Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Hamid AYTAÇ ve Eserleri



Hamid Aytaç ( 1891)- (18.05.1982) Asıl adı Şeyh Musa Azmi'dir. Bu bakımdan "Azmi" imzalı bir çok yazısı vardır. Hamid, takma adı ile tanınmaktadır. Aytaç soyadını almıştır. 1891'de Diyarbakır'da doğmuştur. Tuhfe-i Hattatîn'de adı geçen Hattat Amidî yani Diyarbakırlı Seyyid Adem Efendi torunlarından Zülfikar Ağa'nın oğludur.
İlk öğrenimini sibyan mektebinde Diyarbakır meb'usu hoca Mustafa Akif Efendi'den yapmıştır. Yazı aşkı da bu hocanın eğitiminden doğmuştur. Rüşdiye mektebinde Hoca Vahid Efendi'den rik'a ve jandarma kolağalarından (önyüzbaşı) Ahmed Hilmi Efendi'den sülüs yazıyı öğrenmiştir. Ayrıca Kavas-ı Sağır imamı Said Efendi'den ve akrabasından hüsn-i hat hocası Abdüsselam Efendilerden de öğrenimini sürdürmüştür.

Resme yetenekli olduğundan askerî rüşdiye resim ve fransızca öğretmeni merhum ressam Ali Rıza Bey'in öğrencisi ressam Hilmi Efendi'den resim öğrenmiştir. Öğrenci iken Hasan Ferid Bey'in atlasından haritaları aslı gibi çizdiğinden eser, okulun müzesine konulacak değerde görülmüştür.Harb Okulu matbaası hattatlığına, sonra da Genel Kurmay serhattatı (hattatların başı) hocası Mehmed Nazif Efendi'nin ölümü üzerine bu matbaaya geçmiştir. Bu görevi yedi yıl sürmüştür. Bu görevi sırasında l. Dünya Savaşı'na rastlayan yıllarda Yıldırım Orduları Gurubu emrinde Almanya'da Berlin'de Harita Dairesi'nde bir yıl çalışmış, sonra İstanbul'a dönmüştür.

Mütarekeden sonra istifa etmiş ve "Hattat Hamid Yazı" evi diye bir işyeri açarak o tarihten sonra hep serbest çalışmıştır. Hattat Hamid Bey Türk matbaacılığına çinkografi, çelik üzerine resim ve yazı hakketme yani gravür, kabartma ve lüks baskı tekniğini de ilk getirenlerdendir.

İstanbul'da en yeni camilerden olan Şişli Camii'nin eşsiz yazıları ile bir çok evlerde, salonlarda ve işyerlerinde Mısır ve Irak'ta, hatta dünyanın her yerinde onun binlerce nefis yazısı vardır. Uzun ve verimli bir ömür süren Hattat Hamit Bey bütün İslam aleminden, hatta Japonya'dan bile bir çok öğrenci yetiştirmiştir.

Son yazılarından biri, Kırk Hadistir. Süleymaniye Kütüphanesi arşivinde yazılarından bir kısmının mikrofilmleri alınarak saklanmıştır. İslam festivali için 1976 yılında İngiliz televizyonu için Süleymaniye Kütüphanesi'nde renkli bir filmi çekilmiştir. Ölümünden birkaç ay önce de İslam Kültür ve Tarih Merkezi tarafından böyle bir film hazırlatılmıştır. Ayrıca Süleymaniye Kütüphanesi arşivinde kasetlerde kendi sesinden hayat hikayesi vardır.
Mekke-i Mükerreme'de yapılmış olan son İslam Konferansında Hattat Hamit Bey'in yazdığı bir Kur'an-ı Kerim'in Almanya'da yapılmış nefis yaldızlı ve renkli bir baskısı Suudî Arabistan kralı Halid tarafından bütün İslam devlet başkanlarına armağan edilmiştir.

18 Mayıs 1982'de ölmüş, vasiyeti üzerine Karacaahmet mezarlığında Şeyh Hamdullah'ın yakınındaki kabrine, bir mi'rac kandili günü toprağa verilmiştir.

Hattat Hâmid Aytaç(1891-1982)’la Alâkalı Birkaç Not

Hat sanatına ilgi duymaya başladığım 1970′li yılların sonu ve 1980′li yıların başında, ismini en çok duyduğumuz hattatların başında merhum hattat Hâmid Aytaç gelirdi. Şüphesiz, Osmanlı bakiyyesi olarak, hayatta olan tek hattat olması, onu nazarlarımızda efsâne isim haline getirmişti. O sıralar talebesi olduğum Gaziosmanpaşa İmam-Hatip Lisesi’nde ders aldığımız, aynı okul talebesi hocamızın da hattat Hâmid Bey’in talebesi olması ve devamlı ondan bahsetmesi merakımızı kamçılıyordu. Osmanlı bakiyyesi bir insan, bir de hattat olursa acep nasıl biri olmalıydı? Muhayyilemizde hayranlıkla beraber, çocukluğun da verdiği bir hisle, ulaşılmaz efsâne bir isim canlanıyordu.

Hâmid hocanın İstanbul’daki hayatı Cağaloğlu’nda geçmiştir. Ankara Caddesi’nde Reşid Efendi Hanı onun hayatının neredeyse tamamının geçtiği mahaldir. Bendenizin çocukluk ve gençlik hayatı, pederimin görevi dolayısıyla Sultanahmed’te geçti. Mahal olarak Hâmid Bey’e yakın olmama rağmen çocukluk sâiki ile yanına gitmeye bir türlü cesaret edemiyordum. Gerçi kaldığı yeri tam olarak bildiğimi de zannetmiyorum.

Yanlış hatırlamıyorsam 1980 yılının ilkbaharında Yusuf Sezer beni yanına alarak hocaya götürdü. O günkü heyecanımı unutamam. Reşid Efendi hanının kemerli kapısından içeri girince karşımıza çıkan genişçe bir avlunun sağ tarafında sekiz-on basamaklı bir merdivenden çıkıp içeri girince, sol tarafta bulunan bir kapıyı çalarak içeri girdik. Tek pencereli on metrekarelik bir oda… Odanın sağ tarafında hocanın istirahat ettiği bir divan, pencerenin önünde hafif eğik genişçe çalışma masası, ısınma için başına basit bir başlık takılmış ufak tüp, toplam üç kişinin sığabileceği ve asla güneş görmeyen bir oda. Hocayı, resimlerde de görülen siyah kalın çerçeveli gözlük, kamburca masaya eğilmiş, soğuğun tesiriyle palto ile çalışma masasında oturmakta olduğu halde bulduk. İçeri girdiğimizde hafifçe başını kaldırıp dönerek bize baktı. Evvelâ Yusuf Bey daha sonra ise ben elini öptük, Yusuf Bey’i kahvaltı yapmak için birşeyler almak üzere pastahaneye gönderdi. Hoca ‘yı ziyaret ettiğimizde bir tuğranın dış beyzesi üzerinde çalışmakta idi. Kamış kalemin cızırtılı ilerleyişini ilk defa onun kaleminde görmüştüm. Kamış kalem bir usta hattat elinde ne de güzel yürümekteydi. Tarih konan odayı, az da olsa duvarda asılı birkaç yazı levhasını dikkatli ve meraklı gözlerle seyretmişttim. Beş-on dakikalık ziyeratten sonra tekrar hürmetlerimizi arzederek ayrılmıştık. Aynı odayı yıllar sonra, 1996 yılnda hattat Mehmed Özçay’la beraber ziyaret etmiştim. Bu sefer odanın tavanı göçmüş ve metruk bir haldeydi.

İkinci ve üçüncü defa hocayı yine Yusuf Sezer’in delâletiyle, rahatsızlığı dolayısıyla yatmakta olduğu Haydarpaşa Numûne Hastanesi’nde ziyaret etmiştim. Hoca, Yusuf Bey’e birtakım isimler vererek onları aramasını ve hastahanede bulunduğunun haber verilmesini istedi ve insanların vefasızlığından şikâyet etti. Rahmetliyi bir daha ziyaret etmek nasip olmadı. 19 Mayıs 1982 günü belediye otobüsüyle okula giderken karşılaştığım bir sınıf arkadaşım acı haberi vermişti. Okul’dan izin alarak doğruca Şişli Camii’ne cenaze namazına gittim. Kalabalık sayılmayacak bir cemaatle kılınan namazdan sonra hocayı Üsküdar Karacaahmed Mezarlığı’nda, hattat Şeyh Hamdullah mezarı yakınına defnettik.

1984 yılında Bağlarbaşı’nda İlâhiyat Fakültesi’ne kaydolunca zaman zaman Karacaahmed’e hocanın kabrine gider fatiha okurdum. Bu arada Hamid Bey’in onbeş-yirmi metre yan tarafında bulunan Şeyh Hamdullah’ı da mutlaka ziyaret eder dualar okurdum. Hâmid Bey’in kabri yıllar yılı metruk bir halde, başucunda bir iz, nişane bulunmaksızın öylece kaldı durdu. Yıllar sonra, 08. Mayıs 1997 Perşembe günü, Üsküdar Belediyesi himayesinde, Belediye Başkanı Sn. Yılmaz Bayat, üstad M. Uğur Derman, hattat Hasan Çelebi, hattat Mehmet Özçay, hattat Efdaleddin Kılıç, hattat Tevfik Kalp üstadın talebeleri Fuat Başar, İsmail Yazıcı, Muhsin Demirel ve isimlerini hatırlayamadığım ve bilemediğim birçok zevatın katılımı ile nakl-i kubûr yapılarak, bakiyye-i izâmı, hattatların kıblesi, şeyhu’l-hattâtîn Şeyh Hamdullah’ın ayakucuna defnedildi. Yaklaşık bir yıl sonra da hatat Hasan Çelebi hattı ile başucuna bir taş dikildi.

HALİM EFENDİ’YE HOCALIĞI

Hâmid Bey’le ilgili tasrih etmek istediğim diğer bir konu ise, hattat Halim Efendi’ye hocalığı ile alâkalı husustur. Bilindiği üzere Hâmid Bey bir ara Gülşen-i Maarif isimli özel bir rüşdiyede hat hocalığı yapmıştır. O sıralar bu mektepte talebe olan küçük Halim Özyazıcı’ya da yazı meşketmiştir. Bugüne kadar kaynaklarda, Hâmid Bey’in Gülşen-i Maarif’te Halim Bey’e sadece rik’a dersi verdiği yazılıdır. Oysa, 2000 yılı sonlarında ortaya çıkan Halim Bey’in yazı terekesindeki bir belgeden, Hâmid Bey’in Halim Efendi’ye rik’a yanında sülüs, nesih ve celî dîvanî dersi verdiğini anlamaktayız. Bu belgede dikkati en fazla yazı sülüsle yazdığı “rabbiyessir” duasıdır. Hattat Halim’in ileride nasıl kudretli bir hattat olacağı bu yazıdan belli olmaktadır. Gayet sağlam ve metin bir elin yazdığı belli olan bu yazı hemen göze çarpmaktadır. Yine rik’a yazıdaki keskin ve kararlı çizgiler de dikkat çekici güzelliktedir. Belgenin solt alt kısmında Hattat Hamid’in -o zaman ki ismiyle- Musa Azmi imzası ve üst tarafta “şâyân-ı takdîr” ifadeleri yer almaktadır.

Bugün artık Rahmet-i Rahman’a kavuşmuş ve tarihteki kıymetli yerlerini almış her iki üstada da Cenâb-ı Hak’tan dualar niyaz ediyoruz. Yine Mevlâmız’dan temennimiz kendilerine lâyık yeni üstadlar yetişmesi, bayrağın yere düşmemesidir. Türkiye’de ve dünyada hat sanatına alâkanın artması ve ehliyetli insanların yetişmesi bu iki üstadın ruhlarını şâdân edeceği muhakkaktır.

Yazar: Dr. Süleyman Berk



Hâmid Aytaç'ın bir eseri: İstanbul Şişli Camii'nin kapısı üzerinde Müsenne tarzında yazılmış bir kitabe örneği.

[img height=400 width=600]http://www.kalemguzeli.org/images/upload/HamidAytac_026.jpg[/img]

H.1384 (1964) tarihli. Ebrulu bordür: Mustafa Düzgünman. Boyut: 45x29 cm.


Hattat Hamid geceleri geç saatlere kadar, hattat bazen sabahlara kadar çalıştığı için gündüz çalışma masasında yazı yazarken kimi zaman elinde kalemle uyuklar.

Öyle ki, bazen harfin yarısını yazıp uyukladığı olurdu. Fakat bu halde bile eli yazının üzerinde hiç titremeden bekler, birkaç dakika sonra gözlerini açtığında kaldığı yerden aynen devam ederdi. Üstadın bu şekilde tamamladığı harfleri bozulmadan ve pürüzsüz yazması son derece enteresandır.

[img height=300 width=650]http://www.kalemguzeli.org/images/upload/HamidAytac_025.jpg[/img]

Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canımı müslüman olarak al ve beni iyilere kat. (Yusuf Sûresi, 101.ayet) Ebrulu bordür: Mustafa Düzgünman. Boyu



Son devrin büyük hattatlarından merhum Hamid Aytaç bir hatırasında şunları naklediyor:

“Bir gün cülus münasebetiyle şenlikler hazırlanırken amcazademi ziyaret için belediyeye gitmiştim, orada bir tuğra yazdım. Bunu görenler bana Sultan Hamid’in tuğralarını yazdırdılar. Üç günlük emeğime mukabil bir altun lira vermişlerdi. Sevinçle eve gelip bir altun lirayı pederime gösterince sert bir ifade ile “Nereden buldun bunu?” diye sordu. “Bulmadım, belediyede yazı yazdım. Buna mukabil bunu verdiler” dedim. Daha önce yazıya olan hevesim dolayısıyla dersimi ihmalden ötürü, pederim yeminle beni yazıdan men etmişti. Bu sefer memnun oldu ve yemin kefaretini ödeyip yazı yazmama kesin olarak izin verdi.”

[img height=300 width=650]http://www.kalemguzeli.org/images/upload/HamidAytac_008.jpg[/img]
Hayru'n nâse men yenfeu'nnâsi / İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır


Merhum Hamid Aytaç diyor ki:

“Pederim beni yazıdan men etmesine rağmen ben bir türlü vazgeçemiyordum. Uzun kış gecelerinde sabahlara kadar lambanın ışığında çalışırdım. Hatta bir gece babam “Artık yat, sabah mektebe gideceksin, kalkamazsın” dedi. Ben de “Merak etme kalkarım” cevabını verdim. Odamdan ayrılıp gidip yattı. Ben yatmadım. Biraz sonra tekrar geldi, baktı ki ben hâlâ çalışıyorum. “Ben sana yat demedim mi?” diye gürleyerek lâmbayı söndürdü. Ben çaresiz yattım fakat yazım yarım kaldı. Aklım hep ondaydı bir türlü uyuyamıyordum. Bekliyorum derin uykuya dalsınlar da kalkıp tekrar yazayım. Bir müddet geçtikten sonra tekrar kalktım, etrafı kontrol ettim. Eh tam zamanıdır, gaz lambasını yaktım yazıyı tamamlamaya koyuldum. Aksilik bu ya babam gürültüme uyanmış. “Sen tekrar kalkmışsın yazıyorsun ha!” diyerek lambayı söndürdü, kapının dışına koydu. “Hadi yat” diyerek kapıyı üstüme kilitledi. Ben de çaresiz yattım. İşte ben hep bu azimle çalışırdım. Bugünlere bu sayede geldim.”

[img height=400 width=550]http://www.kalemguzeli.org/images/upload/HamidAytac_009.jpg[/img]
Kelime-i Tevhid / Lâ ilâhe illallah Muhammedün rasûlullah / Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed O'nun Rasûlüdür


Merhum Hamid Aytaç İstanbul’a geldikten sonra da çok sıkıntılı günler geçirmiş olup buna rağmen yazı yazmaktan vazgeçmeyerek unutulmazlar arasına girmeyi başarmıştır. İstanbul’a gelişinin ilk yılları ile ilgili hatıraları da hayli ilginçtir. Şöyle anlatıyor:

-“İstanbul’a geldiğimde bir han odası tutmuş orada kalıyordum. Babam her ay bana üç altın lira gönderirdi. Daha sonra bu para kesildi. Hayli sıkıntılı günler geçirdim. Hatta bir ara üç gün aç kaldım. Devamlı yemek yediğim küçük bir lokanta vardı.

Sahibi “İstavri” adında bir zâttı. Yemek yemeye gelmeyince durumumdan şüphelenmiş. Bana “Bre ! Sen yemek yemez misin?” diye sordu. Ben de “Memleketten para gelmiyor” dedim. “Paran gelinceye kadar buradan yiyeceksin” dedi. Onun o iyiliğini hiç unutmam. Tahsil hayatım yarıda kalınca piyasada iş bulmak ve çalışmak mecburiyetinde kaldım. İlk önceleri ufak tefek işler yapıyordum. Bahsettiğim lokantacı kişi beni bir zata götürdü.”Efendinin yazısı çok güzeldir, kendisinden istifâde edebilirsin” dedi. O zât bir yerden yazı siparişi almış onları tab ediyordu. Ben yazıları eczalı kağıt üzerine yazıp kendisine veriyordum. Bu esnada Maarif Nezareti’nin (Bugünkü Milli Eğitim Bakanlığı) mekteplerde yazı hocalığı münhaldir, diye gazetelerde çıkan ilânı üzerine ben de imtihana iştirak ettim. Muvaffak olmuşum. Evraklarımı tamamlayıp gittim. Memur: “Oğlum mevzuata göre 20 yaşın bitirmiş olanlar olabilir. Senin yaşın ise 18, git yaşını büyüt öyle gel” dedi. Ben de: “Beyefendi ben yaşımı büyültsem bile hakikatte yine 18 yaşında olacağım. Bakınız benden daha yaşlılar var onlar muvaffak olamamış, ben muvaffak olmuşum. Akıl yaşta değil baştadır” dedim. Ben dışarı çıkmak üzere geriye dönerken konuşmamızı dinleyen oradaki yaşlı bir zât “Oğlum al şu kağıdı Haseki Semti’nde Gülşen-i Maarif Mektebi vardır. Oraya gel” dedi. Meğer o zat o mektebin müdürü imiş. Ertesi gün doğruca Haseki’ye gittim. O mektebin muallimi olduk. Burası özel bir mektep idi. Hocalarımdan öğrendiğim Usul-i Tedrisi burada aynen tatbik ediyordum. Talebeler arasında hayli gelişmeler olmaya başladı. Hatta öyle ki, talebeler benim gelmemi sabırsızlıkla bekliyorlardı. Ben geldiğim esnada da birbirlerine hitaben “Efendiler susun mektebin yazı hocası geldi” diyorlar. Sınıfı büyük bir sessizlik kaplıyor, ben içeri girer girmez diğer sınıfın çocukları da benim sınıfıma giriyorlardı. Hatta bu yüzden diğer muallimlerle aramız açılmış mesele müdüre kadar intikal etmişti. İşte o talebeler arasında bulunan ve bir trafik kazası neticesi vefat eden çok kıymetli talebem Halim Bey böyle yetişti.

[img height=500 width=550]http://www.kalemguzeli.org/images/upload/HamidAytac_017.jpg[/img]


Merhum Hamit Aytaç, asıl ismi Musa Azmi olmasına rağmen niçin Hamit ismini kullandığını da şu hatırasını naklederek açıklıyor:

“Kullandığım bu Hamit isminin doğuşunun lâtif bir hatırası vardır. Erkan-ı Harbiye dairesi hattatı olarak çalıştığım esnada akşamları boşta kalan zamanlarımı değerlendirmek düşüncesiyle Nuruosmaniye’ye giden yol üzerinde ufak bir dükkan vardı orayı tuttum. Akşamları mesai biter bitmez elbiselerimi değiştirip doğruca dükkana gelip çalışmaya başlıyordum. Tabii şimdi olduğu gibi o zaman da devlet memurlarının ikinci bir işte çalışmaları yasaktı. Bu yüzden asıl adımı kullanamadığım için “Hattat Hamid Yazı Evi” diye bir yazı astım. Müşteriler fazlalaşmaya başladı. Hatta, matbaa müdürü bir gün bana bu durumdan bahisle “Musa Bey, Cağaloğlu’nda Hamid isimli bir hattat var, güzel yazı yazıyor. Tahkik et onu matbaaya alalım” dedi. Fakat çok geçmeden mesele anlaşılmaya başladı. Çalıştığım müessese, askeri hizmette iken başka işlerle meşgul oluyor diye beni mahkemeye verdi. Bu yüzden hakim huzuruna çıktım. Bereket versin hakim İsmail Hakkı Altunbezer’i tanıyormuş. Ben kendisine askeri doktorların iş harici muayene açtıklarını bunlara müsaade edildiğine binaen böyle bir işe tevessül ettiğimi söyledim. Hakim de anlayışla karşılayarak bana ceza vermedi. Neticede beraat ettim. Fakat çalıştığım daire sıkıştırmaya başlayınca istifa etmek mecburiyetinde kaldım. Hamid ismi umûmileşince bir daha değiştirmek istemedim. Nüfusa tescil ettirdim. “Asıl adım Azmi iken azmettim Hamid oldum. Şimdi Allah’a hamd ediyorum. Bu imzaya çok şey borçluyum.”



Merhum Hamid Aytaç‘ın vefatı sırasında yerini vekil ve reisü’l-hattatin olarak bıraktığı Hafız Hasan Çelebi hocasının, hat sanatımızın dehalarından Mustafa Rakım’a büyük hayranlık duyduğunu belirterek şunları söylüyor:

“En çok hayranlık duyduğu Rakım’dır.” Eslafın hepsine hürmeti sonsuzdur. Her ne kadar birinin yolunu tutmamış ise de onları tenkid de ettirmezdi. ”Onlar olmasaydı biz olmazdık.” derdi. Bir gün elinde Sami Efendi’nin matbû bir yazısı vardı. Guaş boya ile (A’yın) harfinin kaşını tashih ediyorduk. “Üstadım, sizin yaptığınız daha güzel oluyor” dedim. “Hayır, bunlar üstaddır” dedi.

Amme suresini yazarken bir kelimenin istifinde müşkil kalmış, Rakım’ın Nusretiye Camii’ndeki Nebe’ Suresini gidip orada tetkike dalıyor. “Ve bir de baktım ki dört saat olmuş” diyor. Rakım’a bu kadar hayrandı. Şeyh Hamdullah’ı da çok severdi, sık sık ondan bahsederdi. Hatta ölümünden sonra oraya defnedilmesini vasiyet etti, ve bu vasiyete uyarak kendisini oraya defnettik.


Hat

MollaCami.Com