Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Ebu Hanîfe'nin Yetişmesi



Ebu Hanîfe'nin Yetişmesi

Ebû Hanîfe Hazretleri Kûfe'de yetişti, orada büyüdü. Hayatının çoğunu orada; öğrenerek, öğreterek ve savaşarak geçirdi. Elimizdeki kaynaklar babasının hayatını, ne iş yaptığını ye ahvalim anlatmıyor. Fakat onlardan bâzı ahvali hakkında işaretler çıkarmak mümkündür. Onlardan anlıyoruz ki, babası varlık sahibi bir kimsedir, tüccardandır, gayet iyi bir Müslümandır. Ebû Hanîfe'nin hayatını yazan eserlerin, çoğunun nakline göre, babası küçüklüğünde Hz. Ali'yi görmüştür. Dedesi Nevruz Bayramında ona muhallebi hediye etmiştir. Bu hâdise Ebû Hanîfe'nin ailesinin bolluk içinde yaşadığını, malî durumlarının iyi olduğunu gösterir. Büyük servet sahibi ki, Halifeye o zaman ancak zenginlerin yiyebildiği muhallebi hediye ediyorlar.
Hz. Ali'nin Sâbit'e, evlâdına hayır duada bulunduğu rivayet olunuyor. Bundan anlaşılıyor ki, Hz. Ali'yi gördüğü ve onun hayır duasını aldığı zaman, şüphesiz ki, Müslümandı. Tarih kitapları Sâbit'in Müslüman doğduğunu tasrih ederler. Bu itibarla Ebû Hanîfe hâlis Müslüman bir ailede yetişmiştir. Bütün ulemanın söyledikleri budur. Ancak sözlerine bakılmaz birkaç yan çizen bundan hariçtir.
Ebû Hanîfe'yi ulema meclislerine devama başlamazdan evvel çarşı pazara gelip giderken görüyoruz. Sonra hayatı boyunca ticaret yaptığım biliyoruz. Bu bizi, babasının tacir olduğunu söylemeye sevk ediyor. Onun kumaş taciri olduğu anlaşılıyor. Ebû Hanîfe de bu sıfatı babasından almıştır. Eskiden ve şimdi de âdet böyledir. Baba sanatı çok defalar evlâdına geçer. Bunlar bize gösteriyor ki, Ebû Hanîfe temiz bir Müslüman evinde yetişmiştir. Ailesi zengindir, ticaretle meşguldür. Dindar ailelerde olduğu gibi Ebû Hanîfe'nin de çocukluğunda Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlediğini söyleyebiliriz... Bu, hayatı boyunca onun bilinen ve görülen ahvaline uymaktadır. Zira o en çok Kur'ân-ı Kerîm okuyan kimselerdendir. Ramazanda 60 defa Kur'ân-ı Kerîm'i hatmettiği rivayet olunur. Bu haberde biraz mübalâa olsa bile onun çok Kur'ân-ı Kerîm okuduğunu göstermektedir. Müteaddit yollarla rivayet olunduğuna göre kıraat ilmini, yani Kur'ân okuma usulünü yedi Kurradan biri olan Âsım'dan almıştır.[7]

Muhiti Ve Îlme Merakı

Ebû Hanîfe'nin doğduğu yer Küfe, Irak'ın büyük şehirlerinden biri idi. Belki o zamanki iki büyük şehrin ikincisi geliyordu. Irak'ta muhtelif milletler kavimler, cemaatler vardı. Orası eski medeniyetlerin yatağıdır. Süryânî'ler orada yayılmıştı. îslâmdan önce oralarda mektepler kurmuşlardı. Bunlarda Yunan felsefesi, Iran hikmeti okunurdu. Irak'ta Îslâmdan Önce akîde meselelerinde birbiriyle mücadele halinde bulunan Hıristiyan mezhepleri vardı. îslâmiyetten sonra da çeşitli milletler ve dinler burada mevcuttu. Ara sıra kargaşalıklar, fitneler oluyordu. Siyasî fırkalar birbirleriyle çarpışıyor, akideler usul mücadelesi yapıyordu. Şîa orada bulunuyor, çölde Haricîler türüyor. Mu'tezile orada çıkıyor. Görüştükleri Ashabdan aldıkları ilmi neşreden müçtehit Tabiîn orada. Din ilminin kana kana içilen berrak menbaları oradan kaynıyor. Birbirleriyle niza hâlinde olan taifeler, birbiriyle çarpışan düşünceler, görüşler hep orada...
Ebû Hanîfe gözlerini açtığı vakit bu karışık muhiti gördü. Onun akıl ışığı yandığı zaman bütün bu görünüşler onun önünde açıldı, öyle görünüyor ki, o daha gençliğinde ömrünün ilk çağlarında bu mücadele meydanına atılmış, doğru buluşları, fitrî zekâsının verdiği kuvvetle sapık düşüncelerle savaşa atılmıştır. Fakat diğer taraftan da ticaret işleriyle meşgul oluyor, çarşı pazara gelip gidiyor, ilim meclislerine az devam ediyordu. Ulemadan bâzıları ondaki bu parlak zekâyı, ilmî aklı sezdiler. Bunların hepsinin yalnız ticaret uğrunda harcanmasına acıdılar. Onun ticaret işleriyle olduğu gibi ilim meclisleriyle de alâkalanmasını tavsiye ettiler. Ebû Hanîfe bu hususta kendisi şunu naklediyor:
«Günün birinde Şa'bi'nin yanından geçiyordum. Beni çağırdı ve bana:
— Nereye devam ediyorsun? dedi. Ben de:
— Çarşı pazara, dedim.
— Maksadım o değil, ulemadan kimin dersine devam ediyorsun? dedi.
— Hiç birinin dersinde devam üzere bulunamıyorum, dedim.
— İlmi ve ulema ile görüşmeği sakın ihmal etme, ben senin uyanık ve canlı bir genç olduğunu görüyorum, dedi. Onun bu sözü benim içimde iyi bir tesir bıraktı. Çarşı pazar işlerini bıraktım, ilim yolunu tuttum. Allah'ın inayetiyle Şa'bî'nin sözünün bana çok faydası oldu.»[8]

Bu kıssa bize şunları göstermektedir:
1- Ebû Hanîfe hayatının ilk zamanında ticaretle meşguldü. Ulema meclislerinde sık sık bulunamıyordu. O fıkıhta müstakil bir mezheb sahibi olacak bir âlim olmak emeliyle değil, tacir olmak arzusiyle hayata atılmıştı.
2- Ebû Hanîfe'nin yüzünde keskin zekâ işaretleri, kuvvetli fikir emareleri okunurdu. O derece ki, bunlar onu görenlerin dikkat nazarını çekti ve Sa'bî'nin ona neler dediği yukarıda geçti. Acaba onun ilmî meyli, fikir yönelişi hangi şeylere karşı daha fazla idi? Ulema ile görüşmesi nasıldı? Öyle anlaşılıyor ki, Irak'ta hâkim olan fikir havasının içinde bulunduğundan muhtelif zümrelerin yaptığı münakaşalara o da karışıyordu. Babasının iyi yetiştirdiği ve bilgiden nasibi olan her uyanık genç gibi o da bu işleri konuşabiliyordu. Bâzı derneklerde, toplantılarda, hattâ çarşı pazarda tesadüfen bazı kimselerle münakaşa yapıyor, sapık fırkalarla mücadele ediyor, kendini gösteriyordu. Böylece Sabî gibi bâzı adamların dikkatini çekti. Anlaşılıyor ki, onun fikri ve görüşleri ehl-i sünnet ve cemaat görüşüne uygundu. Onlardan ayrılır yeri yoktu. Bu bize onun gençliğinde kelâm ilmiyle meşgul olmasını izah etmektedir. Kelâm mes'elelerine dalmış birçok taifelerin, sapıkların başlarıyla münakaşalar yapmıştır.
3- Sabî'nin öğüdünden sonra Ebû Hanîfe ilme sarıldı. Ulema meclislerine devama başladı. Ticaret işlerine az bakar oldu. Bu ticaretten büsbütün el çekti demek değildir. Onun târihinde sabit bir gerçektir ki, o ilimle iştigal ile beraber ayni zamanda ticaret sahibi idi. Ticareti ortakları vasıtasiyle işlettiği anlaşılıyordu. Ortağına tam güven vardı, ticaretini ona işletirdi. Ancak ticaretin nasıl gittiğini, işlerin yolunda olup olmadığını, ticarette dînin icaplarına uyup uymadığını anlamak için ortağına uğrar, kontrol ederdi. Hakkında söylenen haberlerin mümkün derecede birbirine uygun düşmesi için onu böyle tahmin edebiliriz.


Baştan Kelama Hevesi, Sonra Fıkha Dönüşü

Sabî'nin tavsiyesinden sonra Ebû Hanîfe bütün varlığıyle İlme sarıldı. Ders halkalarına devama başladı.
Fakat acaba hangi nevi' ilim halkalarına merak etti. Tarihî kaynaklardan çıkarabildiğimize göre o devirde ilim halkaları başlıca üç nevi'di.
1- Akıt usulleri müzakere olunan halkalar; kelâm dersleri ki, çeşitli taifeler bunlara karışırdı.
2- Hadis halkaları; Hadîs-i şerifler, bunlarda rivayet ve müzakere olunurdu.
3- Fıkıh halkaları; Kitap ve Sünnet'ten hüküm çıkarma usulü, vukubuîan hâdiseler hakkında nasıl fetva verileceği bunlarda okunurdu.
Bu hususta önümüzde üç türlü rivayet var: Birincisine göre Ebû Hanîfe,, içinde ilim aşkı doğup da derse başladığı zaman, devrindeki ilimlerin arasından fıkıh ilmini seçti. Diğer iki rivayete göre ise: Evvelâ kelâm ve münazara ilmine başlamış, sonra fıkha merak etmiş ve bütün varlığını ona vermiştir.

Bu husustaki üç rivayet şöyledir:[9]
1- Talebesi Ebû Yusuf başta olmak üzere muhtelif kimselerden şöyle rivayet olunuyor:
Kendisine sormuşlar:
— Fıkha nasıl başladın?
— Anlatayım, demiş: Bu Allah'ın tevfik ve inayetidir, O'na daima hamd olsun. Ben öğrenmeğe başladığım zaman bütün ilimleri göz önüne aldım. Herbirini kısım kısım okudum. Sonunu ve faydasını düşündüm. Kelâm ilmine başlayacağım, dedim. Sonra baktım, akıbeti kötü, faydası az, insan kelâmda olgunlaşsa aşikâre konuşamaz, her kötülüğü ona yaptırırlar, heves ve arzusuna uyuyor. Derler. Bundan vaz geçtim. Sonra edebiyat ve nahve baktım. Onun da sonu, bir çocukla oturup ona nahiv, edebiyat öğretmekten ibaret. Şairliğe baktım. Onun da neticesi ya methederek dalkavukluk yapmak veya hicvetmek. Yalan sözlerden ve dîni hırpalamaktan ibaret. Sonra kıraat ilmini düşündüm. Dedim ki, onu elde edersem ne olacak : Gençler etrafıma toplanacak, bana okuyacaklar, ben dinleyeceğim. Kur'ân-ı Kerîm ve mânâları hakkında söz söylemek güç. Öyle ise Hadis öğreneyim dedim. Fakat çok hadis toplayabilmek uzun ömür ister, tâ ki bana muhtaç olup baş vursunlar. Beni arayıp müracaat edecekler ise yeni yetişenler, gençler olacak. Belki iyi beleyemeyecek. Yalan söylemekle itham ederler, bednam olurum ve bu kıyamete kadar gider. Sonra fıkha baktım. Ona baktıkça gözümde değeri arttı. Onda bir eksiklik bulamadım. Baktım ki ulema ile, fukahâ ile, üstadlarla bir arada oturmak, onlar gibi ahlâklı olmak var. Aynı zamanda farzları işlemek, dînin icaplarını yerine getirmek ibâdet etmek de onu bilmekle olacak. Dünya ve âhiret onunla kaim... Onun sayesinde dünyayı isteyen büyük mevkilere yükselir. İbadet etmek isteyen onsuz yapamaz... Kimse ilimsiz ibadet yaptığım söyleyemez. Fıkıh, ilimle ameldir.»

«Bu rivayetten anlaşılıyor ki, Ebû Hanîfe Hazretleri asrında yayılmış olan ilimlerin hepsini denemiş, içlerinden en beğendiğini seçmiş, onda mütehassıs olmuştur. Demek o, devrindeki ilimlerin hepsini bilen kültürlü bir insandı. Sonradan bütün varlığıyla fıkha sarılmıştır. Fıkha sarılması, baştan diğer ilimleri elde edip hepsinde malûmat sahibi olduktan sonra olmuştur.

2- Yahya b. Şeyban rivayet ediyor, Ebû Hanîfe şöyle demiştir :
«Ben, kelâmda, münazarada kuvvetli olan bir kimseydim. Bir müddet bununla uğraştım. Münakaşalar yapıyor, kelâmı müdafaa ediyordum. Bu münazara ve mübahase erbabının çoğu Basra'da bulunuyordu. Yirmi defadan fazla Basra'ya gidip geldim. Orada bir sene kadar daha az veya daha çok kaldığım olurdu. Haricîlerden Ibaza, Sufriyye vesair fırkalarla münakaşa yaptım. Kelâm ilmini ilimlerin en efdalı sayıyordum. Kelâm dînin aslıdır, derdim.
Ömrümün birazı böyle geçtikten sonra, kendi kendime düşündüm. Dedim ki: Hz. Peygamber'in ashabı olsun, Tabiîn olsun, bizim erebileceğimiz şeylerin hiçbiri onlardan kaçmış değildi. Onlar bu hususta daha kuvvetli idiler. Bunları daha iyi bilirler, her şeyin hakîkatına vakıftılar. Bununla beraber keîâm mes'elesine dalmadılar, münakaşa ve mücadele yapmadılar. Kendilerini tuttular, hattâ bunlara dalmaktan nehyettiler. Onlar şeriat meselelerine, fıkıh bablarına sarıldılar. Onların sözleri hep fıkıh hakkında idi, oturup bunları konuşmuşlar, halka bunları öğretmişler, bunları öğrenmeğe Müslümanları davet etmişler. Fetva veriyorlar, fetva alıyorlar. İlk Müslümanların devri. Sahabe zamanı böyle imiş. Arkalarından Tabiîn aynı izden gittiler. îşte onların bu vasfolunan ahvali böylece canlanınca münazaralara, münakaşalara son vererek kelâm ilmini bıraktım. O kadarla iktifa ettim. Selefin[10] bulunduğu hallere döndüm. Onların izine koyuldum. Onların yaptıklarını yapmağa başladım. Bu mevzuları iyi bilenlerle beraber bulundum. Zira baktım ki, kelâmla uğraşanların simaları eskilerin siması. gibi değil. Onların yolu sâlihlerin yoluna benzemiyor. Kalbleri katı, yürekleri taş gibi. Kitaba, Sünnete, sâlihîne karşı gelmeye hiç aldırış etmiyorlar. Ne takvaları var, ne de korkuları!»

3- Talebesi İmam Züfer b. Hüzeyl anlatıyor: «Ebû Hanîfe derdi ki, baştan kelâmla meşgul olurdum. Bunda parmakla gösterilir bir dereceye ulaşmıştım. Mescit'te Hammâd b. Ebî Süleyman'ın ders halkasına yakın bir yerde oturuyordum. Günün birinde bir kadın gelerek bana: «Bir adamın câriye bir karısı var, onu Sünnet üzere boşamak istiyor, kaç talâk vermeli? diye sordu. Ben de bunu Hammâd'a sormasını ve dönüşte bana da haber vermesini söyledim. Hammâd'a sormuş, o da şu cevabı vermiş:
«Hayızdan temiz olduğu sıra onu bir defa boşar, bekler, iki defa hayız görüp de yıkandıktan sonra kocaya varması helâl olur.» Bundan sonra bana kelâm lâzım değil dedim, ayakkabılarımı alıp Hammâd'ın dersine gelip oturdum. Onu dikkatle dinliyor, söylediği mes'eleleri belliyordum. Ertesi gün müzakere yoluyla yoklama yapılınca ben bellemiş olurdum, diğer talebeler ise yanılırlardı. Bunun üzerine üstadımız Hammâd: Benim yanıma, ders halkasının başına Ebû Hanîfe'den başka kimse oturmıyacak, dedi.»

Bu Üç Rivayetin Arasını Buluş

İşte üç rivayet böyledir. Bunlar bir kaç yolla naklolunmuştur. Rivayetlerin ibareleri, kısalık ve uzunluk bakımından türlü türlü ise de maksat ve mânâ birdir. Birinci rivayetten anlıyoruz ki, Ebû Hanîfe yukarıda da işaret ettiğimiz gibi bütün ilimlerden nasibini aldıktan sonra fıkhı seçmiştir. Diğer iki rivayet ise ilm-i kelâmda son derece maharet sahibi idi, sonra fıkha döndü, diyor.
Birinci rivayetle ikinci rivayet arasını birleştirmek kolaydır. Çünkü birinci rivayet kelâm öğrenmedi, demiyor, kelâm meselelerinde münazara ve mübahase yaptığını reddetmiyor. Belki kelâm bildiğine işaret bile ediyor. Diğer iki rivayet, kelâmda münazara ve münakaşa yaptığını, bu işten son derece zevk aldığım sarahaten söylüyor. Hattâ muhtelif fırkalarla münakaşa için Basra'ya bile gidermiş. Demek birincinin işaret ettiğini, diğer iki rivayet açıklıyor. Ve hepsinden çıkan netice sonradan fıkha merak etmiş olduğudur.


[7] İbni Hacer Heysemî, Hayratu'l-Hisan, s. 265 Hayriye tab'ı.
[8] Mekkî, Menakıb-ı Ebû Hanife, c. 1, s. 59
[9] Bu rivayetlerin üçü de Tarih-i Bagdad'ta, Mekki menâkıbinda, îbn-ı Bezzâzi menâfcıbında, îbn-ı Hacer Heysemi'nin Hayratu'l-Hisan'mda ve sairede muhtelif ibarelerle zikrolunmuştur.
[10] Eserde geçen bu gibi tabirleri açıklayalım:
Selef: Fukahaca Ebû Hanife'den Muhammed b. Hasan'a kadar olanlardır.
Halef: Muhammed b. Hasan'dan Şemsü'l-etimme Halvâniye kadar olanlardır.
Sadr-ı evvel: İlk üç asırdaki zevatın zamanı.
Mütekaddimun; Şemsü'l-eimme Halvânîden öncekiler.
Müteahhırin: Şemsü'l-eimme Halvânî'den Hafızuddin Buhari'ye kadar olanlar.
Şemsül-eimrae: Büyük ulemadan bazısının lâkabı olup mutlak söylenince Şemsü'l-eimme Serahsî kasd olunur. Diğerleri adıyla ve nesebiyle söylenir,
Şeyhü'l-islâm: Fetva ve kaza sahibi büyük fufcahaya verilen bir unvandır, sonraları resmi makam unvanı oldu.
Amme; Ekseriyet manasınadır.
Hasan: Mutlak olarak söylenirse fıkıh'ta Hasan b. Ziyad Lülü-i, tefsirde ise Hasan-ı Basri kasd olunur.
imam: Fıkih'ta Ebû Hanîfe, Usul ve kelâmda Fahreddin Râzî sayılır. Dört İmanı: Ebû Hanîfe, Şafii Mâlik ve Ahmed b. Hanbel'dir.
Üç İmam: Ebû Hanîfe, Ebû Yusuf ve Muhammed b, Hasan'dır.
Şeyhayn: Fıkıhta Ebû Hanîfe ile Ebû Yusuf'tur. Hadiste Buharı ile Müslim'dir, islâm tarihinde Hz. Ebû Bekir ile Ömer'dir.
Tarafeyn : Ebû Hanîfe ile Muhammed'tir.
Sahibeyn: Ebû Yusuf ile Muhammed'tir. îmameyn de böyledir.
Mütercim


Hanefi Mezhebi

MollaCami.Com