Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


Genetik Mühendisliği (Jurassic Park sadece bir film değil miydi?)

Genetik Mühendisliği (Jurassic Park sadece bir film değil miydi?)

Muhammet MERTEK

Steven Spielberg’in Jurassic Park adlı filmi, “şimdiye kadar en çok kişinin seyrettiği film” ünvanını aldıktan sonra, gen mühendisliğine duyulan alaka artmaya başladı. Michael Crichton’un bir romanından uyarlanan Jurassic Park, gerçek hücre kültürlerine ait bir takım görüntüler, animasyon ve simülasyon teknolojileri ile birlikte kullanılarak, laboratuarda, DNA’ları çoğaltma yoluyla “yetiştirilen” dinozorların hayali olarak bir parkta geçen vahşi hayatlarını anlatan bir bilim kurgu filmidir. Önce film, sonra da roman, medya tarafından abartılı bir şekilde işlendi. Jurassic Park “teknoloji aşığı bir film”, “mikroçip çağının bütün eğlence unsurlarını ihtiva eden bir eser” olarak tanıtıldı. Film sayesinde dikkatler moleküler biyolojiye çekildi. Ahlaki değerlerden mahrum genetik mühendislerinin, dünyamızdaki ekolojik dengeyi bozabilecekleri gözler önüne serildi.

Bu filmde milyonlarca yıl önce amber içinde fosilleşen kan emici böceklerden birinin içinden dinozora ait hücreler çıkarılarak, bu hücrelerdeki DNA, laboratuar şartlarında çoğaltılmıştır. Böylece bir dinozorun muhtemelen yeniden meydana gelebileceği fikri işlenmiştir. Bu arada Kaliforniya Üniversitesi’nden bu fikri ilk kez ortaya atan George Poinar ve arkadaşları da çalışmalarını sürdürüyorlardı. Filmin gösterime gireceği sıralarda Poinar, dinozorların çağına ait genetik bir materyalin ilk örneklerini tespit ettiklerini açıkladı. Sıvı azot yardımıyla açtıkları bir amber içinde muhafaza edilmiş 120 milyon yaşındaki bir böcekten DNA örnekleri çıkarmayı başarmışlardı. Ancak filmde tek gerçek olan bu tespit abartılarak fantezi şeklinde işlenmiştir. Çünkü bir dinozorun oluşması sadece genetik bilgiye (DNA) bağlı olmayıp, onbinlerce farklı proteine ait bilgilerin uygun zamanda, uygun yerde, uygun şartlarda gerekli miktarda ve sürede koordineli bir şekilde proteinlere dönüştürülmesi (yani canlının hücrelerinin bu bilgileri farklı şekillerde kullanmasıyla görülen gelişme ve büyüme) neticesinde, hayat dediğimiz İlahi tecelli ortaya çıkmaktadır.

Nesli tükenmiş hayvanlara ait DNA’ların eksiksiz örneklerini tespit etmek oldukça güçtür. Hepsi tespit edilse bile bunların, bir düzen içerisinde ve bir arada insanlar tarafından proteinlere, hücrelere, dokulara, organlara ve sistemlere dönüştürülmesi kesinlikle imkânsızdır.Bütün canlılar binlerce ortak genetik bilgiye sahip olmakla beraber, onları birbirinden ayıran şey, bu bilgilerin düzenlenişi, kullanılış tarzları ve birbirleriyle etkileşimlerindeki farklılıklardır.

İlmi düşünce ve metodlarla, teknikle insanların yapabildiği tek şey, Allah’ın yarattığı kanunları keşfedip bunlara uyarak, var olan şeyleri kullanmak suretiyle mevcut canlıların bazı özelliklerini değiştirerek sadece melez türlerin oluşmasına sebep olmaktır. Mesela 18 Eylül 1993 tarihli Economist dergisinde yayımlanan bir makalede, bilim adamlarının, 4 saatlik bir sinek embriyosundaki gelişmekte olan organların fonksiyonlarını nasıl değiştirdikleri anlatılmaktadır. Fakat maalesef medya, bu sınırlı çalışmaları mübalağalı bir şekilde takdim ederek bilim adamlarının sanki bir şey “yarattıkları” -haşa- şeklinde yanlış bir imaj vermektedir.

Peki, bütün bu çalışmaların neticesinde bizleri neler bekliyor? Ortaya çıkmakta olan bu “melez” canlılar ve acube-i hilkat mahlûklarla birlikte yaşayabilecek miyiz? Yoksa Kur’an-ı Kerim’de bahsedilen “dabbe” (Nemi, 27/82) böyle bir mahluk mu?

Günümüzde gen mühendisliği ticari bir teşebbüs haline gelmektedir. Zira hırslı girişimciler kar gayesiyle mevcut çalışmaları kendi arzuları istikametinde yönlendirebilmektedir. Özel sektördeki bazı ilaç firmaları, insan insülin genlerini bakterilere aktarmışlar ve şeker hastalarının tedavisinde kullanılan insülini piyasaya sürmüşlerdir. Bugün kan kanserine yakalanmış çocuklara sağlam kemik iliği transferi yapılmakta ve belli oranda başarı sağlanmaktadır. Şimdilerde ise bu çalışmaları hücre yapılmakta ve belli oranda başarı sağlanmaktadır. Şimdilerde ise bu çalışmaları hücre seviyesinden gen seviyesine taşıyarak hatalı genleri sağlam genlerle değiştirme faaliyetleri devam etmektedir. Bu noktadan bazı irsi hastalıkların tedavileri yakın bir zamanda mümkün olabilecektir.

Ziraat sahasında da büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Nüfusun hızla arttığı, toprak, hava ve suyun kirlenmekte olduğu ve iklim şartlarının her yerde tarım için elverişli olmadığı bir dünyada bilim adamları çözümler bulmaya çalışmaktadırlar. Geliştirilen tekniklerle ziraat ve hayvancılıkta eskiye nazaran çok daha bol ürün elde etmek artık mümkündür. Bitkilerin melezlenmesinde veya hayvanlardan daha çok süt ve et elde etmekte, büyüme hormonlarının kullanıldığı herkesin malumudur. Tarıma elverişli görülmeyen yerlerde, genetik mühendisliğinin teknikleriyle plasmidlerde (gen naklinde kullanılan taşıyıcı yapılar) ve bakterilerde çoğaltılan büyüme faktörlerini kullanarak ıslah edilmiş bitkileri yetiştirmek imkân dâhilindedir. Genlerdeki değişikliklerle bitki veya hayvanların hastalıklara karşı direncini artırmak da mümkündür. Baklagillerin köklerinde yaşayan Rhizobium bakterilerinin havadaki serbest azotu tespit edici genleri, bazı bitkilere nakledilerek kendi azotunu kendisi sağlayan bitkiler ve normal bambulardan çok daha hızlı büyüyen özel bambular gen teknolojisi yardımıyla yetiştirilmektedir.

Ancak madalyonun bir de öbür yüzü var. Büyüme hormonu verilen hayvanlar ülser, mafsal iltihabı ve bazı deri hastalıklarına yakalanmakta ve bu yüzden insanların tüketemeyeceği bir hale gelmektedirler. (Hollanda’da büyüme hormonu verilen ineklerden yüzlercesinin ifna edildiği söylenmektedir)..

Bu arada DNA’nın sınırsız bir şekilde kullanım sahasının olması, onun patent alınan ticari bir meta haline gelmesine yol açmaktadır. Laboratuarların tekelinde yürütülen çalışmaların kontrolü, yaşamak için onlara ihtiyacı olan insanların değil çok uluslu dev şirketlerin elindedir.

Biyoteknolojinin hayat tarzımızı ve ekonomimizi büyük nisbette değiştirecek yeni bir çağ açması muhtemeldir. Laboratuarlarda gıda üretimi, geleneksel tarım ve hayvancılık faaliyetlerine darbe vurabilir. Bu yüzden şimdiden Avrupa Topluluğu gibi teşkilatlar biyoteknolojik ürünlere kota uygulamaya başlamışlardır. (AT Komisyon Kararları, 90/219 ve 90/220). Tüketicilere doğrudan tesir eden genetik mühendisliği ürünlerine karşı birtakım faaliyetlerin yapıldığı ve bazı tedbirlerin alındığı görülmektedir. Mesela ABD’de bu tür ürünler boykot edilmekte, bazı restoranlar da gen mühendisliği ürünlerini müşterilerine sunmayı kabul etmemektedirler. Öte yandan batı dünyasında tabii olarak yetiştirilen sebze ve meyvelere olan talep gün geçtikçe artmaktadır. 3 Ekim 1993 tarihinde Chicago’da meyvelere olan talep gün geçtikçe artmaktadır. 3 Ekim 1993 tarihinde Chicago’da çıkarılan bir kanunla biyoteknolojik gıda maddelerinin üzerine özel bir etiketin yapıştırılması mecburiyeti getirilmiştir.

Genetik sahasındaki çalışmalar yukarıda anlatılanlarla sınırlı değildir. İngiltere’de, Leicester Üniversitesi’nde profesör olan Alec Jeffreys 1986’da DNA’nın, tıpkı parmak izi gibi insanları birbirlerinden ayırt etmede kullanılabileceğini gösterdi. İngiltere’de suçluları tespit etmek için adli tıbbın kullanmakta olduğu bu teknik diğer ülkelerde de yaygın hale gelmektedir. Bu konuda hazırlanması düşünülen büyük veri tabanlarının milyonlarca insanın kendine has DNA dizilerini ihtiva edeceği düşünülürse suçlu tespitindeki gecikmelerin ortadan kalkacağı akla gelebilir. Ancak bu bilgilerin kötü emellere sahip kişiler tarafından da suistimal edilmesi muhtemeldir.

Bütün bu gelişmeler, bilim ve teknolojide ahlaki değerlerin vazgeçilmez olduğunu ve bilimin ahlakı olmasa da bilim adamlarının ahlaklı ve insani değerlerin koruyucusu ve kollayıcısı olmaları gerektiğini bir kez daha doğrulamaktadır. Bu yüzden batıdaki üniversitelerde Bilim Ahlakı dersleri programlara konmaya başlanmıştır.

İlim adamları geçici değil kalıcı tedbirler bulmak için gayret etmelidirler. Tahrip olmuş bir tabiatta bile yetişebilen ürünler bulmaya çalışmaktansa, tahribin önüne geçmek çok daha mantıklı olacaktır. Yoksa insanlar bu tür genetik çalışmalara bel bağlayıp “çevre kirliliği” meselesine gereken ehemmiyeti vermeyebilirler. Nesli tükenmiş hayvan ve bitkileri geri getirmeye çalışmaktansa, yağmur ormanlarını koruyacak tedbirler bulmak daha mantıklı değil midir? Her zaman olduğu gibi insanlık bir kez daha kendisine ihsan edilen teknoloji nimetlerini kötü veya iyi gayelerle kullanma imtihanından geçmek zorundadır. Bunun sorumluluğunu idrak eden, herşeyin insana emanet olarak verildiğinin şuurunda olan ve bunların korunmasının gerektiğine inanan insanlara çok iş düşmektedir.


Bilimsel makaleler

MollaCami.Com