Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


FİLİSTİN




Binlerce yıllık tarihi geçmişe sahip olan Filistin toprakları, geçtiğimiz yüzyıl içerisinde dünya gündeminden düşmeyerek uluslararası hareketliliğin merkezini oluşturdu. Dini, siyasi ve kültürel açıdan taşıdığı anlamı ve Doğu Akdeniz’i tutan tarifsiz jeopolitik önemi, Filistin’i değerli kılmaya fazlasıyla yetmektedir.
Filistin, Hz. İbrahim’in kendisi gibi peygamber olan iki oğlu Hz. İsmail ve Hz. İshak’ın soyundan gelen Müslüman ve Yahudiler (İsrailoğulları) ile ve Hz. İsa’nın doğum ve mücadele yeri olması özelliği ile kutsal yerlerin bulunduğu, dini boyutu yüksek olan bir coğrafyadır. Yahudilerin kökenlerini Hz. İbrahim’e dayandırarak buradaki varlıklarını haklı gösterme çabaları; Hz. Musa’nın ilahi emirleri almak için bulunduğu Tur Dağı’ndan henüz geri dönmeden Allah’a şirk koşarak buzağıya tapmaları, Allah’ın kendilerine vazettiği Tevrat’taki emirleri değiştirmeleri ve peygamberlerini öldürmeye varan aşırılıkları ile birleştirildiğinde, topluluğun esasen dine bakışlarındaki tezat ortaya çıkmaktadır. Hz. Yakup’u (haşa) Allah ile güreştiren ve galip getiren bir zihniyetin Allah inancı ise aslında apaçıktır.
İsrailoğulları MÖ 2000’lerde ulaştıkları Filistin topraklarından Babil Krallığı ve Roma İmparatorluğu dönemleri ile Haçlı işgalinde büyük katliamlara uğrayarak sürülmüşlerdir. Halbuki Yahudiler, Hz. Ömer döneminde Kudüs kapılarının Müslümanlara açılmasıyla başlayan dönemde ve ardından Selahaddin Eyyubi ve dört asır sürecek olan Osmanlı döneminde bu topraklarda barış ve esenlik içerisinde yaşadılar. Hatta Endülüs’te batı çılgınlığına kurban olmak üzere olanlar, Rusya’da ve Avrupa’da bulunan Yahudiler de yine Müslüman topraklarına kabul edilmişler ve burada emniyet içerisinde yaşamışlardır.
19. yüzyıl, Avusturya-Macaristan, İngiltere ve Rusya gibi güçlerin dünya siyaset arenasına damgasını vurduğu Osmanlı Devleti’nin ise zayıflamaya başladığı bir dönem oldu. İmparatorluğun geniş sınırları artık dış güçlerin müdahale alanları haline geldi. Bu dönemde Avrupa’da bir Yahudi devletinin varlığına hayır diyen Avrupalı güçler, 1897 yılında yapılan I. Siyonist Kongresi ile başlayan ve „Halkı olmayan bir ülkeyi, ülkesi olmayan bir halka devredin...“ sloganı ile Filistin topraklarında bir Yahudi devlet kurma fikrini öngören süreci hararetle desteklediler.
I. Dünya Savaşı sırasında Ortadoğu’da İngiltere ve Fransa arasındaki Sykes-Picot paylaşımı ve bir sene sonra 1917 Balfour Deklarasyonu, Yahudilere bu toprakları resmen açarken, aynı zamanda İngiliz mandası ile birlikte bölge yavaş yavaş anarşinin kucağına bırakılıyordu. II. Abdülhamid’i aşmayı başaramayan Yahudiler, padişahın büyük önlemler aldığı bu topraklarda artık Hagana, Stern ve Irgun gibi çetelerle Müslümanlara karşı her türlü saldırıyı sistematik bir biçimde devam ettirir olmuşlardı.
II. Dünya Savaşı sonrası bölgede İngiltere’nin yerini ABD aldı. 1948 Mayısında ise Filistin topraklarında Batı desteği ile İsrail devleti kuruldu. Bu devlet daha kurulmadan gerçekleştirilen Deir Yasin gibi katliamlar, aslında Ortadoğu’da yeni ve daha büyük bir istikrarsızlığın habercisiydi.
1948’den itibaren gerçekleşen Arap-İsrail savaşları, Yahudilerin almaya devam ettiği güçlü Batı desteğinin yanı sıra Arap ülkelerinin Filistin konusundaki tutarsızlıklarını ve samimiyetsizliklerini de ortaya koymaktaydı. 1967 savaşında İsrail’e topraklarını kaptıran Mısır, Ürdün ve Suriye’nin soruna daha çok bir iç politik malzeme olarak yaklaşmaları ve kendi kayıplarının peşine düşmeleri, ortak bir hareket planı ortaya koyamamaları ile birleşince sürecin Filistin aleyhine işlemesi kaçınılmaz bir hal alıyordu.
Soğuk Savaş döneminin çift kutuplu ekseninde Filistin’de dengeler çok fazla değişmedi. İsrail, 1967 savaşı ile Kudüs dahil tüm Filistin’i ele geçirerek topraklarını üç misli artırdı. 1973 savaşı ise İsrail’in elini büsbütün güçlendirdi. Her savaş ve katliam sayıları milyonlarla ifade edilen yeni Filistinli mültecileri çıkardı. BM’de alınan 200’ün üzerinde karar ya BM Güvenlik Konseyi’nden ABD vetosuyla döndü ya da herhangi bir yaptırımı olmayan bu kararlar İsrail’in keyfi uygulamaları ile su üzerine yazılmış maddeler olarak kaldı.
1970 yılındaki Kara Eylül olaylarında Ürdün Kralı Hüseyin’in İsrail desteği ile binlerce Filistinliyi katletmesi, İsrail’in 1982 Lübnan işgali ve Sabra-Şatilla Katliamları ile baskılar Filistin topraklarının dışında da devam etti. İsrail’in en gelişmiş silahlarla yürüttüğü bu sınırsız ve dayanılmaz baskılar, Filistinlilerin kadın-erkek, yaşlı-genç bir bütün olarak taş ve sopalarla bayrak açtıkları İntifada’yı başlattı.
Soğuk Savaş sonrası dönem Ortadoğu’da yeni kırılmalar meydana getirdi. Irak’ın Kuveyt’e girmesi ve ABD’nin 1991 Irak müdahalesi bu döneme kadar bölgede devam eden güçlü Sovyet etkisini ortadan kaldırırken tek kutuplu düzeni başlatıyordu. Bu dönemde İntifada’nın güçlü etkisi ve ABD’nin küresel aktör olma çabaları birleşince İsrail masaya oturtuldu ve Ortadoğu Barış Süreci başladı.
Oslo Barış Anlaşmaları ile önemli bir ivme kazandığı sürekli olarak tekrarlanan Ortadoğu Barış Süreci’nde Filistin tarafı çok önemli tavizler vermeye zorlandı. Likud ve İşçi Partilerinin liderleri dahi Oslo sürecinin Filistinlilerin aleyhine olduğunu gizleme gereği duymadılar. Dikkatlice bakıldığında Oslo sürecinin, Filistinlileri kuşatma altındaki bölgelere ayırmak ve bu bölgeler arasına Yahudi yerleşimciler yerleştirmek suretiyle muhtemel Filistin devletinin toprak bütünlüğünü engellemek üzere dizayn edildiği görülür. Örneğin Gazze ve Eriha, İsrail denetimindeki kilometrelerce toprak ile birbirinden ayrılmıştır. Ayrıca Oslo’dan önce Gazze ve Batı Şeria’da yasadışı 110.000 Yahudi yerleşimci varken, Oslo’dan sonra bu sayı 195.000’e çıkmıştır. Yahudi yerleşimcilerin sayısı bu şekilde Filistin bölgelerinde çığ gibi artarken, beş milyon Filistinli mülteci çok zor şartlar altında her türlü mahrumiyet içerisinde yaşam mücadelesi vermektedir.
Filistinlilerin II. İntifada’yı başlatmalarına sebep olan en önemli nedenlerden biri hiç kuşkusuz Oslo Barış Anlaşmalarının getirdiği söz konusu adaletsiz ve tatminsiz ortamdı. Oslo anlaşmalarında, kolay konular gündeme alınırken, çözümü zor konular (Kudüs, yerleşimciler, mülteciler ve Filistin devletinin kurulması) nihai statü görüşmelerine bırakılmıştı. Nihayet 2000 yılının Temmuz ayında taraflar çözümü zor olan temel meseleleri görüşmek üzere Camp David’de biraraya geldiler. Ancak Amerikan Başkanı Clinton’un İsrail’in tezlerini destekleyen önerileri Filistin lideri Arafat tarafından kabul edilmedi.
2002 yılının Mart ayında İsrail, Filistin otoritesinin tüm kurumlarını hedef alan yoğun saldırılarına başladı. İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Filistin Lideri Yaser Arafat’ı uzun süre Ramallah’taki karargahında kuşatma altında tutması, Filistin Otoritesine ait karakolları ve tüm binaları saldırıların hedefi haline getirmesi, İsrail’in Ortadoğu Barış Süreci’nde Filistinlilere „lütfedilen“ her şeyi geri alma hevesinde olduğunun göstergesiydi.
Ş, Ortadoğu’daki şiddeti durdurmaya yönelik olarak gerçekleştirilen tüm inisiyatifleri Amerika’nın da ses çıkarmamasını fırsat bilerek boşa çıkardı. Kasım 2000’de ABD Senatörü George Mitchell Başkanlığında oluşturulan Mitchell Komisyonu’nun hazırladığı raporda İsrail’den yerleşim bölgesi inşasını bir an önce durdurması istendi. İsrail tarafı, „Filistin’in şiddeti durdurmasına“ yönelik çağrıyı dile getirirken, Filistin tarafı da raporun „İsrail’in yeni yerleşim yerleri inşa etme faaliyetlerini durdurması“ noktasından raporu değerlendirdi. İsrail yerleşimciler sorununun, iki tarafın da daha önce anlaştığı üzere, Kudüs, mülteciler ve sınırlar sorunuyla birlikte nihai görüşmelerin bir parçası olduğunu belirterek, bu sorunun diğerlerinden ayrılması gerektiğini söyleyen bir anlaşma bulunmadığını belirtti. Amerikalı diplomat Tenet’in planı ise yedi günlük bir sükunet döneminden sonra barış masasına oturulması çağrısında bulunarak İsrail’in ekmeğine yağ sürdü.
İo gün bugündür bazen esnek açıklamalar yapmakla birlikte, „Filistinliler şiddete son vermeden barış masasına oturulamayacağı“ ifadesini tekrarlamaktadır. 11 Eylül saldırılarının oluşturduğu uluslararası ortam da hiç şüphesiz Şaron’un bu kadar pervasızca davranmasında önemli rol oynamaktadır.
İsrail II. İntifada sürecinde baskı ve katliam politikalarında geri adım atmayı hiç düşünmedi. Bilakis ABD’nin sözde „teröre karşı savaş“ ittifakının en güçlü destekçisi olan İsrail, Filistin kentlerine en gelişmiş silahlarla girdi. Refah, Cenin, Nablus, El-Halil ve daha birçok yerde gerçekleştirilen katliamlar karşısında BM soruşturma açmayı bile beceremedi; çünkü İsrail BM’nin gözlemcilerini kabul etmeyeceğini söylüyordu.
2002 Eylülüne gelindiğinde Ortadoğu Dörtlüsü adı verilen ABD, Rusya, AB ve BM tarafından iki devletli bir çözüm önerisi sunan Ortadoğu Yol Haritası ortaya kondu. Diğerleri gibi mevcut durumu yasallaştırmaya çalışan ve Filistin’in elini kolunu tamamen bağlayan bu anlaşma pratikte Filistin tarafına yönelik her türlü yaptırımdan bahsederken, İsrail’in ise 28 Eylül 2000’den itibaren işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngörmekteydi. Fakat İsrail, yeni imzaladığı bu anlaşmaya ve daha öncekilere rağmen Yahudi yerleşim birimi inşasına devam ettiği gibi, daha da insanlık dışı olan ve eşi benzeri görülmemiş bir duvar projesini uygulamaya koydu. Sekiz metre yüksekliğinde ve 730 km. uzunluğunda olması planlanan duvar Batı Şeria’yı tamamen dünyadan tecrit ederken İsrail, bu yolla Filistinli intihar eylemcilerini durdurmayı hedeflediğini söylüyordu. Tamamlandığında 200.000 Filistinliyi mağdur bırakacak olan duvar, aynı zamanda Batı Şeria’nın %45’ini daha İsrail kontrolüne sokacaktır.
İsrail’in utanç abidesi olan duvar tartışmaları henüz devam ederken, bu kez Mart 2004’te bizzat İsrail başbakanı Ariel Şaron tarafından yürütülen ahlaksız bir operasyon ile Filistin’in manevi önderi Şeyh Ahmet Yasin şehit edildi. Bu füzeli saldırı tüm dünyada İsrail’e olan nefreti bir kez daha tazeledi ve Ortadoğu Yol Haritası adlı son barış planı (!) da tarihteki yerini aldı. ABD’nin vetosuyla BM’nin olayı kınamasına bile müsaade etmemesi, bölge dengelerinin nasıl yürütüldüğü konusunda bilgileri de pekiştirdi. Ayrıca uluslararası arenada tanınmış bir yönetimin başkanı olan Arafat’ın da suikast düzenlenecek liderler arasında gösterilmesi, İsrail’in hukuk tanımayan tavırlarının geldiği boyutun görülmesi açısından manidardır. İsrail çılgınlığının nereye kadar varacağı ve terörün asıl kaynağı olan İsrail’e kimin dur diyeceği ise asıl merak edilen sorular arasında.
Şaron’un provakatif Kudüs ziyaretiyle başlayan ve II. İntifada dönemi olarak adlandırılan yeni dönemde Filistin ve Kudüs meselesi sadece Filistinlilerin değil, tüm Müslümanların ve insanlığın meselesidir. Dünyanın en stratejik bölgesi sayılabilecek olan Ortadoğu’nun merkezi konumundaki Filistin, daha uzun yıllar gündemde olmaya ve belirleyiciliğini korumaya devam edecektir.
Her yönüyle Filistin meselesinin ele alındığı bu çalışma, konunun daha iyi anlaşılmasına ve Türk kamuoyundaki duyarlılığın artırılmasına katkıda bulunmayı amaçlamakta ve „Filistin ve Kudüs bilinci“ oluşturmayı hedeflemektedir. Zira dini, siyasi, askeri ve stratejik açılardan büyük ehemmiyeti bulunan Filistin ve Kudüs, kapsamlı bir şekilde tanınmadığı ve kavranmadığı sürece „kutsal topraklar“a yönelik gayretlerimiz ve çözüm önerilerimiz de çok sağlıklı olamayacaktır

.Merhameti olmayana ,MERHEMET OLUNMAZ.

duyarlılıgınız ve konuya ilginiz için tşkkr ederim.



tesekkurler leyya kardesim...
bu konu icin...

bu fotograflara bakarken lutfen cocuklarin yuzlerindeki ifadelere iyi bakin
fotograf diyip gecmeyin...


filistinli bir baba ...



four Palestinian children

filistinli bir anne cocuklariyle beraber ....

bir baska israil ataginda olen kardes filistinli cocuklar ...




Vatan namustur, Vatan şereftir,
Vatan korunacak tek hedeftir.

Vatan sevdadır, Vatan aşktır,
Vatan için fedakârlık bir başkadır.

Vatan candır, Vatan kandır,
Vatana sahip çıkmak, imandandır.

ayni aileden israillilerin oldurdugu 3 masum cocuk...







Dünya Tarihi

MollaCami.Com