiyle mü’minlerin emiri sıfatıyla nasbedilmiş bir Halife’nin yönetiminde olmalıdır. Bu zor değildir. Bunu zorlaştıran milli kimlik, fasit anlayış ve hain yöneticilerdir. Bu marazları terk edince elbette kolay olur. Üstelik bu, 14 asırlık şanlı bir geçmişi olan çözümdür. Böylesi pratik, başarısı ispatlanmış ve kolay bir çözümü terk edip de haçlı bayrağı altında inancı, dili, kültürü, coğrafyası tamamen farklı olan AB ile bütünleşmeyi çağdaşlaşmak adına nihai hedef olarak benimseyenlerin, hala orada çözüm arayışında olanların akıllarına gerçekten şaşmamak elde değildir. Düşük akıllılık bu değil de nedir ?! Zira izzeti, onuru, kuvveti bırakıp da zillete koşmak hangi aklın eseri olur ki?!.

“Her halkın hatta her Müslüman halkın bir devleti vardır sadece Kürt halkının devleti yoktur, öyleyse bu mazlum halkın da Kürt Devleti olursa kötü mü olur?” gibi argümenler/ bahaneler ileri sürerek bir Kürt Devleti kurmak da çözüm değildir. Zira her Müslüman halkın devletinin var olduğu iddiası doğru değildir. Mesela Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türk halkının devleti değildir. Zira bu halkın o devletin oluşumu ve bugüne kadar gelen yönetiminde herhangi bir söz hakkı ve katkısı olmamıştır. Bir avuç yahudi dönmesi, kurulduğu günden beri yönetime hakimdir. “Halka rağmen halk için” anlayışı ile iktidar sürmektedir. Devletin temel fikri olan laiklik, demokrasi, cumhuriyet ve halka “milli kültür” diyerek şırınga ettikleri kültür bu halkın inanç ve kültürü ile asla bağdaşmaz. Nitekim bu devletin içinde bir devlet vardır. Yani “Derin Devlet”, “Zinde Güçler” denilen olgu vardır ki o da ağırlıklı olarak dönme yahudilerden oluşmaktadır. T.C. Devleti işte onların devletidir. Nitekim iktidara ve ülkenin servetlerine tahakküm süren onlardır. Vergi veren, askerlik yapan ve hammallık yapan ise Türk halkıdır. Buna rağmen Türk halkına “ne mutlu Türküm diyene” demek düşmektedir. İslâm alemindeki diğer devletler de benzer durumdadırlar. Arapların başındaki irili ufaklı ve devlet denilen varlıklar da Araplara ait değildir. Suriye’de bir avuç Nusayri, Mısır’da bir avuç Gıpti, Lübnan’da bir avuç Maruni, Irak’ta bir avuç ateist -Süryani karışımı Baasçı ve şimdi de işgalcilerin uşakları, Suudi Arabistan’da bir avuç uşak Suud sülalesi, Ürdün’de bir avuç İngiliz uşağı Kral sülalesi, Pakistan’da ve Bangladeş’te bir avuç Kadiyani, İran’da bir avuç fanatik mezhepçi ırkçı yönetime hakim değil mi?!. Bu yönetimlerle bu halklardan hangisi mutlu olmuş?! Bu halkların hangisinin dünya arenasında siyasi, askeri, ekonomik itibarı, gücü ve kuvveti var?! Bu halkların hangisi zulüm görmüyor, mazlum değil?! O halde nihayet böyle olacak bir Kürt Devleti, Kürt halkına ne kazandıracak?! Onun için çözüm Kürt Devleti kurmak da değildir..
Bölünme ve düşman kamplara ayrışma tehlikesi ve sorununa doğudan-batıdan, sağdan-soldan çözüm modelleri aramaya, IRA modeli mi? ETA Modeli mi yoksa Kamboçya Modeli mi, Srilanka Modeli mi… gibi vakıaya mutabık olmayan arayışlar dalalet arayışlarıdır. Çünkü söz konusu olan Türkiye coğrafyasındaki iki ana unsur olan Türk halkı ile Kürt halkıdır, bunların kahir ekseriyeti ise müslümandır.
İslam’ın dışında hiç bir sistem ve ideoloji, müslümanlar arasında birliği sağlayamaz. Zira İslam, mensuplarının kalpleri arasındaki ülfet köprüsü olan “Allah’ın nimeti”dir. Nitekim bunu Allahu Teala aşağıda zikredilen (Aliİmran:103)’de bize bildirmiş ve emretmiştir.
Allahu Teala’nın bu emri hayata geçmiştir. Müslümanların kahir ekseriyeti ayrı ırk, kavim, dil ve mekanlara rağmen “İslam kimliğinde” yani “müslümanlık kimliğinde” “Kelimei Tevhid” bayrağı ve sancağı altında “bir tek halife”nin yönetiminde tek bir ümmet olarak birleşmişlerdir. Bu birlik asırlardır devam etmiştir. Bu birlik şemsiyesinin altında başka dinden insanlar da güvenlik içinde yaşamışlardır. Ne zaman ki müslümanlar fert, toplum ve devlet olarak Allahu Teala’nın bu yüce nimetinin kadri kıymetini bilmediler, yani İslam’ın hayatlarından uzaklaştırılmasına tepkisiz kaldılar, işte o zaman birlikleri de, ülkeleri de param parça olmuştur.
Ulaşım ve iletişim imkanlarının çok zor, sınırlı olduğu o günlerde milyonlarca km2’lik bir coğrafyada, onlarca farklı dil, kavim, coğrafi farklılıklara rağmen insanları asırlarca bir arada tutabilen İslam’dan başka toplumda birlik beraberlik ve sulhu hangi sistem sağlıyabilir ki ?!.
Var olan birliği parçaladığı gibi her parçanın daha da küçük parçalara ayırılmasına sebep olan; fitne, fesad, bölücülük virusu ve odağı konumunda olan laiklik, demokrasi, cumhuriyet ve ulus devlet anlayışları mı birlik sağlayacak.?!. Hiç akletmiyorlar mı.?!..
İşte o laiklik, demokrasi, cumhuriyet, ulusalcılık virüsleri yüzünden düne nispeten ufak bir çoğrafyada az bir toplulukta dahi birlik sağlanamamaktadır, hatta toplumsal iç çatışma denilen cehennemi çukurun tam kenarına gelinmiştir. Bu cehennem çukuruna yani toplumsal iç çatışmaya düşmekten kim ne ile kurtarabilir.?! Ne mal mülk, ne zenginlik, ne de vatandaşlık kimliği... Nitekim Allahu Teala şöyle buyurmaktadır:

وَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ لَوْ اَنْفَقْتَ مَا فِى الاَرْضِ جَميعًا مَا اَلَّفْتَ بَيْنَ قُلُوبِهِمْ وَلٰـكِنَّ اللّٰهَ اَلَّفَ بَيْنَهُمْ اِنَّهُ عَزيزٌ حَكيمٌ
“Ve onların kalblerini uzlaştırdı. Sen, yeryüzündekilerin tümünü harcasaydın bile, onların kalblerini uzlaştıramazdın. Ama Allah, aralarını bulup onları uzlaştırdı. Çünkü O, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Enfal:63)
Buna göre toplumda insanlar arasında uzlaşma, anlayış ve kardeşliğin tesisi süslü laflarla, parayla, malla olmuyor… Zira kardeşlik ancak kalplerin ülfeti ile oluşur. Kalpler arası ülfet köprüsünü ancak Allahu Teala’nın resulleri ve kitapları ile göndermiş olduğu dininin / yaşam sisteminin kaim / hakim kılınması ile olabileceğini hem Enfal:63 hem de Ali İmran:102-103 ayetlerinde açıkca belirtmiştir. Özellikle Allah’ın Kitabı Kur’an’ı Kerim’i hayata hakim kılmayan yöneticilerin “Kitabımız bir, kıblemiz bir, dinimiz bir gibi laflar söylemelerinin bir “hiç” mertebesinde olduğunu Allahu Teala; şöyle bildirmektedir:

قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ لَسْتُمْ عَلَى شَيْءٍ حَتَّىَ تُقِيمُواْ التَّوْرَاةَ وَالإِنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُم مِّن رَّبِّكُمْ
“De ki: Ey Kitap Ehli! Tevrat'ı ve İncil'i ve size Rabbiniz tarafından indirilmiş olanı ikame edinceye / hakim kılıncaya kadar hiçbir şey üzerinde değilsiniz.” (Maide:68)
Bu ayeti kerimelerde Allahu Teala; “Allah’ın indirdiği Kitap ve hüküm” var iken başka hükümlere, nizamlara yönelenlerin “iman” ve “o hükmün kitabına, dinine mensubiyet” iddialarını nefyediyor, “hiç” kabul ediyor. Her ne kadar hitaplar Ehli Kitaba yönelik olarak gelmiş olsa da “müslümanım” deyip Allah’ın Kitabı olduğuna inandıklarını söyledikleri Kur’an’ı Kerim’i ve ondaki Allah’ın hükümlerini bir kenara terk ederek yada hiç dikkate almayarak başka ideolojilere, nizamlara yönelen kimseler için de geçerlidir… Velhasıl sadece sözde değil özde, dostdoğru mü’min ve müslüman olmadıkca Kur’an’dan ve İslam’dan, ayetleri ve hadisleri sadece okumaktan şefaat beklemeleri boşunadır.!.

5-Çözüm İçin Somut Adım Önerileri:
Çok büyük can ve mal kaybına sebep olan toplumu düşman kamplara ayrışma tehlikesini bünyesinde barındıran, semeresi terör olan bu sorunun çözümünü istemekte samimiyetlerinin testi bağlamında T.C. Devletinin zahir ve batın yöneticilerine yukarıdaki izahların ışığında çözüm için aşağıdaki ma’kul ve mümkün somut adım önerilerini sunuyorum:

I-Raşidi Hilafet Devletini İlan Etmek
Semeresi kanlı terör olan bu sorunun müsebbibi, laik demokratik cumhuriyet temellerini ve Kemalist-Kapitalizim ideolojisini terk edip İslam Akidesi üzerine kurulu Allah’ın indirdikleri ile yöneten Raşidi Hilafet Devletini ilan etsinler. Eğer bir sistem; hakim olduğu topluma huzur, asayiş, adalet, güvenlik, insanca yaşam imkanları sunamıyorsa; başarısızdır, miadı dolmuştur, iflas etmiştir ve bu hali ile o sistem topluma zulmeden zararlı sistem demektir. O sistemin yöneticileri eğer gerçekten yönettikleri insanlara değer veriyorlarsa uyguladıkları sistemi terk ederler, daha iyi, daha doğru olan sisteme geçerler. Sovyetler Birliğini yönetenlerin uygulamakta oldukları ideolojiyi (Sosyalizm-Komünizimi) başarısız olduğunu görünce terk edip Kapitalizm ideolojisine geçiş yaptılar. O yöneticiler cahiliyye ve dalalet ehli oldukları için bir bataklıktan başka bir bataklığa geçiş yapmış olsalar da bu olay günümüzde de kansız bir şekilde ideoloji değişiminin olabileceğinin kanıtıdır. Toplum önder ve yöneticilerine hayırlı örnek; Medine’deki Hazreç ve Evs liderleridir. Onlar hem kendilerinin hem de toplumlarının hayrına olduğunu görünce hemen Hidayete yani dünya ve Ahiret saadetinin teminatı bir din, bir hayat nizamı olan İslam’a girdiler. Böylece kansız bir şekilde İslam hayata hakim oldu. Hakkı, Hidayeti gördükleri halde ona girmemekte direnenlerin örnekleri ise, Firavun ve Nemrut gibi tağutlardır. .
İşte burada hidayete davet ediyorum. ! Eğer T.C. Devletinde karar sahipleri haktan ve halktan yana olmak iddiasında samimi iseler, bu samimi çağrıya kulak verip önerilen somut adımları atarlar. Aksi halde batılda ısrarcı, inatcı olan şeytan taraftarı tağut olarak kalıp zulüm işlemeye devam ederler.!. Ancak bilmeliler ki zulümle abad olunmaz.!..

II-Milli-ulusal Kimlik Yerine İslam Kimliğini Benimsemek
Türkiye coğrafyasındaki halkın kahir ekseriyeti müslüman olduğunu söylediğine göre; inandıkları kitapları Kur’an’ı Kerim’de Allahu Teala onlara “müslüman” ismi vermiştir. Müslümanların birlikteliğine de “İslam Ümmeti” denilmiştir. Buna binaen müslümanlar için “müslüman” ve “İslam Ümmeti” kimliğinin üstünde bir kimliğin bir değeri yoktur. Bu kimliğin dışındaki kimlik arayışları insanları birleştirmez bilakis ayrıştırır. Kimlik arayışı, ayrışması ve tartışması İslam kimliğinin öne çıkartılması ile son bulur.

III-Kelimei Tevhid Bayrağının ve Sancağının Benimsenmesi
Resulullah Sallallahu Aleyhi Vesellem’in ısrarla kullandığı siyah bez üzerine لا اله الا الله محمد رسول الله yazılı bayrağı ve beyaz bez üzerine لا اله الا الله محمد رسول الله yazılı sancağı benimsenmelidir. Bu bayrak ve sancak zaten her gün en az beş vakit ezanlarla semalarda sedalanmaktadır. Bununla bayrak tartışması ve ayrışması biter. Zira Kelimei Tevhid bütün müslümanların hem akidelerinin, hem dinlerinin ve kimliklerinin esasıdır ve birlikteliklerinin sembolüdür. O halde Müslümanlar için Kelimei Tevhid’den başka bayrak olmaya ne daha layık olabilir ki ?!.

IV-Kur’an Dili Fasih Arapça’nın Müslümanların Ortak Resmi Dil olması
Bütün müslümanların ortak dili, Hilafet Devleti’nin resmi dili, Kur’an dili olan fasih Arapça olmalıdır. Her devletin tebası arasında bir ortak dilin olması birlikte yaşamın doğası gereği kaçınılmaz bir husustur. O halde müslümanlar için hangi dil resmi dil ve ortak dil olmaya layıktır.?.. Elbetteki bütün müslümanların inandıkları tek Kitapları olan Kur’an’ın dili olan fasih Arapça’dır. Bunu şimdiki Araplar da öğrenmek durumundadırlar. Zira fasih Arapça şu anda Arapların kullandıkları dil değildir, sadece Kur’an’ın dilidir. Böylelikle hem ortak dil, resmi dil tartışması biter, hem müslümanlar arası iletişim ve kaynaşmaları daha kolay sağlanır hem de inandıkları Kitaplarını ve dinlerini anlamaları daha kolay olur. Bununla birlikte herkes mahalli dilini kullanmakta serbest bırakılır.

V-İslam Anayasasının Yürürlüğe Konulması
Bu somut adımların hukuki zemini olan; hükümleri Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün Sünnet’inden alınmış bir İslam Anayasasını yürürlüğe konulsun. Bu, Kürt sorununa da düşman kamplara ayrışma sorununa da bölücülük ve bölünmüşlük sorununun da gerikalmışlık sorununa da dünyada adaletin tesisi hususunda da kesin köklü sahih çözümün zemini olacaktır.
Anayasalar toplumsal mutabakat metinleri olarak bilinirler. Halkı müslüman bir ülkede en geniş mutabakatın sağlanabileceği anayasa sadece pür İslami olan anayasalardır. İşte bu bağlamda İslami bir anayasanın nasıl olması gerektiğine dair fikir vermesi açısından yararlı olacağını düşündüğüm bir İslami Anayasa Tasarısını incelenmesi ve tartışılması için hem T.C.Devletinin etkili ve yetkililerinin hem de kamuoyunun dikkatine sunuyorum. Bu tasarıya islamiyontem.net web sitemizde yayınlanan “Anayasa Meselesine İslami Çözüm” başlıklı makalemizle birlikte incelenmesini tavsiye ederim. Zira bu makalede Anayasa Tasarısına ve Gerekçesine ulaşılan şu link de verilmiştir.

İslami Anayasa Tasarısı
İslami Anayasa Tasarısının Gerekçesi

Ana unsurları müslüman olan bir toplumda birlik beraberlik, kardeşlik tesis etmeyi istemekte samimi olanlar, her şeyin en iyisini bilen her şeyin yaratıcısı Allahu Teala’nın şifa dolu hitaplarına kulak verirler ve onun gereğini yaparlar...
Çözüm, Kürt, Türk, Arap, Fars v.b. bütün ulusal-milli kimlikleri bir kenara bırakıp bu halklara izzet, onur, kuvvet kazandıracak, bu halkları dün olduğu gibi tekrar kardeş yapıp İslâm ümmeti kimliğinde birleştirip bütünleştirecek İslâmi hayatı tekrar hakim kılmaktır. İslâmi hayatı hakim kılıp İslâm alemini inancımız olan Kelime-i Tevhid bayrağı altında birleştirecek olan ve İslâm’ı cihad yoluyla aleme hidayet ve nur olarak yayacak olan Raşid Hilâfet Devleti’ni kurmaktır. İşte bu çözüm, Rabb’- ımızın biz inananlara sunduğu “Hablullah”a (Allah’ın ipine) tutunmaktır. Türkü, Kürdü, Arabı, Farsı tüm Müslümanların Allahu Teâla’nın şu hitabına kulak vererek bu çözümü hayatlarına geçirmeleri hem inançları hem de dünya ve ahirette zilletten ve hüsrandan kurtuluşlarının gereğidir.

يَا اَيُّهَا الَّذينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه ولا تَمُوتُنَّ اِلا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللّٰهِ جَميعًا ولا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ عَلَيْكُمْ اِذْ كُنْتُمْ اَعْدَاءً فَاَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ
فَاَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِه اِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلٰى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَاَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذٰلِكَ يُبَيِّنُ اللّٰهُ لَكُمْ اٰيَاتِه لَعَلَّكُمْ
تَهْتَدُونَ
“Ey iman edenler! Allah'a karşı gerçekten muttaki olun (Allah’ın dinine bağlanmakta gerçekten samimi ve titiz olun) ve siz, müslüman olmaktan başka (bir din, kimlik ve tutum üzerinde) ölmeyin.
Allah'ın ipine (Kur’an ve Sünnete) hepiniz birlikte sımsıkı sarılın. Dağılıp ayrılmayın. Ve Allah'ın sizin üzenizdeki nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz. O, kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimeti (İslam) sayesinde kardeşler oldunuz. Yine siz, tam ateş çukurunun kıyısındayken, oradan sizi kurtardı. Umulur ki hidayete erersiniz diye, Allah, size ayetlerini böyle açıklar.” (Ali İmran:102-103)


15-01-2013
AHMED KILIÇKAYA
www.islamiyontem.net
[/SIZE]


Hayatın İçinden İslam

MollaCami.Com