Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Müslümanları Batıran Hastalıklar

Müslümanları Batıran Hastalıklar

Genç adam karşılaştığı kişiyi çok sevmişti. Bir kitapçı dükkânında yapılan sohbete önce kulak misafiri olmuş, sonra da müsâade alarak açıktan dinleyici olarak katılmıştı. O güne kadar, böyle güzel ve etkileyici bir sohbete çok az şahit olmuştu… O günkü programını unutacak derecede ağzından bal damlayan kişinin anlattıklarına daldı gitti... Saatler sonra veda ederken, içinde biriken merakı yenmek maksadıyla bu bilgi, birikim ve anlatım sahibini tanımak istedi. - Efendim, sizi tanıyabilir miyim? sorusuna aldığı cevapla dondu kaldı. Ne diyeceğini bilemedi. Çareyi, apar topar kendini dışarı atmakta buldu. Çünkü sohbetine doyamadığı, sevecen tavırlarına hayran kaldığı kişi, onun yıllardır aleyhinde konuştuğu ve dolayısıyla da hiç sevmediği bir yazardı... Genç adam o gece hiç uyuyamadı. Kendisine empoze edilen ön yargıların tesiriyle, yıllardır bu yazarı çekiştirip durmuştu. Belki yazdıklarını okusa, karşıtlığı sona erebilirdi. Ama o öylesine aleyhte fikirlerle doluydu ki, buna imkân yoktu. Böylece bilmeden, tanımadan, sadece kulaktan dolma dedikodularla günaha girmişti... Bu sebeple kaç kere kavga etmiş, nice kalpler kırmıştı. Bütün mesele, metot meselesiydi. Hayata, insana ve olaylara bakışla, problemleri çözüşte bu yazar, kendisinden değişik düşünüyordu. Yoksa o da Müslüman’dı, çalışkandı ve üretici bir insandı... Genç adam, bu yazar hakkında kendisini bilgilendiren kaynaklara çok kızıyordu. Ama iş işten geçmiş, yıllara yayılan bir gıybete boyunca batmıştı. Üzüntüsü sadece bu olayla da sınırlı kalmamıştı. - Ya diğer şahsiyetler hakkındaki bilgileri de doğru değilse? Genç adam, o günden sonra kimsenin gıybetini yapmamaya karar verdi. Kur'ân-ı Kerîm gıybeti, ölmüş kardeşinin etini yemeye benzetiyor. Yüce Yaratıcı'nın bu ikazına rağmen, Müslümanlar bu büyük günaha ara vermeden devam ediyorlar. Gıybet, hakkında konuştuğumuz kişinin duyduğunda hoşlanmayacağı sözlerdir. Başkalarını, yanımızda bulunmayanları, gıyaplarında çekiştirmektir. Çoğu kişi söylenenler doğru olursa, gıybet sayılmayacağını sanıyor. Oysa söylenen doğruysa, gıybettir. Eğer söylenen doğru değilse, o zaman çifte günah imleniyor demektir. Çünkü birine yapmadığı bir kötülük isnat edilirse, bu işin adı iftiradır. Benim başıma sıkça gelmektedir. Gıybete başlayan birini ikaz ettiğim zaman, çoğu defa feveran ediyor ve diyor ki: - Yemin ederim anlattıklarım tamamen doğrudur. Gözlerimle gördüm! İşte budur gıybet... Doğru da olsa, anlattığın yerde bulunmayan kişinin duyunca hoşlanmayacağı şeylerdir... Beni bir demek lokalinde sohbet için davet etmişlerdi. Sohbetin konusunu gıybet olarak tespit etmiştik. Bir saatlik konuşmanın sonunda, dinleyicilerimden nüktedan bir zat dedi ki: - İyi de efendi, biz şimdi burada sabah akşam ne konuşacağız? Bu arif kişi çok doğru söylüyordu. Birçok sohbet mekânında, gerçekten gıybet yapılmasa, söz öylesine azalır ki... Bakıyorsunuz, kahvede, lokalde, çayhanede, ev toplantılarında hep gıybet var. Ya bir siyasînin, ya bir komşunun, ya bir sanatçının, ya bir akrabanın gıybeti yapılıyor. Yani Kur'ân'ın deyimiyle, ölmüşünün eti yeniliyor. Oysa bu türlü konuşmaların hiçbir faydası yoktur. Üstelik insanın içini karartır, ümitsizleştirir ve toplumdaki güven duygularını yok eder. Hem zaman israf edilmiş, hem de durduk yere günaha girilmiş olur... Gıybet, yapanın içini karartır, kendine olan saygısını kaybettirir. Hep başkalarıyla uğraşan, kendisinin değersizliğini kabul ediyor demektir. Bahsedeceği şeyi bilmeyen, kültürsüz, fikirsiz insan hep konuşur. En kolay sohbet mevzuu olan gıybete kayar. Çünkü kendi değerleriyle kendini kabul ettiremeyenler, başkalarının eksikliklerini söyleyerek bir varlık göstermek isterler. Ötekini batırarak kendini yüceltmeyse şerefli insanlara yakışmayan kötü bir haslettir. Gıybet, yapısını, fıtratını bozduğu insanların meydana getirdiği toplumları da zehirler. Kimse kimseden emin olamaz. El-Emîn adını daha peygamberliğinden önce hak eden Efendimiz (SAV) böyle Müslümanlar tarafından anlaşılamamış sayılmaz mı? Gıybet, içinde taşıdığı sû-i zan, zarar verme, kıskançlık gibi birçok kötü duygular sebebiyle toplum hayatını çürütüyor. İnsan kendi nefsiyle kendi hata ve günahlarıyla uğraşacağı yerde hep başlarınınkiyle meşgul olmayı iş ediniyor. Başkalarının hatalarıyla uğraşansa, kendine dönüp bakma fırsatını bulamıyor. Gıybet ağızdan ağza dolanırken şekil ve muhteva değiştiriyor. İşin içine yalanlar karışıyor. Yani günah adedi artıyor. Zamanın birinde bir cahil kişi. kulaktan dolma bilgilerini şöyle aktarıyormuş: - Eskiden bir kadın evliya varmış... Hocası, onun çok sevdiği kızını kurban etmesini istemiş... Tam kesecekken gökten bir keçi indirilmiş ve "Kızını değil, bunu kes!" denilmiş... İşin aslını bilen adam dayanamamış ve cahil kişinin sözünü kesip demiş ki: - Birader, o senin dediğin kadın değil, erkektir. Evliya değil, peygamberdir. Kızını değil, oğlunu kesecekti. Hocası dediği için değil, Allah emrettiğinden dolayı... Gökten keçi değil, koç indirilmiş... Hani, deveye ''Boynun neden eğri?" diye sormuşlar da, "Nerem doğru ki?" demiş ya... Bazı gıybet konuları da ağızdan ağza eğrilerek dolaşıyor ve hakikatinden ayrılıyor. Dostum inançlı bir Müslüman'dı. Hararetli hararetli anlatıyordu: - Duydun mu, hayretler içinde kalacaksın... Bak anlatayım... Hani şu ünlü …… var ya... Meğer adam kaç yıllık kamından ayrılmış da sekreteriyle evlenmiş... Hâlbuki hanımı ne kibar, ne akıllı biriymiş... Bırak böyle bir kadını da cahil, yirmi yaş küçük sekreterinle evlen... Akıl kârımı bu? Ne günlere kaldık değil mi?.. Meselenin aslını öğreniyorum ki, bu olay dostumun heyecanını duyduğu gibi yeni değil. 10 yıllık bir geçmişte yaşanmış... Üstelik bu ünlü ve faziletli dostumuz sekreteriyle değil: çok kültürlü, irfanlı, iz'anlı bir hanımefendiyle evlenmiş... Dahası, eski hanımıyla, çocukları olmadığı için, anlaşarak ve gönül rızasıyla ayrılmışlar vs. vs. Herhalde gıybeti seven tanıdığım, yeni bir malzeme bulamamış olacak ki, üzerinden 10 yıl geçmiş bir olayı şimdi gündeme getiriyordu. Böyle bir gıybetin kime, ne faydası vardır? Ama zararı çoktur. Duyanların biraz da eklemelerle yaydığı bu gıybet, ilgili kimselerin kulağına gittiği zaman, onları nasıl yaralar, tahmin edebilirsiniz... Bu türlü gıybetlerin ne dinleyicisi, ne de taşıyıcısı olalım. Çünkü hem insanlığa, hem de Müslümanlığa ters bir durumdur. İmam-ı Şafii hâzretleri buyuruyor ki: “Süt dolu bir tasın etrafında dolaşan ağzı süt bulaşığı bir kedi görseniz, kedinin o tastan süt içtiğine şahitlik etmeyin…” Çünkü kedinin o tastan süt içtiğini söyleyebilmeniz için, kediyi süt içerken bizzat görmeniz gerekir. Güzel bir Anadolu şehrinde, etrafında ona gönül vermiş, pervanesi olmuş bir gençlik vardı. Birgün o gençlerden biri büyük bir heyecan ve öfke içinde en samimi arkadaşına geldi ve dedi ki: - Hüseyin gördüklerine inanamazsın… Ama ne yazık ki gerçek… Çünkü gözlerimle gördüm! - Nedir, ne görün? - Hani şu bizim mürşidimiz, mübarek ağabeyimiz var ya… - Evet ne olmuş, ne gördün? - Söylemek zor ama maalesef gerçek… Bu zat, hiç de bizim sandığımız gibi mübarek ve muhterem biri değil... Hatta belki de Müslüman bile değil! - Sen neler saçmalıyorsun? Bu konuşma karşılıklı heyecan ve kızgınlık içinde sürüyor ve şöyle sonuçlanıyor: - Ben, iki gündür bu zatın ikindi namazını abdestsiz kıldığına şahit oluyorum. - Bu doğru olamaz. Böyle biri nasıl abdestsiz namaz kılabilir? - Gel istersen bugün sana da bunu göstereyim’ - Göstermek mi? Bunu nasıl yapacaksın? İkindiye yakın arkadaşı Hüseyin’in elinden tutup cami avlusundaki çınar ağacının arkasına götürüyor. Ezandan sonra camiye girenleri gözlemeye başlıyor. Bu sırada malum zat da geliyor, cami avlusundaki tuvalete giriyor. Bir süre sonra da tuvaletten çıkıp doğru camiye giriyor. Hüseyin de gördüklerine inanamıyor. Gerçekten de inanılmaz bir şey meydana geliyor. Adam tuvaletten çıkıp abdest almadan camiye girip namazını, hem de büyük huşuyla kılıyor… İki arkadaş cami çıkışı onu bekliyorlar. Sakin bir köşeye gelince de yakasını kavrayıp hırpalayarak hesap sormaya başlıyorlar: - Yakışır mı sizin gibi bir insana? Abdestsiz namaz kılmak hangi kitapta yazıyor? Adamcağız şaşırıyor… - Abdestsiz namaz olur mu? Ben asla abdestsiz namaz kılmadım! - İnkar etme! Seni üç gündür gözetliyoruz… İkindi namazlarını abdestsiz kılıyorsun… Hem de inkar edip yalan söylüyorsun! Adamcağız, yakasını ellerinden kurtarıp “Durun bir dakika!” diyor ve gerçeği açıklıyor: - Kasıklarımda çıban çıktı. Bunları tedavi ettiriyorum. Fakat buna rağmen sık sık akıntı meydana geliyor. Camiye yakın olan evimde abdest alıp geliyorum. Fakat son bir kere akıntı olup olmadığını kontrol etmek için tuvalete giriyorum. Çünkü eğer akıntı olmuşsa, yeniden abdest almam gerekir. Akıntı olmadığını görünce de abdest tazelemeden camiye giriyorum! İki saf Anadolu genci, bu defa binbir özürle bu güzel adamın eline ayağına düşüyorlar, af diliyorlar, başarıyorlar da. Eğer hemen araştırmasalar ve gerçeği öğrenmeselerdi, nasıl bir gıybet ortaya çıkacak ve o güzel Anadolu şehri ve müthiş çalkalanacaktı, düşünebiliyor musunuz? Rabbimiz bizi, on dört asır önce kardeş İlan etmiştir. Fakat bu kardeşlik maalesef hakkıyla yaşanamıyor. Özellikle de gıybet, kardeşlik duygularımızı lağım fareleri gibi habire kemirip duruyor. Meselâ bir samimî ve liyakatli dostumuzun önemli bir makama getirileceğini duyuyoruz. Daha bunun gerçek olup olmadığını bile öğrenmeden, gıybet mekanizması, haset ihtirasıyla başlıyor: - Yahu bu arkadaş bu işi beceremez. - Bu önemli iş ona kadar düştü mü? - Demek daha önceki bütün çabaları hep bu makamı ele geçirmek içinmiş vs. Ama bir de, kardeşçe tepki var: - Çok iyi olur. - İnşallah gerçekleşir. Bu arkadaşımız dürüst, samimî, çalışkan biridir, o makama lâyıktır. - Aman ne güzel! Başarısı için dua edeceğim! İşte bu türlü olumlu tepkiler gerçek kardeşliğin göstergeleridir. Dostluğun, birliğin, beraberliğin hazırlayıcılarıdır. Kardeşinde fanî olmak, onun sevinçleriyle sevinmek, üzüntüleriyle de üzülmek demektir. Peki, olumsuz tepkiler hangi duyguların göstergesidir? Sû-i zandan kaynaklanan gıybetlerle aile yuvaları yıkılıyor, ortaklar kavga gürültü ayrılıyor, nice kardeş kavgaları yaşanıyor. Bir arkadaşım anlatmıştı: Berlin'de yaşıyordum. Samimî dostlarımdan birinin hanımını birgün parkta, bir Alman’ın kolunda görmeyeyim mi? Kan beynime sıçradı. Tepemden aşağı kaynar sular döküldü. Gözlerime inanamıyorum, bakıyorum, tekrar bakıyorum. Evet gördüklerim doğruydu. Üstelik kadın beni gördüğü halde hiç de oralı olmuyor, bana mısın demiyor, Alman adamla samimiyetini artırıyordu. Daha fazla dayanamadım ve hemen ondan uzaklaştım. Ancak aklım fikrim gördüklerimde kaldı. Ne yapacağımı düşünmeye başladım. Bu durumu o çok samimî ve saf dostuma, kadının kocasına anlatayım mı, anlatmayayım mı? Allah kimseyi böyle bir durumda bırakmasın. Meğer ne zor bir karamış. Fakat arkadaşımın yerine kendimi koyarak gördüklerimi ona açıklamaya karar verdim. Uykusuz bir gecenin ardından, hemen onun işyerine gittim. Gittim gitmesine ama heyecan ve panik havasından bir türlü kendimi kurtarıp konuyu açamıyorum. Sonunda arkadaşımın sabrı taştı ve beni gördüklerim ne olursa olsun, anlatmaya zorladı... Çok özür dileyerek, gördüklerimi kendisini sevdiğimden dolayı açıklayacağımı ifade edip söze başladım. Fakat daha, "Karım dün parkla gördüm!" deyince o gülmeye başladı. Hayretler içindeydim. - Bunda gülecek ne var? Dedim… - Hele sen anlat! dedi. Ben anlattıkça adam daha çok gülmeye başlamaz mı? Biraz şaşırdım... Beni kızdırıp böylesine üzen bir şey, bu adamı niçin güldürüyordu? Rahatlığına şaşırıyordum. “Karın!” diyorum. “Bir Alman’ın kollarındaydı!” diyorum, adam tatlı tatlı tebessüm ediyor… - O zaman bana müsaade kardeşim! dedim. “Özür dilerim . Ama ben bu haberin seni üzeceğini ve başka türlü düşündüreceğini sanıyordum…” Beni iki elimden yakalayarak durdurdu ve ciddileşti: - Gel hele, şöyle otur! Sana işin iç yüzünü anlatayım. O zaman benim niçin böylesine rahat olduğumu anlayıp sen de sevineceksin! - “Bu işin izahı filan olmaz!” deyip kaçmak istediysem de, arkadaşım çok ısrar edip beni tekrar oturttu. İyi ki tutup işin içyüzünü açıklamış, yoksa hem allak bullak olacaktım, hem de dayanamayıp gördüklerimi kendi yorumumla anlatacak, korkunç bir fitneye sebep olacaktım… Arkadaşımın ısmarladığı kahveleri içerken duyduklarım beni önce mahcup etti, sonra da düşündürdü ve güldürdü. Meğer hanımının tıpkı kendisine benzeyen ikiz bir kız kardeşi varmış... Bu hanımın da tıpkı Almanlara benzeyen uzun boylu ve sarışın bir beyi varmış... Bunlar Hollanda'da yaşarlarmış ve birkaç gündür Berlin’de arkadaşımın misafiri olarak bulunuyorlarmış… Bunları öğrenince, yine de sormaktan kendimi alamadım: - Peki, daha ben karını parkta gördüm der demez, niçin gülmeye başladın? Ne diyeceğimi nereden bildin? Arkadaşımın yüzü yine bir tebessümle aydınlandı ve dedi ki: - Birader, bana bugün bu haberi getiren üçüncü kişisin sen… Bunun için daha söze başlarken sonunun nasıl biteceğini bu sebeple anlamıştım. Hasan Basrî Hazretleri, gıybetini yapan kişilere değerli hediyeler gönderirmiş... Sebebini soranlara da dermiş ki: - Onlar benim gıybetimi yapmak suretiyle, iyiliklerinin ve ibadetlerinin sevabını bana hediye ediyorlar… Onların bana verdiklerinin yanında, benim onlara verdiğimin hiçbir kıymeti yoktur... Gıybet iki kişiyle yapılır: 1) Söyleyen, 2) Dinleyen. Dolayısıyla gıybet edenle, gıybete kulak veren, suç ortağıdır. Çünkü dinlemek söyleneni paylaşmaktır. Hele bu gıybet çirkinliğini basın yoluyla yapanlar, bir anda bir gıybeti binlerce, milyonlarca kişiyle paylaşmış ve çoğaltmış oluyorlar… İnsanların özel hallerine, mahrem mekanlarına, şahsi sırlarına ulaşmak ve bunları söze, sohbete konu yapmak, hangi yolla, kim tarafından ve kim için yapılırsa yapılsın gıybettir… Bir toplantıda, hepsi de benden küçük yaşta bulunan insanlar gıybete başlayınca kalkmış ve demiştim ki: - Beyler, ben dışarıya çıkıyorum. Gıybetiniz bitince haber verin, hemen dönerim... Beni özür dileyerek oturttular. Sonra da toplantıya başkanlık eden genç işadamı dedi ki: - Arkadaşlar, hocam doğru düşünüyor... Gıybet etmeyelim, arkadaşlarımızı çekiştirmeyelim. Çünkü biz de onları çekiştirirsek, onarın durumuna düşmüş oluruz… Toplumumuz Öylesine bir gıybet bataklığına dönüşmüş ki, "gıybet etmeyelim" derken de gıybet ettiriyor. Böyle bozulmuş bir ortamda bile bana güzel gönüllü insanlar rastlar. Derler ki: - Hakkınızı helâl ediniz ve bizi bağışlayınız... Biz sizi böyle bilmiyorduk, çok gıybetinizi yaptık geçmişte… Acaba bildikleri gibi olsam, gıybet yapmaya hakları olacak mıydı? Ama hiç olmazsa helallik alıp bir kul hakkından kurtulmuş oluyorlar. Bu şekilde helallik isteyenlere yumuşak ve dostça davranalım ki, sayıları çoğalsın... Biz de gıybetini ettiklerimize korkusuzca başvurup af isteyelim… - Sizden biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemeyi sever mi? diyerek gıybeti, hem aklen, hem kalben, hem insaniyetten, hem vicdanen, hem fıtraten ve hem de milliyeten kötüleyen ve yasaklayan Kur’ân-ı Kerîm’dir. Gıybet düşmanlığı iş edinenlerin, kıskançların ve inatçıların en çok kullandıkları alçakça bir silahtır. “İzzet-i nefis sahibi, bu pis silaha tenezzül edip kullanmaz. Nasıl meşhur bir zat demiş: - Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet, zayıf, zelil ve aşağıların silahıdır.” Büyüklerden öğrendiğimize göre, gıybet ancak bazı özel hallerde yapılabilir: 1) Hakkını yiyen bir adamın, ilgili makama şikayet suretinde yapılan gıybeti gıybet değildir. 2) Bir kötülüğü, bir yolsuzluğu, bir günahı önlemek amacıyla, belli yerlere be makamlara anlatmak… 3) Kendisiyle meşveret eden birine, başka biri hakkında fikir söylemek de gıybet değildir. Mesela kendisiyle ortaklık yapılacak olan biri soruluyorsa, gerektiğinde, “Onunla ortaklık etme zarar görürsün!” denilebilir. 4) Tahkir ve teşhir amacı taşımadan, sırf tanıtmak için biri hakkında konuşulabilir. İcabında tuhaf ve saçma da olsa lâkabı söylenebilir. 5) Günahı açıktan işleyen, fenalıktan sıkılmayan, hatta onunla da yetinmeyip işlediği günahla iftihar edeni zulmünden lezzetlenen kişiler için de gıybet söz konusu değildir. Çünkü bunlar zaten kötülüğü açıktan yapan, mütecahir fasıktırlar. Başka bir art niyet taşımaksızın, sırf Hak rızası ve iyilik olsun diye, bu konularda konuşulanlar gıybet sayılmamıştır. Aksi halde, işin içine başka niyetler karışırsa, Efendimiz’in (SAV) diliyle, “Ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, gıybet de Salih amelleri yer bitirir.”

Vehbi Vakkasoğlu

güzel bir yazı. paylaşım için teşekkürler kardeşim
Rabbim bu gibi afetlerden muhafaza buyursun.


güzel bir yazı. paylaşım için teşekkürler kardeşim
Rabbim bu gibi afetlerden muhafaza buyursun.

Amin....
İlginiz için ve uzun bir yazı olmasına rağmen okuma zahmetinde bulunduğunuz için ben size teşekkür ederim h.shn kardeşim

Cok önemli bir konuyu gündeme getirdiginiz icin tesekkürler...

Hz. Allah müslümanlara akil fikir versin de bu en büyük günahtan kurtulalim insallah....

teşekkürler.. hepimizin en çok bildiği ve en çok dikkat etmediğimiz önemli bir husus maalesef :(
dilin kemiği yoktur diye boşa dememişler. rabbim muhafaza buyursun...


Hayatın İçinden İslam

MollaCami.Com