Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim


SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN (K.S)

33.SÜLEYMAN HİLMİ TUNAHAN (K.S)


HAZRETLERİNİN HAYATI VE HİZMETLERİ

Süleyman Efendi’nin Doğumu

Süleyman Hilmi Tunahan Efendi 1888(1304) yılında Silistre’de dünyaya gelmiştir. Ceddi İdris bey’e dayanan bir ailedendir. İdris Bey, Fatih Sultan Mehmet Han tarafından Tuna Han’ı nasbedilmiş ve üstelik kendisine kız kardeşi tezvic edilmiş bir zattır. Süleyman Efendi’nin dedeleri, Kaymak Hafız namı ile maruf bir zat olup 110 yaşına doğru vefat etmiştir. Pederleri Hocazade Osman Efendi ise, tahsilini İstanbul’da tamamlayıp yine vatanı olan Silistre’ye dönmüş ve orada Satırlı Medresesi’nde yıllarca müderrislik yapmış maruf bir dersiamdır.
Süleyman Efendi’nin Pederleri Osman Efendi takva sahibi bir insandı. Gönlü ilahi ürperişlerle titrer, dudakları hep ’ı zikr ederdi. Ömür trenini şeriat rayları üzerinde yürütür, Sünnet-i seniyyeyi kendisine rehber edinirdi. Bu güzel hallerinin ilahi mükafatını almakta gecikmeyecekti. Şöyle ki;
Gençlik yıllarındaydı.. Osmanlı payitahtı güzel İstanbul’da okuyordu. İşte bu demlerde bir gece bir rüya gördü. Rüyasında göğsünden bir ışık parçası koparak yükselmeye başladı. Yükseldi, yükseldi, yükseldi... Yükseldikçe parladı, ışıltısı arttıkça yükseldi. Ta ki, bütün dünyayı ve belki de dünyaları aydınlatana kadar.
Osman Efendi gördüğü bu rüya ile irkiliyor. Kalbi sanki göğsünü yarıp dışarı fırlayacaktır. Yatağının içine oturmuş, biraz önce gördüğü rüyayı yorumlamaya çalışıyor, kendi vücudundan çıkıp yükselen ışığın ne olabileceğine dair kafa yoruyordu. En sonunda bu rüyayı kendi sulbünden gelecek ve cihana İslamı yayacak, çevresini manen ve maddeten aydınlatacak hayırlı bir evlada yoruyor.
İstanbul’da medrese talebelerinden bir delikanlı olan Osman Efendi, tahsil hayatını tamamladıktan sonra, memleketi olan Silistre’ye döndü. Satırlı Medresesinde müderrisliğe başladı.
Osman Efendi Satırlı Medresesinde Müderrisliğe devam ederken bir taraftan da yıllar önce gördüğü rüyaya- hayırlı evlada- nail olmak için saliha bir kız araştırıyor. Nihayet Hatice isminde bir kızla dünyaevine giriyor.
kendisine 4 erkek evlat bahşetti. O da bunlara, sırasıyla, Fehim, Süleyman Hilmi, İbrahim ve Halil isimlerini verdi.
Çocuklar büyüyor, Osman Efendi de, rüyada kendisine işaret edilenin hangisi olduğunu anlayabilmek için merak ve ilgiyle onların hal ve tavırlarını izliyordu.
Osman Efendi Silistre Satırlı Medresesinde müderris olduğundan, çocuklarının ilk tahsillerini de kendisi vermektedir. Bu ilk tahsil sırasında 1304 doğumlu Süleyman Hilmi, zeka, anlayış, öğrenme kabiliyeti ve bilhassa sofuluğuyla günden güne tebarüz etmekte, zamanla diğer kardeşlerinden “farklı” olduğunu hissettirmektedir.
Osman Efendi rüyada kendisine işaret edilen evladının Süleyman Hilmi olduğunu keşfetmiş bulunmaktadır. Bütün ümidini Süleyman Efendiye bağlamıştı. Bunun tabii bir neticesi olarak da Süleyman Efendi Satırlı Medresesinin ilk yıllarındayken,Osman Efendi ona ihtiramla muamele eder, O içeri girdiği vakit “buyurun Süleyman Efendi oğlum” diyerek ayağa kalkmakta ve ona ta’zim göstermektedir. Süleyman Efendi ise, bundan son derece sıkılıp utanmaktadır. O yüzden, babası meşgulken, mesela kahve yapmak için mangala cezve sürdüğünde yahut arkası dönükken, aniden ve hissettirmeden içeri girmektedir.
Bu arada Osman Efendi, nasihatlarıyla oğlunun daha iyi olmasını çalışmakta, her fırsatta ona bir şeyler öğretmeye gayret etmektedir.
Bir gün birlikte giderlerken, bir manda yavrusunun, körpe bir fidana sürtünmekte ve onu hırpalamakta olduğunu görürler. Osman Efendi “Süleyman, koş o manda yavrusunu fidanın yanından kov” der. O da gider, manda yavrusunu uzaklaştırır. Bunun üzerine babası “Oğlum, ağzı dili olmayan canlılara yapılan iyilik de bir sadakadır”der.
Süleyman Efendinin soyu ilmiyyun sınıfından idi. Ceddi İdris Bey’e dayanan şerefli ve soylu bir ailenin çocuğudur. Süleyman Efendinin büyük dedeleri İdris Bey’in Tuna’ya Han olarak nasbedilmesi ise şöyle olmuştur. Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri, padişahlığı zamanında Rasül-ü Zişan Efendimize fart-ı muhabbetlerinden dolayı yeryüzünde Evlad-ı Rasülden kimler kalmıştır diye araştırmışlar. Araştırma sonucu Türkistan da şeceresine hiç şaibe karışmamış olduğunu tesbit ettikleri İdris Bey’i bulunca, kendi kız kardeşi ile onu evlendirerek Tuna havalisinin Hanı olarak nasbetmiştir ve o havalinin vergi vesair mükellefiyetini tedvir için onu vazifelendirmiştir. İdris Bey ve kendinden sonraki ahfadları bu vazifeyi yürütmüşlerdir. Süleyman Efendinin muhterem babası Osman Beye kadar bu durum devam etmiştir. Bu babtan Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hz. İle Hz. Fatih birbirlerine o kadar benzerlerdi ki bir defasında talebelerinden Seyfettin Alkan ile Ankara’yı teşriflerinde Ankara garına geldikleri zaman trenden inmek üzere iken bir hanım;
“Efendim siz kimsiniz?” diye sorar.
“Kızım neden merak ettiniz” deyince
“Efendim ben ressamım, İstanbul’dan beri trende sizi takip ediyorum. Yandan görünüşünüz aynen Fatih Sultan Mehmet Han Hazretlerine benziyorsunuz” deyince
Hazret; “Evet kızım ben onun neslindenim, şecerem vardır, gösterebilirim” buyurdular.
Süleyman Efendi Hazretleri, Satırlı medresesinde okuduktan sonra babası Osman Efendi onu Silistre Rüşdiyesine verir. Silistre Rüşdiyesinden mezun olduktan sonra sıra İstanbulda’dır.
Süleyman Efendinin talebeliği
Osman Efendi farklı bir gözle bakmaya başladığı oğlunu İstanbul’a gönderirken, içinde, sevinç, umut, heyecan ve ayrılıkların ayrılmaz parçası olan hüzün, birbirine karışmıştı. Oğluna bakarken, dolu dolu olan gözlerinde muhabbet ve hürmet bir aradaydı.Daha önce kendisinin de geçtiği yollardan geçmek üzere İstanbul’a gönderiyordu onu.
İstanbul o zaman, zamanın ilim ve medeniyet merkezi, ulema-i kiramın toplandığı bir yerdir. Osman Efendi oğlunu başka yere gönderemezdi. Çünkü ilim sahasında Mısır’da bulunan Ezher Üniversitesi vardı. Mısır, itikadi yönden sağlam değildi. Vehhabi ve reformist cereyanlar orada cirit atıyordu. Ama İstanbul her yönüyle sağlamdı: Ehli Takva olan Osman Efendi, ümidini bağladığı ciğerparesini İstanbul’a gönderirken ona başlıca 3 nasihatte bulunmuştur ki; herkes için geçerlidir.
1- İstanbul’da parasız kalmak ahirette imansız kalmak gibi zordur. Onun için iktisatlı ol, on kuruşa alacağın bir şeyi beş kuruşa almaya gayret et.
2- Usul-ü fıkıh ilmine iyi çalışırsan, dininde kuvvetli olursun
3- Mantık ilmine iyi çalışırsan, ilminde kuvvetli olursun...
Babasının bu çok faideli nasihatını gönlünde muhafaza eden Süleyman Efendi (K.S) hem usul-ü fıkh-a, hem mantığa ve hem de diğer bütün derslere “iyi” çalıştı. Hem de ne çalışma. O insan üstü gayrete, bazen vücudu isyan ediyor, burnundan gelen kan, önündeki kitabın sayfalarına damlıyordu. Fakat o, gene de pes etmiyor, çalışıyor, çalışıyor, çalışıyordu...En büyük düşmanı uykuydu.
Uykunun pençesinden kurtulabilmek için fincan fincan kahve içer, kış gecelerinde pencerenin önünden alarak, avucunun içinde top haline getirdiği karları, gömleğinin yakasıyla ensesi arasına koyardı. Karlar yavaş yavaş eriyerek boynundan sırtına doğru akar ve böylece kendisini uykuya karşı korumaya çalışırdı.
Bir gün ağır şekilde hastalandı ve yatağa düştü. Hastalığı öyle ağırdı ki, hayattan ümidini kesmişti. O böyle yorgan döşek yatarken, üstazı Salahuddin İbn-i Mevlana(K.S) kendisini ziyarete geldi. Hayattan ümidini kesen Süleyman Efendinin gözlerinden inci gibi yaşlar süzülüyordu. Üstazı, bunun üzerine “Evladım, sen hiç üzülme”dedi. “bu hastalıktan iyileşeceksin. Okuyup büyük adam olacaksın ve çok itibar göreceksin. Hatta sen, kaptan-ı gayr-ı müslim olan bir gemiye binecek olsan, o dahi sana saygı gösterecek...”
Tabi ki herkesin yapacağı gibi Süleyman Efendi (K.S) İstanbul’a -payitahta- gelir gelmez ilk iş olarak ecdadını ziyaret ediyor. Bu meyanda büyük dedesi İdris Bey tarafından akrabalık bağı kurulan, cennet mekan Fatih Sultan Mehmet Han’ı ziyarete gider. Fatih caminin içine girip caminin ortasındaki kuyunun başına gelince Hz. Fatih’in ruhaniyeti zuhur eder. Elinde iki kase su bulunmaktadır. Süleyman Efendi (K.S) hayretler içinde bakarken, Hz. Fatih elindeki kaselerden birini uzatıp içmesini söyler. Süleyman Efendi(K.S) her ikisini de içer.
Senelerce önce rüyasında Rasülüllah (S.A.V)’i görerek aldığı emirle, Bağdat’ta kürsüye çıkan Abdülkadir Geylani (K.S) hazretleri ne konuşacağını düşünürken yine sevgili peygamberimizin (S.A.V) emriyle
“ya Ali koş evladıma yardım et” fermanıyla ve Fahr-i Kainatın bir mübarek tükrüğü ile bülbüller gibi coşan Abdülkadir Geylani misali, ilmin eşiğine gelen Süleyman Efendiye de “Rasulüllah Efendimizin izniyle Hz. Fatih tarafından iki kase su içirilmiştir.
İşte bu iki kase su, Süleyman Efendi (K.S) nin hem zahiri ve hem de batıni ilimlerde yed-i tula sahip olacağına işaret ediyordu.
Fatih’te Sahn Medresesine kayıt yaptırmak için gelen Süleyman Efendiye medresenin kadrosunun dolu olduğu söylenir, yalnız bodrum katta yer olduğu bildirilir. Burası öyle bir yerdir ki, penceresi dahi yok, mum ışığında ders çalışılabilen bir mekan. Razı olursan orada kalıp tahsilini yapabilirsin derler. Süleyman Efendi (K.S) medresede okuma hevesiyle bu teklifi seve seve kabul etmiştir. Ne Hikmetse, bir çok müstesna büyük alimlerin yetiştiği yerde o bodrum olmuştur. Süleyman Efendi (K.S) medreseye adım atarken yeni mezun olmuş bir büyük alimle karşılaşır. O alim genç Süleyman Efendiye çeşitli sualler sorar. Aldığı cevaplardan çok memnun kalınca medresede okuduğu kitaplarını Süleyman Efendiye hediye eder.
Fatih’te Sahn Medresesine kaydolan Süleyman Efendi “Büyük” lakabıyla da anılan Bafralı Ahmed Hamdi Efendi’nin - ki bu zat, devrin en büyük dersiamlarındandır - ders halkasına dahil olur. Buradaki tahsil hayatı da oldukça parlak ve başarılı geçer. Derslere olan iştiyakı ve üstün zekasıyla dikkatleri celbeder. Medrese muhitlerinde kendisi hakkında
“yetişirse iyi bir alim olacak” görüşü yaygın olur. Ahmed Hamdi Efendi onun hem aklını, hem de derslerini öğrenme hususundaki kabiliyetlerini takdir eder, o derse gelinceye kadar talebeleri meşgul eder, o gelince derse başlardı. Zaman zaman dersini takip için onu yerine halef bıraktığı oluyordu. Ona olan hayranlığından, nesebi yakınlıkta arzu etmiş, fakat, takdir-i ilahi, bu işin gerçekleşmesine müsaade etmemişti.
Süleyman Efendi,İstanbul’da ki tahsili sırasında, bir yılda veya iki yılda bir olmak üzere izne gelebilmektedir. Bu sıla-i rahimler sırasında Osman Efendi oğluna gayet hürmetkar davranmaktadır.
Günler günleri kovalar ve Süleyman Efendi, tarihler 1916’yı gösterirken, Bafralı Hamdi Efendi’den icazetnamesini alır. Derecesi birinciliktir ve Süleyman Efendi,28 yaşındadır.
İlmi kariyerine son noktayı koyabilmek ve dersiam olabilmek maksadıyla, Süleymaniye Medreselerinden Medresetü’l Mütehassisin’e kaydolur.(Hafız Ahmet Paşa Medresesi 30 Eylül 1916) Seçtiği bölüm “Tefsir ve Hadis’tir. Medresetü’l Mütehassisine kaydolmadan önce, Medresetü’l Kuzat ( Kadı yetiştiren mektep)’inde giriş imtihanını birincilikle kazanmış, fakat bunu büyük bir sevinçle pederine mektupla bildirdiği zaman ondan aldığı telgraf şu olmuştur.
“Süleyman; ben seni cehenneme göndermek için İstanbul’a göndermedim.”
Pederleri bu telgraf ile kendisine peygamberimizin “üç kadıdan ikisi cehennemde, birisi cennettedir.” Hadisi şerifini hatırlatıp kadılığa yönelmemesini istiyordu.
Süleyman Efendi (K.S) pederine telgrafla verdiği cevapta kendisinin asla kaadiliğe talip olmadığını, maksadının ise devrinin bütün zahiri din ilimleri sahasında kemale ermek ve vukuf’a sahip olmak istediğini bildirerek pederlerini rahatlatır. Gönlünü huzura erdirir.
Süleyman Efendi (K.S) büyük bir iştiyakla medresetü’l Mütehassisin’e devam eder. Azim ve gayretin neticesi olarak daha 2. Sınıftayken 1918 yılında tefsir, hadis ve usul-ü fıkıh şubelerinden İstanbul müderrisliği ruusuna nail oluyor. Nihayet 27 Mayıs 1919’da Medresetü’l mütehassisinin tefsir ve hadis şubelerinden birincilikle mezun olup dersiam olduğu gibi Medresetü’l Kuzat’tan da iyi derece ile diplomasını alıp Kaadilik rütbesine ulaştı. Böylece hukuk ilimlerinde de “yedi tüla sahibi olur. Ancak Süleyman Efendi(K.S) hiçbir zaman hakimliğe talip olmadı. Onun yapacağı işler hazır bekliyordu.
İlim Tahsil Etmedeki azmi ve başarısı
Süleyman Efendinin (K.S) Medresetü’l Mütehassisinden mezuniyet notları şöyledir.
Tefsir-i Şerif: 10 Usul-i Hadis ve nakdi rical: 10
Hadis-i Şerif: 10 Tabakatı Kurra ve’l Müfessirin: 10
Risale: 9.2 dir.
Bu derslerin karşısına not düşülmüştür: “Şayan-I Takdir Ve Tahsin...”
Süleyman Efendi Hazretlerine dil uzatan, çok bilmiş ukalanın kaç tanesi bugünkü vaziyetleriyle Osmanlı Medreselerinden içeri girebilirdi. Hangi cüretle bu büyük Osmanlı alimine dil uzatmak cüretini göstermektedirler. Haya ve Edep !...
Ayrıca Süleyman Efendi Süleymaniye Medreselerinde İslam Hukukundan başka Roma hukuku, Deniz ve Kara Ticaret Hukuku ile Devletler Hukuku da tahsil etmiş bulunmaktaydı. Süleyman Efendi bu kadar kısa zamanda bu ilimleri okumuştu ama nasıl ? Boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Derslere daha fazla vakit ayırabilmek için uykusunu kısardı. Dünyada makam ve mevkide gözü yoktu. O maddi ve manevi bütün ilimleri tahsil ederek ileride alacağı manevi vazifeye hazırlık yapıyordu. Malum “tek kanatlı kuş uçmaz” diye bir söz vardır. Süleyman Efendi dine hizmet etmek, Ümmeti Muhammed’in kurtuluşunu temin etmek için bütün gayretini gösterip ilim tahsil ediyordu. İlim tahsili hususunda kapasitesini o kadar zorlardı ki, bazen okuduğu kitapların sahifelerine kanlanan gözlerinden kanlı yaşlar damlardı. Uykuya karşı amansız bir mücadele verirdi. Uykuya mağlup olmayıp, çok ders çalışmak için her gün bol miktarda kahve içerlerdi. Uzun kış gecelerini ders çalışarak, faideli geçirmek için pencereden uzanıp aldıkları bir avuç karı sıkıştırıp kar topu haline getirdikten sonra, gömleği ile omurilik soğanı arasına koyardı. Vücudunun sıcaklığı ile yavaş yavaş eriyip sırtından aşağı akan kar suyu daima uyanık bulunmasını sağlardı.
Uykuya hasret öyle günleri geçerdi ki; Bir gün kendi kendine şöyle düşünür, “Bir ay hiç bir şeyle meşgul olmam, istirahat eder, dinlenirim, bu geçen sıkıntıları unuturum.” Ancak ileride de göreceğimiz gibi bu hayallerini uygulama sahasına geçirmeye fırsat bulamayacaktır. Bu esnalarda bir rüya görür ve kendisinin uykuya hasret kalacağını, mühim vazifelerin kendisini beklediğini, çok gayret etmesi gerektiği ikazını alır.
Böylece Süleyman Efendinin maddi tahsil hayatı noktalanmış oluyordu. Devrinin akli ve nakli ilimlerini en iyi derece ile tahsil etmişlerdi. Artık Süleyman Efendi müfessirdi, muhaddisti. Zira Medresetü’l Mütehassisinin tefsir ve hadis bölümünden icazet almıştı. İcazet, işin maddi yönünü gösteriyordu. Fakat o dersiamlık ve vaizlik hayatında bunu bil fiil icra ediyordu. Seçmiş oldukları mevzuu ile ilgili ayet ve hadisleri mutlaka okurlardı.
Süleyman Efendinin Kaadiliği de vardı. Zira Medresetü’l Kuzat mezunuydu. Hukuki meselelere karşı engin bir vukufu vardı. Lakin o hiç bir zaman kadılık yapmaya teşebbüs etmemiştir.
“Süleyman Efendi(K.S)’nin hayran olduğum hususiyetlerinden biride şu idi. Hazret bir mes’elenin izahını yaparken daima delille konuşurdu. Konuşmaları mutlaka bir ayet-i celile ve hadis-i şerife istinad ederdi. Yeri geldiğinde derhal Arapçasını da okurdu. Ayet ve Hadis-i Şerif ile irtibatlandırmadan konuştuğuna hiç rastlamadım. Bunun daha ilerisi var mı? Tam bir Osmanlı müderrisi idi. Ayrıca bir müceddid hususiyeti taşıdığını her hal ve hareketiyle isbat ediyordu.” Gerçekten de Süleyman Efendi, zatına mahsus tatlı bir üslupla hitap ederdi. İstanbul’da vaaz etmediği cami pek kalmamıştır dersek mübalağa yapmış olmayız. Her yerdeki vaazında; onun konuşmalarından istifade etmek için ve onunla tanışabilmek için büyük kalabalıklar olurdu. Ayeti Kerimelerin ve Hadis-i şeriflerin sebebi nuzul ve vurudunu da dikkate alarak tefsirini, izahını akıllarda en iyi derecede kalacak şekilde yapardı. Konuşmalarında dini, dünyevi, insanlar için faydalı olan şeylerden bahsederdi. O devirde yasaklanmış olan bazı mes’eleleri bile dile getirmekten korkmazdı. Bir gün Sultan Ahmet Camii vaazında Cezayirli müslümanlardan bahsetmiş , hükümetimizin onların aleyhine olan tutumlarını eleştirmiş “devlet yardım etmiyor bari biz müslümanlar hiç değilse dua ile yardım edelim, Cezayir müslümanları, kadınları kollarındaki bileziklerini, parmaklarındaki yüzüklerini vererek İstiklal harbinde bize yardım etmişlerdir. Eğer onlara yardım etmezsek, onların hürriyet ve istiklalleri için geceleri kalkıp hiç değilse iki rek’at namaz kılıp yalvarmazsak mes’ul oluruz efendiler” deyip onlar için dua etmişlerdir. Bundan dolayı da karakola celbedilerek ifadesi alınıp mahkemeye sevk edilmiştir. Bir hayli mahkemeden sonra beraet etmiştir.
Süleyman Efendi (K.S.) dünya politikasını dış ve iç siyaseti takip ederdi. Her gün gazete aldırır ve dış politika ile ilgili kısımlarını okurdu. Pratik zekasının ve tecrübesinin ürünü olarak ilerde nasıl bir siyasi yol takip edileceğini kestirir ve bunda isabet ederlerdi. Tahsil hayatının sona ermesinden sonra da boş vakit geçirmek nedir bilmezdi. Hep halkı irşad etmek için vaazlarda bulunur, vaaz haricinde yine kendini sevenlerle bir araya gelip, Ümmet-i Muhammed’in evladına nasıl faideli oluruz diye istişarelerde bulunurdu.

Tahsil Hayatından Sonraki Faaliyetleri, Devrin Ahval ve Şartları

Süleyman Efendi ’ın dinine hizmet için gerekli olan dini ilimleri en iyi şekilde tahsil etmişti. Büyük bir azim ve gayretle hizmete hazırdı. Zaten onun da en büyük emeli ’ın dinine hizmet etmekti. Ancak kader onun bu arzu ve isteğini rahat bir şekilde ifa etmesine müsaade etmiyordu. Alenen ve resmi olarak (medreseler yoluyla) hizmet edemeyecekti. Zamanın icap ve şartları buna müsait değildi Şöyle ki; Süleyman Efendi (K.S.) Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde ve en karışık olduğu bir devirde hizmet etmek zorunda kalmıştı. Medresede okuduğu yıllarda Meşrutiyet hareketleri olmuştu. Ama o asla meşrutiyete taraftar değildi. Hep hilafet taraftarıydı. Şuursuzca batılılaşma isteğinin ürünleri olan herşeyden şiddetle ictinab ediyordu. İnancının icabı ile ve aklı selimle hareket ediyordu.
Süleyman Efendi 1921 yılında müderrisliğe başlamıştı. Müderrislik hayatı uzun sürmedi. 3 Mart 1924’de medreselerin kapatılmasıyla müderrislik hayatı sona erdi. Bu hal çok zoruna gitmişti. Daha müderrisliğin tadına doymamıştı, hayal ettiği şeyleri fiiliyata dökememişti, tabir-i caizse “hevesi kursağında kalmıştı”. Ama o yılmadan başka vazifelerle mücadelesini devam ettirdi. 1924 yılında yürürlüğe giren Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile yüzyıllar boyu İslam umumu efkarına hizmet etmiş olan, nadide şahsiyetler yetiştiren, ilayı kelimetullah uğruna canını feda etmenin ne demek olduğunu şahıslara öğreten, her türlü ilmin inkişafına vesile olan medreseler kapatılmıştı. Artık bu ilim irfan müesseseleri çürümeye müze olmaya terk ediliyordu. Medreselerin tarihteki üstlendiği vazife çok önemlidir ve bunu hiç kimse inkar edemez. Belki son zamanlarda bir eksiklik, gerileme veya kısmi bozulma olmuştur. Bunu da kapatmak yerine ıslah etme metodu uygulanabilirdi. Medreseler kapatılınca diğer müderrisler gibi Süleyman Efendinin de işi sona eriyordu. Devlet bu müderrisleri vaiz olarak atadı. Ancak rahat bir vaizlik hakları da yoktu. Dini ve İmani konulara temas edilmeyecek, hümanist duygu ve düşünceler insanlara aktarılacaktı.
1928 yılında yapılan harf inkılabı ise halkımızı iyice cahilleştiriyordu. Koca bir nesil akşam alim (okuma-yazmasını bilir) olarak yatıyor. Ama sabah cahil olarak kalkıyordu. Ama ya Rabbi, bu ne acaib bir uygulamaydı. Şeyh Vefa hazretlerinin “Emseytü Kürdiyyen ve Esbahtü Arabiyyen” sözüne mukabil o zamanı da “Emseytü alimen ve Esbahtü Cahilen” sözü ancak ifade edebilir. Bir nesil, koca bir kültürden, örf, adet, gelenek ve göreneklerinden, inancından kopartılıyordu. Koca kitle cahil oluyor yeni uygulamayı yapanlar, eski sistemin zor olduğunu, okuma yazma oranının artmadığını ve bu sistemde artmayacağını, yeni sistemle terakki etmenin daha kolay olacağını savunuyorlardı. Yani Osmanlı halkını cahillikle suçluyorlardı. Halbuki 1850’li yıllarda Osmanlı halkının çok büyük bir kısmının okur ve yazar olduğunu müsteriklerin tespitlerinden görüyoruz.
Süleyman Efendi (K.S.) harf inkılabını tasvip etmiyordu. Bundan fevkalade rahatsız olmuştu. Konuşmalarında sık, sık bu konuyu dile getiriyor ve alfabe değişikliğinin getireceği sıkıntılara dikkat çekiyordu. İslam’a, İman’a, adet ve ananelere, san’at’a, ticaret ve ziraate; en zararlısı, İslam harflerinin kaldırıp atılmasıdır, buyururlardı ve misal olarak Japonya’yı verirlerdi. Atom bombasının atılmasıyla Japonya Amerika’ya boyun eğmek zorunda kaldı, ancak okuyup yazma ve milli kültürleri hususunda serbest bırakılmayı müttefiklerine kabul ettirdi. Bilindiği gibi kısa sürede kendi eserleriyle geliştiler.
Alfabe değişikliği demek insanın geçmişi ile, kültürüyle bağının koparılması demektir. Dünyalar değerindeki ilmi ve fikri eserlerin kütüphane raflarında tozlanması, çürümeye terk edilmesi demektir. Bırakın avam kesimi, ilahiyat tahsili yapan gençlerin bile büyük kısmı bugün bu eserleri okuyup anlayamamaktadır. Bu da sonu yıkıma giden, toplumda maddi manevi sıkıntılar meydana getiren bir durumdur.
1937 yılında meclisin açılış nutkunda konuşan Atatürk şöyle diyor: “Aziz milletvekilleri, dünyaca malum olmuştur ki bizim devlet idaresindeki ana programımız cumhuriyet halk partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler idare ve siyasette bizi aydınlatıcı ana hatlardır. Fakat bu prensipler gökten indiği sanılan kitapların doğmaları ile asla bir tutulmamalıdır. Biz ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz.”
Bu sözleri söyleyen birisinin İslam’la ve müslümanlıkla hiçbir bağının kalmayacağını “namaz Hocası” kitaplarından bile öğrenmek mümkündür. Durum böyle olunca, Atatürk’ü müslüman olarak göstermeye ve dinle barıştırmaya çalışmanın hiçbir faydası ve neticesi yoktur. M. Kemal’i müslüman kabul etmemek, ona hakaret değil, olsa, olsa hakkını teslimdir.” Biz burada realiteyi tespit edip; bu şartlarda yapılan hizmetin boyutlarını ortaya çıkarıp kıymetini taktire çalışıyoruz.
Harf İnkılabıyla alakalı olarak, meşhur İtalyan Türkolog Prof. Rossi, Viyana da verdiği bir konferansında “Güzel Türkçe’yi hiçbir kuvvet yıkamamıştır. Yeni harfler yıkacaktır. Bu harfler müslüman Türklerin geçmişleriyle, tarihleriyle, gelenekleriyle alakalarını koparacaktır.” Diyordu.
Yeni devrin siyasi simalarının hakim olduğu anlayışı en bariz şekilde gösteren ifade, “Bizim ne şark ile, ne şark milletleriyle, ne müslümanlıkla, ne islam ilimleriyle münasebetimiz yok. Onlardan bütün alakamızı kestik kendilerini tanımıyoruz.” Hariciye vekili Tevfik Rüştü Aras’ın büyük bir cüretkarlıkla söylediği sözlerdi bunlar. Bu ülkeyi yöneten insanların zihniyeti bu yöndeydi. Buna benzer daha nice ifadeler, beyanatlar vardır. Merakı olanlar TBMM zabıt ceridelerini ve konuya ilgi duyan, değerli araştırmalar yapan yazarların eserlerini okuyabilirler.
İşte böyle bir devirde Süleyman Efendi vazifesini icra etmeye çalışıyordu. Vaizlik hizmetini hiç aksatmadan yapıyordu. Uzun müddet İstanbul’un Sultanahmet, Süleymaniye, Yenicami, Şehzadebaşı, Kasımpaşa camii kebir ve daha nice camilerde vaaz etmiştir. Dedik ya İstanbul’da o zaman mevcut olup da vaaz etmediği cami yoktur desek yeridir. O kendisine Peygamber Efendimizin şu Hadis-i şerifini şiar edinmiştir. “Din nasihatle kaimdir. Din nasihatle kaimdir, Din nasihatle kaimdir.”
Aynı zamanda mensubu bulunduğu Nakşi tarikatının başbuğlarından olan Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin “Tarikuna tarikus sohbet” sözünü kendine düstur edinmişti. Bulunduğu her mekanda irşad vazifesiyle uğraşmış, din ve iman mevzularını yasak olmasına rağmen her şeyi göze alarak en ince teferruatına kadar anlatmıştır.

Süleyman Efendinin (K.S.) Din Eğitimi İçin Verdiği Mücadeleleri


Medreselerin 1924 yılında kapatılmasıyla ve tevhid-i tedrisat kanununun yürürlüğe girmesiyle islami ilimlerin eğitim ve öğretimi resmen sona ermişti. Bundan sonraki ’ın dini yeryüzünde münkariz kalacaktı.
Oysa ki yüce her devirde kendi dinini ve ahkamını yayıp insanlara öğretecek, İslam’ı ihya edecek bir müceddidi gönderir ve öyle de olmuştur.
Bu meyan da din ve Kur’an ilimleirnin kaybolmasından endişelenen Süleyman Efendi (K.S.) dersiam arkadaşlarını ikaz etmeye çalışıyordu. Onların birçoğunu İstanbul’da toplantıya çağırmış, toplanan arkadaşlarına şöyle hitap etmişti. “Ey Dersiam arkadaşlar! Sizler bu memlekette, bugün için dinin teminatlarısınız. 500 kişi civarındayız. Hepimiz evimizde üçer kişi okutup, onlara dini öğretirsek, bin beş yüz kişi yetiştirmiş oluruz ki; bu asgari elli sene, bir iki nesil boyu, İslam’ın ömrünü uzatmış olacaktır. Bunu yapmazsak huzur-u ilahide mesuliyetten yakamızı kurtaramayız.” Diyerek bu işin ehemmiyetine dikkati çekmiş ve arkadaşlarına korkmayıp, ısrarla bu hizmeti yapmaları için teşvik etmiştir. Hatta bu mevzuda arkadaşlarının bir kısmını razı ederek hükümete usullü ve usturuplu şöyle bir telgraf çekerek diyorlar ki;
“Biliyoruz ki devletimiz harpten yeni çıktı, milletimiz fakir. Bütçeden tahsilat ayırıp para ödeyecek imkanı yoktur. Biz dersiamlar olarak hükümetten hiçbir karşılık beklemeden çocuklarımıza dini bilgileri öğretmeye hazırız.”
Ankara’dan gelen cevabı telgrafta deniliyor ki, “Tevhid-i tedrisat kanunu kabul edilmiştir. Onun hilafına hareket şiddetle cezayı müstelzimdir.”
Böylelikle Süleyman Efendinin de dersiamlığı, 500 meslektaşı gibi son bulmuş ve kendisi “vaiz” olarak tayin edilmiştir... Hadisenin en büyük komedi, daha doğrusu tradeji olduğunu daha iyi anlayabilmek için, bugünkü kurumlar üzerinde tatbiki bir teşbih yapmak faydalı olacaktır:
Farzediniz, Türkiye’de bir ihtilal oluyor ve yeni gelen yönetim, çıkardığı bir kanunla Tıp fakültelerini kapatıyor. Tabii fakültelerin kapanması sonucu profesörler, doçentler ve diğer öğretim üyeleri işsiz kalmıştır. Yeni idare buna da bir çare düşünüyor ve onların mahallelere dağıtıp, halktan rahatsızlananların tansiyonlarını ölçmekle görevlendiriliyor.
İşte Tevhid-i Tedrisat Kanunu ve ona dayalı icraatlar, böylesine komik, böylesine acı, böylesine üzücüdür.
Korkunun dağları beklediği bu vasatta, diğer dersiamlar teslim bayrağını çekerken, Süleyman Efendiye öğütte bulunmayı da ihmal etmediler: “Artık hocalıkta bize ekmek kalmadı. Bize tevdi edilecek yeni mesleklere gidelim.”
O ise bütün azim ve kararlığıyla: “Efendiler, hocalık bir meslek, bir ekmek teknesi değildir. Hocalık, ’ın ResuluAllah’ın, Kitabullah’ın ve din-i mübin-i İslam’ın tebliğ memurluğudur” Diye cevap verdi.
Süleyman Hilmi Efendi, “İstanbul vaizliğine tayin edilmişti. Artık onunda
önünde iki yol vardı: Ya o da diğer arkadaşları gibi, 40 lira civarındaki vaizlik maaşını alıp, köşesine çekilecek, hiçbir şeye karışmayacaktı. Ya da, dedelerinin, uğrunda oluk, oluk kan döktüğü Kur’an-ı ve ondan neş’et eden ilimleri, o şehitlerin torunlarına da öğretme davasını omuzlamak suretiyle ruhundan, özünden koparılmaya çalışılan yeni İslam ve Türk nesline, feyz-i ilahi-yi, nur-u ilahi-yi aşılama davasına üstlenecekti. Birinci yol, ne kadar rahat ve kolaysa, ikincisi de o kadar meşakkatli ve zordu. Ancak Süleyman Efendi, hiç düşünmeden ikincisini tercih etti. Çünkü o “seçilmiş
ti.” O günden sonra talebe okutmayı hayatının davası olarak gördü. Tek başına da olsa, her şeye rağmen hizmet edecek ve ’ın dinini elinden geldiğince öğretmeye devam edecektir. İlk yaptığı işlerden en önemlisi gizliden gizliye talebe okutmaktır. Sabit bir yer yoktur, çünkü devamlı takibat altında tutuluyordu. Bir gün Şehzade başı caminin rutubetli müezzin odasında ertesi gün bir apartmanın bodrum katında bir diğer günde müntesibi olan bir evladının evinde okutuyor, ama hiç ara vermiyordu. Saklambaç oynar gibi okuttuğu birkaç talebeyi zaman, zaman yer değiştirerek okutuyor, yetiştiriyordu. Hatta onlara bir defasında “Ben sizi kedinin yavrularını oradan oraya taşıdığı gibi taşıyarak okuttum” buyurmuşlardı. Hakikatten de öyle!
Cami avlularında, sağda solda başta gezen çocukları hemen yanına alıp onlara ders okutmak, ’ın dinini öğretmek için gayret sarf ediyordu. Bekçisi Ali Dayıya “Ali Dayı, cami avlularını dolaş oralarda pabuç sürüyenler varsa onları hemen getir de ders okutalım” derdi. Talebelerinden hiçbir maddi talep de bulunmaz, bilakis onların her türlü ihtiyaçlarını karşılardı. Tüm maddi imkanlarını bu uğurda seferber etmişti. Buna rağmen talebe bulmakta sıkıntı çekiyordu. Hatta o günlerde talebelerden bazısının kaçıp gittiği de oluyordu. Çünkü Süleyman Efendinin attığı her adım takip ediliyordu. Memleketin değişik yerlerinde cereyan eden olaylardan herkesin gözü korkuyordu. Herhangi bir vesileyle din alimleri

idam ediliyor, Kur’an-ı Kerimler ve dini kitaplar yakılıyor veya toprağa gömülerek çürümeye terk ediliyordu. Ne hazindir ki; Cumhuriyetin 10.yıl kutlamaları münasebeti ile memleketin birçok yerlerinde bilhassa Adana’da dini kitaplar ve Kur’an-ı Kerimler toplanıp bir devenin sırtına yükletilerek, ipi de Arap kıyafetli birisinin eline verilerek Arabistan yönüne doğru gönderiliyordu. İşin daha da kötüsü devenin boynuna bir bez asmışlar, üzerine(haşa ve haşa sümme sümme haşa) “Çölden geldi, çöle gidiyor; Arap’tan geldi Arap’a gidiyor” ibaresi yazılarak alenen dinle kitapla a-lay ediliyordu. Bundan daha korkunç, daha üzücü ne olabilir.
Din iyice kaybolup gitmesin diye ve kendi çocuklarını okutmak isteyen hocalar bile takip edilmiş, yerine göre en ağır cezalara çarptırılmışlardır. Ezanlar bile senelerce Türkçe okutulmuştur. Öyle bir devir ki; cenaze namazı kıldıracak, bayram namazı kıldıracak imamlar aranır hale gelmiştir memlekette. Bütün bunlara rağmen avam tabaka yarı korkusundan, yarı cahilliğinden pireler gibi deliklerine sinmişler, alim kesimler ise korkularından, bu devirde ilim okutulamaz demişler ve bir kenara çekilmişlerdi.

SÜLEYMAN EFENDİNİN (K.S.) HİZMET
ANLAYIŞI VE TALEBE YETİŞTİRME AZMİ

Dini Öğretmek İçin Verdiği Mücadele ve Talebe Bulamama Sıkıntısı
Her şeyden evvel Silistreli Süleyman Efendi (K.S.), gerek tertemiz ve şerefli nesebi itibariyle, gerek zamanındaki geçerli ilimlerin tamamını biliyor olması ve gerekse şeriat-ı garra-i Muhammediye-yi harfiyyen yaşama gayreti sebebiyle, ulum-u diniyeyi öğretmeye tam ehil bir zattı. İşte bu ehliyet ve dirayet, ilmiye sınıfını yeniden diriltme ve yeşertme sevdasındaki onu ısrarlı kıldı.
Talebe okutmayı seçmişti, fakat talebe bulunmuyordu. O günkü idarenin din üzerine uyguladığı baskı ve zulümden korkan, sinen insanlar, bırakın okuyup yazmayı, “ demekten bile korkuyorlardı. İslam’ın 5 temel şartının bile yerine getirilemediği, hatta bir hatim, bir yağmur duası merasiminin bile tertiplenemediği, kişinin kendi evlatlarını bile okutamadığı bir hürriyetsizlik ortamıydı. Hocalar hocalıklarını, müslümanlar müslümanlıklarını gizlemek zorundaydı. “Herkes pireler gibi saklanıyor ve ortaya çıkmıyordu”.
Süleyman Efendi ’ın dinini öğretme işinin kendisine yüklendiğini biliyordu ve bu işin mesuliyetinin ne demek olduğunu da biliyordu. Çünkü kendisi ilim tahsil etmişti ve bu öğrendiklerini başkasına öğretmesi gerekiyordu. Öğretmez ise indinde mes’ul olacağını biliyordu. Hatta kendisine niçin kendini bu kadar yıpratıyorsun diye soranlara: “Yarın hesap günü var. -ü Teala kullarından soracak, Süleyman verdiğim ilimle ne hizmet ettin, onu sana bu kara topraklara getir de göm diye mi verdim? Derse ne cevap veririm” derdi ve bu meyan da diğer alimleri eleştirirdi. “Zamane alimlerinin bu husustaki gafletleri büyüktür. Sözde varisi Enbiya’yız derler. Nebilerin bıraktığı miras şeriat-ı Ahmediye’ye hizmettir. Onlar kendi evlatlarına dahi öğretmiyorlar”.
Evet onlar okutmuyorlardı. Ancak Süleyman Efendi okutmak istediği halde talebe bulamıyordu, talebe bulmakta güçlük çekiyordu. Hatta bu meyan da bazen dersiam arkadaşlarını ziyaret eder, torunlarını okutup okutmadıklarını sorardı. Onlardan; nerede, artık böyle bir devirde nasıl okutabiliriz ki cevabını alınca çok üzülürdü. Kendisine verilmesi halinde okutabileceğini söylerdi. Ancak bu da kabul görmezdi. Talebe bulabilse her halükarda okutacaktı, birde talebe bulamayınca iyice kahroluyordu. Öyle anlarda gelir evindeki iki kızını okuturdu. Bunu yaparken düşüncesi; bari onlara öğretiyim de onlarda yarın evlenince kocalarına öğretirler, çocuklarını okuturlar, hiç olmazsa kendilerini kurtarırlar fikriydi. Bazen talebe bulur, birkaç gün okuttuktan sonra onlarda kaçar giderlerdi.
Süleyman Hilmi Efendi (K.S.), o zor günleri şöyle anlatıyor:
“Okutma imkanı yoktu, fakat okuyan dahi bulamadım. Bir zaman geldi, mebus maaşı kadar para verip talebe okutmak istedim, bulamadım. Parayı alıp kaçıyorlardı, çünkü korkuyorlardı. O zaman ümidim kırıldı. Bu ilimler yeryüzünden kaybolacak diye korkuyordum. Bunun üzerine kızlarımı okutmaya başladım. İleride torunlarım olursa onlara öğretirler ve böylece bu ilimler yeryüzünden kaybolmaz, dedim. Fakat sonradan Cenab-ı Hakk sebepler halketti ve okutma imkanı buldum. Yaşlılardan başladık, gençler daha sonra geldi. Ve şimdi yürüyor. Bütün bunlar Cenab-ı Hakk’ın bize lütfudur.”
Evet önce yaşlılar gelmişti. Süleyman Efendi bir yandan İstanbul’un değişik camilerinde vaaz ediyor, bir yandan da camilerin müezzinliklerinde, apartman bodrumlarında, bulabildiği her yerde talebe okutmaya çalışıyordu. İlmiyye sınıfının ilk tohumları şekillenirken, aynı zamanda vaazlarıyla ve hususi sohbetleriyle, ilmiyye sınıfını maddeten ve manen destekleyecek gönüllüler halkasını teşkil etmeye çalışıyordu. Önce yaşlılar gelmişti. Gedik paşadaki Azakzade apartmanının bodrumunda, Avukat Osman Bey, Hacı Refik, Mehmet Efendiyle oluşan halkaya, sonra, sonra, Biletçi Hüseyin efendi, Tüccar Çırpanlı Mustafa Efendi, Beypazarlı Terzi Ali Bey, Kalaycı Hocalar dahil oluyor. Samimiyetle, İhlasla söylenen “” lafzının etrafındaki çember gittikçe büyüyordu.
Yeni, yeni tutuşan kandillerin etrafında, yeni halkalar oluşuyordu. Topçular da, Kısıklı da, Şehzadebaşın da. Bu arada gizli polis teşkilatının amansız takipleri sürüyordu. Tutuklamalar, nezaretler, sorgular, işkenceler, zülümler, onun azimli ve şerefli direnişi karşısında eriyip gidiyordu. İstanbul’da bunalttılar, Kabakça’ya, oradan Kuşkaya mağrasına...
Yine yakaladılar, Toroslar’a gitti. Yıldıramadılar, durduramadılar. “Bizim hiç duracak zamanımız yok. Ümmet-i Muhammed’in evlatları Cehenneme bir sel gibi akıp giderken, biz onlara seyirci kalamayız. Bu selden ne kütük kurtarırsak kardır” diyordu. Vaizlik belgesini iptal ettiler. Hiç oralı olmadı. Güya maddi imkansızlıklarla yoracaklar, ona rahatsızlık vereceklerdi. “Biz, değil yorgunluk, rahatsızlık, mezara gidiyor dahi olsak, okumak, okutmak ve hizmet denince, koşarız” buyurmuştu.
Halisane niyetle yola çıkıldığı için halka yavaş, yavaş genişliyordu. Küçükte olsa, bu sevindirici manzara 1943 yıllarına tekabül ediyordu. Süleyman Efendi, 1924 yılından bu yıllara kadar didinmiş, göz yaşları dökmüş ki; Bunların meyvesi olarak bu sevindirici tabloların ilk temelleri teessüs etmiştir.Günümüzde bu tablolar dallanıp budaklanmış, her tarafa yayılmıştır. Zaten İslam davası garip gelmiş garip gidecektir. Hz. Peygamber (S.A.V.)de yıllarca kendisine iman eden bulamamıştı.
Müşriklerin her an baskısı altındaydı. Az olan müslümanlar rahat bir şekilde ibadetlerini yerine getirip İslami ilimleri öğrenemiyorlardı. Ama Rasulunun gece gündüz demeyen gayretleri sonucu İslam dini zamanla neşv-ü nema bulmuştur. Süleyman Efendinin de karşılaştığı zorluklar ve sıkıntılar sanki insana Hz Peygamberin bi-setinin ilk yıllarını andırıyor.
Yaşlı da olsa, gelen bu talebeler Süleyman Efendinin yüreğine su serpiyordu. Yeni, yeni talebe geldikçe adeta dünya onun oluyordu. Bu denli kendini islama, dine hizmete ve bu millete adamıştı.
1949’da resmi Kur’an kurslarının açılmasına izin veren kanunla, nizamlı, intizamlı, yerleşik olarak başlayan teşkilatlanmalar, 1950 Demokrat Parti iktidarının getirdiği nispeten rahat ortamda, hızla inkişaf etti.

Talebe Temin Etmede Takip Ettiği Yol ve Yöntemler


İlk zamanlar talebe bulma sıkıntısı çeken Süleyman Efendi (K.S.) eline geçen talebeleri kendinden ayırılmayacak şekilde bağlamıştı. Yani onlara hem ders okumanın faziletlerini öğretiyor, hem de talebeliği sevdiriyordu. Bir anne ve babanın çocuklarına gösteremeyecekleri ilgiyi, şefkati talebelerine o gösteriyordu. Talebe onun veli nimetiydi. Onların her şeyiyle ilgileniyordu, her türlü sıkıntılarını giderir, onlarla hemhal olurdu. Hasta oldukları zaman da bizzat kendisi götürür veya ehemmiyetli bir işi varsa bir başkasıyla doktora gönderirdi. Bu hususu doktoru Kamil Karakayalı Bey bizzat müşahade etmiştir. Onun anlattıklarına göre Süleyman Efendinin (K.S.) tıpa tebabet bilgisine de meyli vardı. Doktor Kamil Karakayalı onun bazı bilgilerinden kendisinin de istifade ettiği söyler.
Bir gün bir zat Süleyman Efendiye müracaatla: Efendi hazretleri oğlumu okutmak istiyorum, ne ücret alıyorsunuz? Diye sordu. Süleyman Efendi (K.S.) de sen çocuğunu hemen getir, talebeden para alınmaz. Talebeye para verilir. Okusun da, dinine, kitabına, milletine hizmet etsin buyurdular. Nitekim, zat-ı şerifleri buyurdukları gibi eski adetleri kökünden değiştirip, bu usulü ihdas ettiler. Görülmemiş bir uygulamaydı bu, talebeden para almadığı gibi harçlık da veriyordu. Talebenin iaşesini zaten kendisi karşılıyordu. Memuriyetten aldığı paranın bir kuruşunu kendisi için harcamamıştır.Hatta bu hususta şahsi mülklerini satarak talebelere harcamıştır. Her gün derse başlamadan önce talebelerinin halini hatırını sorardı. Bir sıkıntıları varsa onu elinden geldiğince halleder, derse başlayacak olan talebeyi psikolojik yönden zinde tutardı. Bazen de tatlı latifeler yapardı. Bu sayede talebeler onu bir hocadan çok, kendileri üzerine titreyen merhametli bir baba olarak görürlerdi.
Talebelerine maişet endişesi içinde olmamalarını tavsiye ederdi. için okuyan kimsenin dünyalığının da iyi olacağını söylerdi. Talebelerine “Oğlum ilimsiz ibadetin tadı olmaz. Tek kanatlı kuş uçmaz. İnsanların dünyaya dalıp, istikbal sevdasına daldıkları şu günde Mevla’nın ilmini okuyacağız. O, insana iki cihanda izzet ve şeref veren ali bir iştir. İhlas ve samimiyetle ve Rasulüne yönelen, gölge gibi dünyayı ve hayrı kendine tabi kılar. Ahirette çalışan, dünyayı elde eder. Dünyaya çalışan ise ahireti kazanamaz. Zira ahiret hakikat, dünya haleftir. Eğer ağacı kökünden götürürsen gölgede beraberinde gelir” diye malümat ve tavsiyelerde bulunurlardı. Bu yumuşak muameleden talebeler fevkalade memnun olup etkileniyorlardı. Hocalarının gerçek bir alim ve çok büyük bir mürşit olduğuna, ihlasla ve rızası için bu işi yaptığına inanıyorlardı. Zaten doğrusu da bu idi.
Talebelik yapmak için Anadolu’dan çarıklarını sürüyerek gelen köylü çocukları izinli olarak veya Ramazan ayı münasebetiyle evlerine İstanbul Beyefendisi olarak dönüyorlardı. Bunların bu giyim kuşamı, edepli halleri ve hepsinden önemlisi küçücük çocukların kürsülerden halka vaaz etmesi, bülbül gibi şakımaları milleti hayretler içinde bırakıyordu. Bu vesile ile yeni, yeni ders talebesi geldiği de oluyordu.
Ders okurken baskın olur endişesi taşıyan talebelerine; “Endişeye mahal yok. Burası Dar-ül Eman’dır. (İnnellahe Meana) bizimle beraberdir. Sırrı bizde. Mahsun olmayın. (Nasırtü Birrui) sırrı bizde”. Diyerek talebelerin yüreklerine su serperdi. Bu teselliler talebe için son derece önemliydi. Söylenilen sözler, gerçeğin ta kendisidir, çünkü Cenab-ı Hakk kendisine ve Rasulüne doğru hicrete çıkana, dinine hizmet edene elbette sıkıntı ve darlık vermeyecektir. Din düşmanlarının şerrinden muhafaza edecektir.

rs Okutma Metodları

Ders okutmada çok sıkı takibat altında olduğu zamanlarda bile hiç bir şekilde pes etmemiş, değişik metodlar uygulamıştır. Bu metodlar:
a) Sık, sık yer değiştirerek: Bir gün Şehzadebaşın’da ki caminin müezzin odasında, diğer gün Erenköy’de bir bağlısının evinde, öbür gün bir başka yerde, bir sonraki gün bir apartmanın bodrumunda olmak üzere ders okutmuştur. Bu sayede polislerin takibatından kısmen kurtulmuştur. ’ın dinini okutma, öğretme uğruna semtten semte koşmuştur. Bu arada, vaazları hiç ihmal etmiyor; akşam namazının haricindeki her vakitte etrafındaki cemaate az veya çok nasihat, sohbet ederdi.
b) Çiftlikler Kiralayarak: 1930-36 yılları arasında Çatalca’da kiraladığı Halit Paşa’nın Kabakça Çiftliğinde o gün bulabildiği birkaç talebe ile derse başlamıştı. Bir taraftan ders okutuyor, bir taraftan da Sirkeciye gelerek, Anadolu’dan çalışmak için gelen gençlere birer lira vererek okutmak için yanına alıyordu. Kabakça çiftliğinde, 5 ayrı değirmende talebe okutup derse devam ederken, bu durumdan şüphelenen polisler, bu kadar gencin çalışmasında bir iş var diyerek takibe alıyorlar. Çünkü Süleyman Efendi (K.S.) talebeleri işçi olarak gösteriyordu. Bir defasında şöyle buyurmuşlardı: “Dersiam arkadaşlar okutmaktan korktular, cezalandılar. Birçok kısmı Menemen hadisesiyle, bazısı hastanede zehirli iğne ile can verdiler. Elhamdülilah biz devam ediyoruz.”
Süleyman Efendi (K.S.) takipten kurtulabilmek için talebeleriyle oraya 20 km uzakta olan Kuşkay dağına gitmek zorunda kalıyorlar, eşyalar, kitaplar sırtlarında, orada bir kulübede derse yine devam ediyorlar. Ancak bunu haber alan jandarmalar Süleyman Efendiyi orada Kur’an öğretirken yakalıyorlar. Karakola götürülürken Hazret jandarma yüzbaşısına şöyle diyor.
“Ben hocalığı bir tarafa bırakayım, sen de komutanlığı bir tarafa bırak. Seninle bir konuşalım.”
Komutan: “Buyur hocam” deyince,
“Hayır, hocam demeyeceksin. Şimdi sen komutanlığı bir tarafa bırak, ben de hocalığı bir taraf bıraktım. Birer vatandaş olarak konuşuyoruz” diyor.
Komutan da “peki buyrun” deyince
Hazret komutana: “ iyi ki seni bir tazı olarak yaratmamış. Eğer öyle olsaydı, şu ormanlarda yakalamadık tavşan bırakmazdın. Şu dağların tepesinde ’ın kitabını okutuyor diye geldin beni karakola götürüyorsun değil mi?” diyor.
Bunun üzerine komutan başını yere eğip hiçbir cevap vermiyor.
Keza Lüleburgaz’da pancar çiftliği kiralamış, çapa adı altında talebe okutmuştur. Evinden çıkmasına müsaade edilmediği zamanlarda kendi kerimelerini okutmuştur. Onlar da kocalarına ve torunlarım olursa onlara öğretirler diye. Aynı maksatla Anadolu’ya geçmiş, Konya Ereğlisi kırlarında ve yolu olmayan, ancak aşiretlerin çadır kurup davar ve hayvan otlattığı Toros dağlarının tepelerinde mandıracılık yapmış, onu vesile kılarak talebe okutmakla meşgul olmuştur. İslamı yaymak ve din ilimlerini canlandırabilmek için birçok ticari işlerle meşgul olmuştur. Kazancını ise hep bu uğurda sarf etmiştir.
Acaba Süleyman efendi niçin bu kadar çabalamıştır. Anadolu’nun bir ucundan öbür ucuna koşmuştur, yoksa maddi bir menfaatimi vardı, o da diğer dersiam arkadaşları gibi maaşlarını alıp kendi işleriyle meşgul olabilirdi. Ama o niçin bunu yapmadı. Çünkü o “Alimler nebilerin varisleridir.” Hadis-i şerifini biliyordu. Gerçek varis olduğunu da biliyordu. O zaman yapacak tek iş kalıyordu. O da bu varisliği en iyi şekilde yerine getirmek. İslam da bilen bildiğini bir başkasına öğretmek zorundadır. Bu bir kaidedir. Alimler ya eser yazacak ya da adam yetiştirecek (Dini, diyaneti öğretecek), aksi halde mesuldürler. İslam bi-setten kısa zaman sonra bu sayede yayılmıştır. Süleyman Efendi (K.S.) zamanında eser yazmaya gerek yoktu. Çünkü hiç kimse yazılan eserleri okumaya meyletmiyordu veya en azından insanları önceden eğitip, öğretip, dini bilgilerini az da olsa tekmil ettikten sonra kitapla uğraşmak lazımdı. O insanları cehenneme akan bir selde kütük olarak görüyor ve o selden ne kadar çok kütük kurtarabilirsek karımız diyordu. Ama oturup bir masa başında eser yazmış olsaydı acaba durum bugünküyle nasıl olurdu? Bunu tahmin bile edemeyiz. O insanları kitap okuyacak veya kitap okumanın ne demek olduğunu bilecek seviyeye getirmiştir. O eserler yazacak talebeler, din alimleri yetiştirmiş, canlı eserler vermiştir.
Onlar yurdun hatta dünyanın her yerine dağılmışlardır. Nasıl ki İslam ilk yıllarında alimler tarafından yayıldı. Son zamanda ki fetretten de aynı metodla çıkılmış oldu.
Süleyman Efendi (K.S.) Hazretleri bütün bu sıkıntılara katlanıyor, talebe okutuyordu ki, milletin manevi susuzluk ve gıdasızlıktan bitap düşmek üzere olduğu, camilerin imamsız kaldığı, cenazelerin hocasızlıktan ortada kaldığı günleri islam alemi bir daha görmesin diye. İşte bunun içindir ki gecesini gündüzüne katmış, kellesini koltuğunun altına alarak, korkmadan, yılmadan, yorulmadan kısa zamanda yüzlerce, binlerce din alimi yetiştirerek, vatan sathına yaymış ve yetiştirdiği talebelere demiştir ki: “Evlatlarım görüyorsunuz dinin en garip olduğu bir devirde geldik. Ben sizi bunca zor şartlar altında okuttum. Para istemiyorum, Pul istemiyorum. Sizlerde gidin Anadolu’ya, memleketinize orada kurslar, yurtlar açın. Ummeti Muhammed’in evlatlarına dinini, kitabını öğretin. Bu hizmetleri yaparsanız size duacıyım. Yapmazsanız on parmağım yakanızda olacaktır” diyerek kurslar, yurtlar açtırmış, böylece manevi susuzluktan ölmek olan bir milletin ab-u hayatı olarak imdadına yetişmiştir.
Süleyman efendinin müntesiplerinden merhum Derviş Efendi şöyle bir hadiseyi nakleder:
Efendi Hazretleri bir gün vaazdan çıkıp tramvaya binmek üzere giderken, sakalından HOCA olduğuna karar veren bir devrimbaz üniformalı yolunu keser ve o devrin zulmünü özetleyen bir ifadeyle sorar:
-Hoca, hoca nereden geliyorsun, böyle?
Efendi Hazretleri:
-Camiden, der.
Mütecaviz devrimbaz, içindeki küfür heyecanıyla bağırır:
- Ne yaptın camide?
- Vaaz ettim
Devrimbaz hakaret etmek istemektedir.
-Daha hala, bu milleti cennettir, cehennemdir, diye avutuyor musunuz? Azap, kitap, sual, münkir-nekir hikayeleriniz ne zaman sona erecek acaba?
Üstadımız karşılaştığı muameleden son derece müteessir olur ve elindeki çanta ansızın yere düşer. Efendi Hazretleri büyük bir üzüntü içerisinde, buyururlar ki:
- EYVAH, SEN GİTTİN!...
Bu duruma şahit olan civardaki bir berber, Efendi Hazretleri oradan ayrıldıktan sonra devrimbaz üniformalının birden tramvayın altında kaldığını ve raylar arasında kafasının cesedinden koptuğunu görmüştür.
Bu berber zat hadiseden sonra Efendi Hazretleri ne zaman dükkanının önünden geçse, derhal elini öpmek ister, büyük hürmet gösterirmiş...
Süleyman Efendinin (K.S.) kişiliğini, muvaffak oluş sebebini ve davasına bağlılığını bir de üstad Necip Fazıl’dan dinleyelim:
“Zahir cephesiyle Süleyman efendi, gayet güzel bir dış yapı içinde, fevkalade şahsiyetli tavır ve edalara sahip bir zat...Bu zatın yine dış plandaki islami ilimlere nufuzu onları iç plandaki hikmetlerine ulaştırıcı çapta derin...
Fakat birçok insanda toplanması mümkün olan bu meziyetlerin Süleyman Efendiyi en nadir örnek haline getiren nev-i her vesileyle tekrarladığımız gibi, ondaki şeriat hiddet ve gayretidir. Temaslarımın bende bıraktığı perçinli intiba olarak kaydedebilirim ki, onun, İslam vecd ve şevki dışında 71 yıllık ömrüne nispetle 24 saatlik bir başıboşluk hayatı olabileceğine inanmam. Kendini bu davaya vakfetmiş ve onun durumunda hayat ve faaliyet kabul etmemiş olmanın tam misali... Böyle olduğu için de, tesir ve sirayet kabiliyeti pek büyük...
Davasına o kadar bağlı ve o dava içinde o türlü fani ve müstehlek (harcanmış) halde ki, bana defalarca şahıs ve nefs kaygısının kendisinde nasıl sıfıra indiğini şöyle ifade etti:
-Dava muvaffak olsun da isterse bizim yerimiz caminin papuçluğu olsun!...
İşte Süleyman Efendi’de Kur’an kursları hamlesi, zahir planda tecelli eden, fakat her şey gibi kuvvetini batından alan bu ruha bağlı...
İslam dini bugünlere gelebildiyse veya bu haliyle gelebildiyse; bunda Süleyman Efendi’ nin (K.S.) hiç de inkar edilemeyen bir yeri vardır. İmam hatip okulları açılıncaya kadar hatta açıldıktan sonra bile büyük bir boşluğu doldurmuştur. Anadolu’nun her yerine İslam-ı yeniden yaymak için her türlü sıkıntılara seve, seve göğüs germiştir.

Kur’an Kursları’nın Resmen Açılmasından Sonraki Faaliyet ve Hizmetleri

Süleyman Efendi, devrin namüsait şartlarına rağmen, durup dinlenme nedir bilmeden elindeki imkanları en iyi şekilde değerlendirmeye çalışıyordu. Bir taraftan talebe okutuyor, bir taraftan camilerde halkı irşad etmek için vaazlar yapıyordu. Dini faaliyetlere göz açtırmayan devrin hükümeti, müslüman halkın umumi tazyiki karşısında değişik gayelere matuf olarak resmi Kur’an Kurslarının açılmasına izin verdi. Bu durum Din’e hizmet aşığı olan Süleyman Efendiyi umutlandırdı. Tabir-i caizse birazcık rahat nefes alacaktı. Çünkü Kur’an Kursları açıp yaymak, ’ın dinini öğretmek en büyük arzusuydu. 1949 yılında bu izin çıkmış, 1950’de Demokrat Partinin gelmesiyle nispeten bir rahatlık gelmişti. Bu arada dini hizmetler hızla inkişaf ediyor. 1951 yılında Süleyman Efendi’ nin en büyük hayali gerçekleşiyordu. Yıllardır binaların bodrumlarında, camilerin müezzin odalarında, evlerde, tarlada, kırlarda, dağların başında okutmaya çalıştığı talebelerini, artık bir Kur’an Kursu çatısı altında okutabilecekti.
Devlet tarafından açılmasına izin verilen bu Kur’an Kurslarında Kur’anın sadece yüzünden okutulmasına müsaade edilmişti. Fakat Süleyman Efendi Hazretleri bu isim altında bütün dini ilimleri tam ve kamil şekilde öğretiyor, talebelerini gayet iyi yetiştiriyordu. Bu özel teşebbüs nevinden bir hizmetti.
Buna mukabil devlet tarafından açılan laik maarifin elindeki resmi okullarda yetişenler bu muvaffakiyeti gösteremiyorlardı. Zira oralarda dersler sınırlı, öğreticiler ehil değil ve tatbikatta yoktu.
Süleyman Efendi (K.S.)’nin bütün faaliyetleri tarassut altındaydı, sık, sık baskına uğruyorlardı. Fakat Süleyman Efendi (K.S.) bu takibatlara fazlaca ehemmiyet vermiyordu. Ders okutmaktan, ’ın dinine hizmet etmekten bir an bile geri durmuyordu.
Bütün bunları yaparken ciddi sağlık problemleri de vardı. Yıllarca soğuk cami müezzinlikleri ve apartman bodrumlarında ders okuta, okuta romatizmaya yakalanmıştı. Bir taraftan da ciddi bir şekilde şekerden rahatsızlığı vardı. Bir gün bir talebesi; efendim, herkesin rahatsızlığı ile meşgul oluyor, iyileşmelerine vesile oluyorsunuz, birazda kendi rahatsızlığınız ile meşgul olsanız dediğinde; Süleyman Efendi (K.S.)Evladım: kendime 20 dakika ayırabilsem hiçbir rahatsızlığım kalmayacak. Fakat onu bile ayıramıyorum diye cevap vermişlerdi. Hiç şüphesiz o mübarek zat ders okutmaktan fırsat bulup kendi şahsına zaman ayırıp tedavi bile görememişti.
İlk resmi Kur’an Kurslarından birisi de, Küçük Çamlıca sırtının Ümraniye’ye bakan cihetinde 1952 yılında Aziz Mahmud Hüda-i Hazretlerinin çilehanesinin yanında kiralanan bir binada, Üsküdar Müftülüğüne bağlı olarak açıldı. Efendi Hazretlerinin, bu kursla ders okutma faaliyetleri biraz daha inkişaf etmiş oldu. Bu arada Süleyman Efendi daha önce birer ikişer okutmuş olduğu, ilim ve şuur yönünden belli bir seviyeye getirmiş olduğu talebelerin her birini Anadolu’ya gönderiyor, talebelerine oralarda Kur’an Kursları açıp, milletin evladına ’ın dinini kitabını öğretmeyi emrediyordu. Bu talebeler gittikleri yerlerde maddeten ve manen irşad işiyle vazifeylidirler. Giden talebe bulunduğu yerde hemen faaliyetlere başlıyor, bir arsa veya varsa bir hazır bina temin ediyor, bulduğu talebelerle ders okutmaya başlıyordu. Süleyman Efendi (K.S.) bu iş üzerinde hassasiyetle duruyordu. Bu hassasiyeti dile getiren bir hatıra:
Bir gün Prof. Dr. Asaf Ataseven Süleyman Efendi’ yi Kısıklıdaki kaldığı yerde ziyarete gitmişti. Sonrasını kendisi şöyle anlatıyor. O zamana kadar din adamlarında pek görmediğim bir hadiseye şahit oldum. Şöyle ki; Süleyman Efendi’nin oturduğu koltuğun hemen ardında duvarda bir Türkiye haritası vardı. Haritada birçok iller ve ilçeler işaretlenmişti: Merak ettim ve sordum. Efendim bu harita ve işaretlerin hikmeti nedir? Buyurdular ki: “Evladım! Ümmeti Muhammed’in imha edilmek istenen dinini ihyaya çalışıyoruz, hangi il ve ilçeye talebe yetiştirip gönderdiğimizi ve


orada kurs açtığımızı, hangilerine de göndereceğimizi böyle dikkatle takip ediyor, bunun mücadelesini veriyoruz” dediğini gözleriyle görüp kulaklarıyla işitince Asaf Bey; “O zaman anladım ki Süleyman Efendi emsalinden farklı, müstesna bir zattır.” Diyor.
Süleyman Efendi, Anadolu’da kurs açma faaliyeti üzerinde çok titiz duruyor, bu işin manevi mesuliyetini de hesaba kattığı için hiç gevşeklik göstermiyordu. Bir Kur’an Kursu haberi geldi mi sanki dünya onun oluyordu. Ders okutuyor veya sohbet ediyor olsa bile, ara verip hemen şükür namazı kılıyordu. Yetiştirmiş olduğu talebesini Anadolu’ya göndermek istediği zaman, talebeleri de şevkle o hizmete talip olurlardı. Çünkü onlar üstatlarının gittikleri her yerde kendileriyle beraber olduğuna ve kendilerini yalnız bırakmayacağına inanırlardı. Onu annelerinden ve babalarından daha çok seviyorlardı. Bunun hikmetini Süleyman Efendiye soran Düzce’nin Cum’ayerinde Hacı Ahmed Şen’e, Efendi hazretlerinin verdiği cevap gayet manidardır: “Anne ve babaları, onların dünyaya gelmelerine sebeb-i zahiri oldu. Biz ise; onları bu alemden aldığımız gibi, alemi berzahtan, mahşerden, sırattan geçirip, cennet ve cemali ilahiye kadar götüreceğiz” buyurmuştur. İşte burada, daha ziyade II. Bölümde bahsedeceğimiz, Süleyman efendinin manevi yönü ve manevi tasarrufu kendi ağzından dile getirilmiş oluyor.
Talebelerinin zevkle hizmete talip olmaları onu ziyadesiyle sevindiriyor, onlara dünya ve ahıret saadeti için dualar ediyordu.
Hizmete gönderdiği talebelerinin hepside üzerlerine düşen vazifeleri eksiksiz olarak yerine getiriyordu. Din’e, Kur’an-a Ezan’a, Mükaddesata susamış olan halkla hemen bir bütünlük içine girmişlerdi. Halk bu din, ilim, hizmet aşıklarını en samimi duygularla bağrına basmıştı. Aynı zamanda da hayrete düşüyorlardı. Çünkü bu talebelerin yaşları çok genç, hepside delikanlı çağında insanlar, ama tabiri caizse her biri birer iman kalesi, ilim deryası idiler. Nasibi olan müslümanlar, sizin hocanız kim, sizleri yetiştiren zat kim, beni ona götürür müsün gibi ifadeleri sarf etmekten kendilerini alamıyolardı. Bu hal calib-i dikkattir. Çünkü daha emsalleri sokaklarda çelik-çomak oynarken, hoplayıp zıplarken, namazdan niyazdan haberleri yokken bu talebeler hakikat-i Muhammedi kürsüsünden; İnsanlığı hidayete erdirmek için inciler saçıyor vaaz ediyorlardı. Vaaz yaparlarken belki de kürsüde sadece başları gözüküyordu. Ama o incecik ve kulakları çın çın çınlatan ses dini gerçekleri haykırıyordu.
O devirde Anadolu halkı arasında çok itibar kazanan bu genç civa gibi cevval, hatip, natuk din alimlerinden yarasa ruhlu bazı kesimler rahatsız olmuşlardı. Hazretin kısa zamanda talebe yetiştirdiğini işitip duyan bazıları akılları ile tartarak 20-30 senede elde edilen bu ilim 2-3 sene gibi kısa bir zamanda elde edilemez. Olsa, olsa bu, pratik olarak bazı şeylerin öğretilmesi, ezberletilmesidir. Bu bir ezberciliktir diyorlardı. Hatta diyanet işleri başkanlığındaki dersiam sınıfından bazı hocalarda bu kanaatte idiler.
O tarihte zaman, zaman diyanet işleri başkanlığında vaizlik ve müftülük imtihanları açılırdı. Hazrette talebelerinden gruplar halinde gönderirdi. İmtihan heyeti, hocalar, imtihana iştirak eden bu talebelere karşı, fıkıhtan, kelamdan, mantıktan tefsir ve hadisten mania kurarcasına çok zor sualler hazırlayıp sorarlardı. Hazretin talebeleride bütün maniaları aşar, iyi derecelerle muvaffak olurlardı. Bu husus imtihan heyetinin dikkatini çekmiş olmalı ki, yüksek muvaffakiyet gösterenlere;
“Seni kim okuttu?” diye soruyorlardı.
Daima aldıkları cevap: “Süleyman Efendi, Süleyman Efendi, Süleyman Efendi” olunca,
“Pes” diyerek içlerinden biri “artık o zatı gidip ziyaret etmek bize vacip oldu” demiş, hep beraber karar verip, gelip ziyaret de etmişlerdir. (Bunlar arasında, o tarihteki diyanet işleri başkanı Eyüp Sabri Hayırlıoğlu, bilhare diyanet başkanı olan Hasan Hüsnü Erdem, heyeti müşavere kurulu üyeleri, Hasan Fehmi Başoğlu, M.Şehid Oral, İsmail Hakkı Ezherli, M. Asım Köksal vardı).
Süleyman Efendi (K.S.) Hazretlerinin diyanet camiasında pek çok genç talebeleri, müftü ve vaiz olarak vazife yapmışlardır. Hatta 18 yaşında Balıkesir müftülüğüne atanan Hüsnü Yılmazı o günkü matbuat; Türkiye’nin en genç müftüsü Balıkesir’e atandı” diye manşet atmıştı.
Büyük muharrir Necip Fazıl, Süleyman Efendinin Talebelerini tanıma fırsatını buluşunu, son devrin din mazlumları adlı eserinde şöyle anlatıyor:
“Süleyman Efendi, beni bu gençlerle temasa geçirmiş ve bahçemizde yattığı halde farkında olmadığımız bir hazinenin keşfi gibi, hayretle karşılık bir taktir duygusuna boğmuştur. Evet; o zamana kadar cansız bir ezber zemini üzerinde öne arkaya sallantılı, papağan vari bir tekrarlama işinden ibaret zannettiğim ve islamın, fezayı milyonlarca projektörle delic kainat görüşlerine yabancı saydığım Kur’an kursları faaliyeti hayret ve saadetle gördüm ki: gökten necaset yağan bir devirde üzerlerine tek kir bulaşmamış, zeka ve irfanları her inceliğe ulaşmış güdücüler elindedir. Ve bu genç güdücüler mevki ve istikamet tayini noktasından, bütün dost ve düşman kutupları, doktorların sıhhat ve marazı tanıdıkları gibi teşhis ehliyetindedir. Diyebilirim ki, Türkiye’de, Kur’an kursları topluluğu ayarında vahdet, merkeziyet ve davalarında salabet belirtici ikinci bir teşekkül mevcut değildir. Bu topluluk terbiyesini Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan’dan alanların veya alanlardan alanların tablolaştırdığı kadrodur ve bu tabloda şahıs, fikir, ilim, usul, her unsurun doğrudan doğruya bağlı olduğu tek mihrak, tek kelimeyle şeriattır. İşte, bağlılıklarındaki kuvvete bu manayı verdiğim, bütün gençliğe tavsiyem gibi şeriatı bu manada idealleştirmelerini ve şeriat aşkını bu manada şuurlaştırmalarını beklediğim ve kendilerini yeni iman neslinin en saf ve en temiz damarlarından biri saydığım Kur’an kursları topluluğuna yakınlığım buradan geliyor.
İnsan ’a kul olduğu müddetçe insandır. ’a kulluk da, O nun dinini bilmek ve hakkıyla o’na ibadet etmekten geçer. Dolayısıyla insanlara ’ın dinini öğretmek en kıymetli, en faziletli, en kazançlı bir iş olsa gerektir.
İnancımız ve Cenab-ı Hak’tan niyazımız o ki; bu muhteşem hizmet tablosunun her gün gelişerek kıyamete kadar devam edeceğidir. Bu topluluk maddi ve manevi vazifelerinden feragat etmedikçe, dünyevi makam ve mevkilere itibar etmeyip, siyasete alet olmadıkları müddetçe bu hizmet devam edecektir. ’ın dinini, kitabını bu milletin evlatlarına öğretmeye devam edeceklerdir. Bu da en büyük dünya ve ahiret saadetidir. Cenab-ı Hakk mahza kendi dinine hizmeti gaye edinen bu topluluğu dünyada ve ahirette zelil etmeyecektir. Çünkü Sünnetullah böyledir.
Ne hazindir ki diyanet camiasında bazıları ise, bu kalabalık, cevval din alimi ordusundan rahatsız olmuş, bunları diyanetten tasfiye etmek için, değişik iftira ve bühtanlar ortaya atarak, kasıtlı senaryolar hazırlayıp kendilerine kamuoyu oluşturmaya çalışmışlardır.
Üzülerek belirtmek gerekir ki; her devirde böyle iftiralara ve iftiracılara inanan ve ona taraftar olanlar çıkmıştır. Bu ve buna benzer iftiralarla kamuoyu karıştırılmış ve bu genç hizmet ordusunu diyanetten tasfiye işi başlamıştır.
Değişik baskılar, kimilerini en ücra köşelere tayinler, olur olmaz, ipe sapa gelmez sözler derken; kimileri de kendileri istifa etmek zorunda kalmışlardır. Bunlardan büyük bir kısmı halen hayattadır.
Bu tür insanların maksatlarını büyük muharrir Necip Fazıl ne güzel tespit etmiştir. “Herkes pireler gibi deliklerine saklanır ve ortaya çıkmazken tam 33 yıl bu davanın çilesini çekmiş ve büyük meselenin nirengi noktalarını göstermiş biri olarak kaydedeyim ki; din öğreticiliği bahsinde Süleymancılar diye yaftalanan topluluğa dil uzatanlar ve onları köstekleyenler hakikatten uzak, sadece çekememe duygusuna bağlı, nefsine emin olamama uhdesinden gelen tepkilerden ibarettir. Bu da bir çoklarınca gayenin islam değil, şahıs ve zümre hırsı olduğunun şaşmaz ifadesidir.”
Süleyman Efendi ve talebeleri Kur’an kursu, Talebe Yurdu açmaya büyük ehemmiyet vermişlerdir. Bir yere giden ilk iş olarak Kur’an kursu açıyor ve orada talebe okutma işine başlıyordu. Tabiri caizse Osmanlı devletinin koskoca müessesesi olan medreselerin deruhte ettiği mesele, iş ve faaliyetler Süleyman Efendi ve onun yetiştirdiği talebelerin omuzlarına kalmıştı.
İlmi faaliyetler bir millet ve devletin bekası için son derece önemlidir, bir yerde kaderini, geleceğini tayin eder. Osmanlı ilim yönünden ileri seviyede iken devletin durumu da iyiydi. Ancak zamanla herkesimde görülen bozulmalar, gevşemeler devletin yıkımına sebep oldu. Dini eğitimi iptal eden eğitim öğretim programı etkili olamaz, istikbal vaadedemez. Çünkü din fıtridir, doğuştan din duygusu herkesin içinde hakimdir. Sen kalkar da, ben fıtrat bilmem dersen bu iş olmaz, toplum hasta hale gelir, her kademede çözülmeler olur. Millet kendi inanç ve şahsiyetini kaybeder. Herkes bir başkasını taklit edeceğim derken kendi yürüyüşünden olan kargaya benzer.
Bütün bu eksiklikleri ortadan kaldırıp, halkın dini boşluğunu doldurmak isteyen Süleyman Efendi ve bağlıları bu işe talip olmuşlardır. Maddi imkansızlıklar, siyasi baskılara rağmen ’ın rızasını ümit ederek her şeyi göze almışlardır. Bu işi de yaparken kendilerinde bir enaniyet görmemişler, maddi bir makam ve mevki gözetmemişlerdir. Bu hususta Süleyman Efendi (K.S.) ‘nin çok manidar ve dilden dile dolaşan bir sözünü önemine biaen buraya almayı uygun bulduk. “Hizmet muvaffak olsun da, varsın bizim yerimiz caminin papuçluğu olsun.”
Arife tarif gerekmez. Bu ifade hizmetlerin boyutunu anlatmaya yeter ve artar bile. Onlar için önemli olan Rıza-i Baridir. Bu maksatla gece yatmayı, gündüz oturmayı terk etmişler, cihad etmişlerdir. Hz. Ömer (R.A.)’in “Dicle kenarında bir kuzuyu kurt kapsa onun hesabı benden sorulur, hesabını nasıl veririm” dediği gibi; Süleyman Efendi ve talebeleri Türkiye’de ve dünyada bir kimse Ya Rabbi bana Kur’an-ı ve senin dinini öğretmediler derse, hesabı bizden sorulur derecesine kendilerini bu işe veriyorlar. Süleyman Efendi’nin vefatıyla sarsılıp dağılmıyorlar, bilakis onun manevi yardım ve gözetiminin devam ettiğini bilerek hizmetlere devam ediyorlar.

Hizmet ve Ders Okutma Uğruna Çektiği Çileler ve Uğradığı Takibatlar
Büyük insanların çileleri de büyük olur. Bu hakikaten yerinde bir sözdür. İslam’ın garip olduğu devirlere bakın, İslami bir cezbe, bir kıpırdanış, bir aksiyon taşıyan kişiler hep sıkıntılara düçar olmuştur, takibatlara uğramıştır. Bunun misalleri çoktur. Bu meyanda Süleyman Efendi, medreselerin kapatılmasından sonraki hizmet hayatında defeatle takibatlara uğramış, her attığı adım tarassut altında tutulmuş, birçok defalar mahkemelerde ifadesi alınmış, tabutluklara atılmış, hatta aylarca hapiste yatmıştır.
Ne uğruna yatmıştır: Vatana ihanet etmiş, eşkıyalık mı yapmıştır, adi suç mu işlemiştir?
Hayır, sadece ’ın dinine hizmet etmek istemiştir. Gerçi bu iş, o devirde en büyük suçtu. Adam öldüren affedilir ama dini tedrisat yapan asla!... Tarih şahittir ki; nice alimlerin kelleleri gitmiştir.
Süleyman Efendi (K.S.)’nin damadı Kemal Kacar, onun, takibat altında geçen hayatını ve tevkiflerini şöyle anlatıyor: “Ben kendisiyle şeref ve akrabalık kazandıktan sonra, Efendi Hazretlerinin evinin sık sık polisler tarafından basılıp arandığına,. Kitapları ve hususi eşyaları dahil evin her tarafının didik didik arandığına, defaatle kendisinin emniyet müdürlüğüne götürülüp tazyik altına alındığına şahidim”.
Bir defasında, Kısıklı Kur’an Kursunu otuz kadar resmi ve sivil polis basıyor, Süleyman Efendi ve talebelerini kitaplarıyla beraber karakola götürüyorlar, aç susuz talebeler uzun müddet kontrol altında tutuluyor. Kitaplar incelenilmek üzere İstanbul müftülüğüne gönderiliyor. Devrin İstanbul müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen bir heyet tayin ediyor, inceleme sonunda Kitaplarda siyasi mahiyette suç unsuru bir şey bulunmadığını ifade ediyor. Kontrolden geçtiğine dair müftülük mührü hala kitapların üzerinde durmaktadır.
İlk tevkif ve çilesi 1939 yılında kendisinin evinden alınıp 3 gün nezarette, tabutlukta işkence görmesiyle başlar. Bilahere Ağır ceza mahkemesine çıkarılıyor mahkeme serbest bırakıyor. Daha sonra gayri mevkuf olarak devam eden muhakeme neticesinde suçsuz olduğu anlaşılmakla beraat ediyor.
Yine 1939-1944 yılları arası konuşmalarında laikliğe aykırı sözler telaffuz ettiği gerekçesiyle vaizlik görevi elinden alınıyor. Yapılan araştırma ve tahkikatler sonucu 1950 yılında tekrar vaizlik hakkı geri veriliyor.
Yine İnönü devrinde ve ilkinden 4-5 sene sonra ikinci bir takip ve tevkif; bu defa 1. Şube tabutluklarında çilesi 8 gün devam etmiştir. Binlerce mumluk ampüllerden, türlü uyutmama işkencelerinin yanında, ayrıca konulduğu beton hücreye romatizma olsun diye sık sık kovalarla su dökülmek suretiyle işkence yapılıyor. Ve nitekim bundan mütevellit Efendi Hazretleri ayaklarından romatizmaya yakalanmıştır.
Sulh ceza mahkemesi kendisini tevkif ve dostlarını tahliye ettikten sonra Asliye ceza mahkemesi kararıyla kefaletle tahliye edilmiş ve neticede beraat etmiştir.
Yine 1936 yılında ders okutmak maksadıyla kiraladığı Halit Paşa ‘nın Kabakça çiftliğinde ders okuttuğu öğrenilince, oradan ıstranca dağlarında bulunan Kuşkaya’ya çıkıyor, orada da rahat bırakılmıyor, ifadesi alınmak üzere karakola götürülüyor. Ama bu takibatlar ve çileler Süleyman Efendi (K.S.)’yi yıldırmıyor, bilakis onun gayretini artırıyordu. Daha da aşka şevke gelmesine vesile oluyordu.
Bir Ramazan günü çamlıcadaki evinin karşısında kendisini gözetleyen polis memurunu akşam vakti evine götürerek, “gel evladım, sen oruçlusun, iftarımızı ederiz, sen yine vazifene devam edersin” buyurmuşlar. Hatta zevceleri, “seni takip edenlere sen bir de yemek veriyorsun” deyince; “onlar memurdur, vazifelerini yapıyorlar” cevabını verir. Bu tablo karşısında hayretlere düşen polis memuru daha sonra Süleyman Efendi (K.S.)nin bağlıları arasına katılıyor.

Süleyman Efendi(K.S)’yi Mahkum Etmek, Böylece İslami Uyanışa Bir Darbe İndirmek İçin Yapılan Bir Tertip


Demokrat Parti devrinde (1957 yılında) Celal Bayar ile İnönü gizlice buluşarak bir tertip hazırlarlar. Bu tertipte rol alanlar; Dahiliye vekili Dr. Namık Gedik, Celal Bayar’ın damadı Ahmet İhsan Gürsoy (Kütahya Gediz Milletvekili), birkaç vali, bürokrat ve sivil eşhastan kendilerine rol verilen diğer kişiler.
Menemen hadisesi gibi bir hadise tertip ediliyor. Bursa Ulu camiinde Cuma günü tertipte rol alan erkek ve kadın oyuncular, icra-i melanet için sahneye çıkarlar. Şöyle ki: Erkek oyunculardan biri minbere koşup imamın elinden kılıcı alarak “Ben mehdiyim “ diye bağırır. Diğer erkek ve kadın oyuncularda; “Mehdimiz geldi” diye bağrışırlar. Bir kargaşa çıkar. Orada bulunan ve bu tertipten habersiz olan bir polis kargaşayı önlemek için havaya silahını ateşler. Cemaat dağılır. Cuma namazı kılınmaz.
Artık oyun oynanmıştır. O gün bütün gazeteler siyah çıkar. İrtica hortladı diye suni bir yaygara yapılır. Muvakkaten oyunculardan bazısı tevkif edilir. Derken bu mesele memleketin her yanına sıçratılmak istenir. Bursa’dan Kütahya’ya sıçratılır. Efendi Hazretlerinin oradaki talebeleri tevkif edilir. Sonra İstanbul’a sıçratılır. Zaten kuzu kurt misali, esas hedefte İstanbul’da Süleyman Efendidir.
Hemen Süleyman Efendi’ nin evine ve damadı Kemal Kacar’ın yazıhanesine baskın düzenleniyor, önce emniyet müdürlüğüne oradan da muhafazalı olarak Kütahya’ya getirilirler ve tevkif edilirler. Daha sonra önceden verilmiş olan gıyabı tevkif kararı, bir kadın hakim tarafından vicahiye çevrilir ve hapishaneye gönderilirler.
İdam talebiyle Kütahya Ağır Ceza Mahkemesinde muhakeme edilen Süleyman Efendi, nihayet mahkeme heyetinin bu işin bir tertip olduğunu anlaması neticesinde beraat eder. Hüküm kendisine tefhim edildikten sonra Süleyman Efendi Hazretlerinin mahkeme heyetine hitaben söylediği söz şu olmuştur.” Beni tedrici bir idamdan kurtardığınız için size teşekkür ederim”
Dava adamının bir yerde kaderidir bu zaten. Atalarımız “Meyvesiz ağaç taşlanmaz” demişler. Hizmet eden gayret eden insan bazı menfi fikirli kişiler tarafından engellenmeye çalışılır. Ama gerçek dava adamı bunlardan hiç yılmaz, belalara göğüs gerip tahammül eder ve kaldığı yerden devam eder.
Kütahya hadisesinden tahliye olduktan sonra üstadını ziyarete gelen Mustafa Özaltın üstadını zayıflamış bir şekilde görünce üzülüyor. Bu esnada Süleyman Efendi (K.S.); “Evlatlarım iki ay boyunca ne bir gün ne de geceleri bir yıldız gördüm. Bodrum’da tahliye günümü bekledim. Ama ’a şükürler olsun hiçbir şikayetimiz yok, İman ve İslam uğruna çile doldurduk” diye halini ifade ediyor.
Bunun üzerine bu evlatları: efendim, çok yorgunsunuz, ihtiyarsınız biraz istirahat etseniz iyi olur deyince ;yerinden hareket edip.”Evlatlarım, bu iki aylık gecikmeyi telafi edeceğiz. Nasıl ki bir şoförün yolda arabasının tekeri patladığında,onu değiştireceğim derken vakit kaybeder, işini yaptıktan sonra kayıp ettiği vaktini kazanmak için daha çok gaza basarsa, bizde öyle yapacağız.” Buyurmuştur.
Süleyman Efendi Kütahya hapishanesinde tam 59 gün tutuklu kalıyor. Bu yaşta bunca eza ve cefaya düçar olmasının tek sebebi ’ın dinine hizmet etmesinden dolayıdır.Bu takip ve tevkif işleri Süleyman Efendinin vefatıyla son bulmuyor. Zaman zaman dine hizmet veren bir çok talebeleri değişik suç isnatları ile tevkif ediliyor. daha yakın tarihimizde; 1980 ihtilalinde davanın ileri gelenlerinden Kemal Kacar ve birçok arkadaşları aylarca Antalya hapishanelerinde çile çıkarmışlardır. O tarihlerde devlet başkanı Kenan Evren’ in bizzat “bunları mahkum edin” diye ısrarlı baskı yapmasına rağmen Yüce onları selamete çıkarmıştır.

Süleyman Efendi (K.S.) Hazretlerinin Eserleri

A) Kur’an Harf Ve Harekeleri: Kur’an-ı Kerimi öğrenmede yepyeni bir tertip ve usül olan bu Elif cüzü altı sahifeden oluşmaktadır. Efendi Hazretleri bu eseriyle kubbeyi habbe yapmış, yani hazmi, yutulması zor olan şeyi küçültmüş ve hazmi yutulması kolay hale getirmiştir. Böylece Kur’an-ı Kerim-i öğrenmeyi birkaç güne hatta saate sığdıran bir iksir olmuştur.
Diğer Elif cüzleri ile uzun zaman, hatta bazıları aylarca okuduktan sonra Kur’an-ı Kerim-i okumayı öğrenebilirken bu elif cüzü ile birkaç günde Kur’an-ı Kerim-i okumak mümkündür. Bu elif cüzünün de kendine has bir okutma usulü vardır. İnanılmayacak bir şey değildir. Kendimiz öğrendiğimiz gibi yaz tatillerinde, sıbyan mekteplerinde, küçücük yavrulara dahi bir haftada öğretiyoruz.
B) Risale-İ Kibrit-İ Ahmer: Seyr-u süluk için bazı ehemmiyetli mevzuları ihtiva eden bir risaledir. Ehillerinin ziyadesi ile müstefit olabileceği bir eserdir.
C) Mektuplar Risalesi:(Bazı mesaili-l mühimme)yine bunda da tarikat erbabının hallerinden, sohbet ve adabından tarikat ehlinin ictinab etmesi gereken şeylerden bahseden, hacimli bir kitap tır. İçindeki malumatlar hakikaten sadre şifadır. Okuyan kimseyi derin derin düşündürecek olan faideli bir eserdir.
D) Hepsinden önemli olan “CANLI ESER” diye hitap ettiği talebeleridir. “Eser müessirine delalet eder.”Kaidesince talebelerine bakarak Süleyman efendi ‘nin zahiri ve batıni cephesini bir nebze olsun anlama imkanı buluruz. Binbir sıkıntılarla yetiştirilen bu iman nesli bugün aynı saflığı, aynı kararlılığı muhafaza etmektedir. Tasavvufi inançları gereği; sanki efendi hazretleri aralarındaymış gibi daima onun ruhani terbiyesindedirler. Bu anlayış onları hizmet hususunda hep dinamik tutuyor. Onun en büyük kerametlerinden birisi ,öyle bir devirde tek başına o kadar talebe yetiştirmesi ve kalıcı bir kuruluş olan Kur’an Kurslarını tesis etmesidir. Onun yetiştirmiş olduğu talebeleri, yıllarca bu milletin manevi susuzlularını gidermiş ve geçmişlerinden ve dinlerinden kopmalarını önlemişlerdir.
Süleyman Efendide oturup ciltler dolusu eser yazabilirdi, bunu yapmaya kapasitesi yok değildi. Bilakis muasırlarından daha yetenekliydi. Ancak o, bazı sebeplerden dolayı eser yazmaktan kaçınmıştır. Kendisine niçin eser yazmadığını soranlara bir defasında şöyle cevap vermişti. “Biz kitap yazıp eserlerimizin raflarda çürümesini arzu etmedik. İlmimizi yaşayan nesillere aktarıyoruz ki, onlar eser yazarlar, biz eser yazacak eserleri yetiştirdik. Böylece ilmimizi gelecek nesillere miras bıraktık. Selefin mum ışığında yazdığı paha biçilmez, hazine gibi eserlerin bir kısmının toprağa gömülerek çürüdüğünü, bir kısmının da kütüphane raflarında tozlanmaya terkedildiğini gördüm. Medreseleri kapanmış, yazısı değiştirilmiş, dini, ilmi ve kültürü yok olmaya yüz tutmuş zamanımızda, kitap yazmaktansa, yazılmış olan ilmi eserleri anlayacak ve anlatacak, ilmi, satırdan sadır’a intikal ettirecek, yaşatacak talebe yetiştirmeyi daha lüzumlu bulduğumdan kitap yazmadım” buyurmuştur.
Yine kitap yazmayışına sebep olarak; bir zamanlar Akaid dersi okuturken Mustafa Arıkan ve Biletçi Mehmed Efendi’ye, Hazret, çok faydalı olacak bir eser yazdırmaya başlamış, 40 sahife civarında yazdıklarında derse ara vermişler. Onlar, “Efendim, niçin yazmaya devam etmiyoruz:” diye sorunca; “duydum ki bazıları (bir kısım nurcuları kastederek), üstadlarının yazdığı eserleri okumak her şeye yeter diyorlarmış ve yerine göre Kur’an’dan üstün tutuyorlarmış.Yani o kitapları okuyup Kur’an’ın lafzını okumayı terk ediyorlar. Bu yanlış bir durumdur. Yarın benim talebelerim de aynı hataya düşebilirler. Bu yüzden yazmaya devam etmekten vazgeçtim” diye cevap vermiştir.

Talebelerine Veda Konuşması ve Vasiyeti

Süleyman Efendi medreseden mezun olduktan sonra doya doya dersiamlık yapıp, talebe yetiştirmeden medreseler kapatılmıştır. Bunca eza, cefa ve sıkıntılara rağmen hayatının sonlarına doğru iki yüz talebeyi bir anda okutma bahtiyarlığına ermişti. Herkes için bir ecel olduğu gibi, onun içinde vardı. O da ölümü tadacaktı. Yaşı hayli ilerlemişti, aynı zamanda vaktin yaklaştığını manen sezerek, son derslerinde talebelerine, ileride nasıl hareket edeceklerini, sıkıştıkları zaman bile pes etmemeleri gerektiğini, hizmetleri nasıl göğüsleyeceklerini hatırlatıyordu. Bu bir nevi vasiyetti.
İstanbul Topçular semtindeki kursta iki yüz talebeye yaptığı en son veda sohbetinde onlara hitaben buyurmuşlardır ki; “Evlatlarım! Tevhidce bu alem: Hazreti ’ın zatının,sıfatının,esmasının ve ef-alinin eseridir.
Tasavvuf ve maneviyatça ise, zatının, sıfatının, esmasının ve efalinin zılli yani aksi ve gölgesidir. Cenab-ı Hakk kudretini göstermek için bu akse vücud kisvesi giydirmiştir.
Evlatlarım! Bu dünya gölgeye benzer. Nasıl ki arkanı güneşe dönsen gölge önüne düşer: arkasından ne kadar gitsen yakalamak kabil olmazsa dünya da aynen bunun gibidir. Peşinden gidenlerin daima bir adım önünde olur. Fakat insan güneşe dönüp ona doğru yürür ise: gölge arkasına düşer peşini hiç bırakmaz. İnsan gölgenin peşinden gider mi? Mühim olan Hakka dönüp gölge misali dünyayı kendimize tabi kılmaktır. Dünya için koşan, ahireti kaybeder. Ahiret için çalışan dünyayı da kazanır. Eğer bir ağacı yerinden alır götürürsek gölgesi de beraber gelir. Çünkü ahiret asıl dünya ise onun halefidir.
İnsan gölge peşinde koşmaz. Dünya gölge gibidir. Nasıl güneşe karşı gidilirse, gölge seni takip eder, peşini bırakmazsa güneşe arka çevirirsen gölge öne düşer, ne kadar koşsan
yetişip yakalamak kaabil olmaz. Hakka dönüp (gölge misali dünyayı)kendine tabii kılmalı...
Evlatlarım! Buraya kadar getirdiğimiz emanet-i ilahiye şu andan itibaren sizlerin uhdesindedir. ü Teala dinini ihyaya hükmetti de irade icabı bu yenileme vazifesi benim ve sizin omuzlarına indi. Bu istemekle elde edilecek bir devlet değildir. Lakin zaman içinde belli kimselere min indillah tevdi edilir. Buraya ayrı ayrı yerlerden gelip toplanmanız dahi bir tesadüf değildir. Cenab-ı Hakk, bu ilmi kısa zamanda sizlere öğretmek, hatta irşada bile isti’dad vermekle, hepinizi bu emaneti kübraya memur etmiştir.
Evlatlarım! Bizim bu alemde biricik gayemiz var, o da; Ümmeti Muhammed’in evlatlarının kalplerine füyüzatı Muhammedi’yeyi aşılamaktır. İşte vazifeniz bu; okuyup, okutmak, Ümmet-i Muhammed-in irşadına çalışmak, batağa düşmüş, çukura yuvarlanmış Ümmet-i Muhammed-in evlatlarını kurtarmaktır. Ben bu dini buraya kadar getirdim. Evlatlarım sizler bahtiyarsınız, çünkü; bu ilmi “hayyen an hayyin” alıyorsunuz. Sizler bu hizmetlere devam edeceksiniz. Eğer hizmetlere devam ederseniz sizlere duacıyım. Bizden aldığınız ilmi, başkalarına okutmaz, öğretmez, aşılamaz iseniz, biliniz ki; kıyamet gününde on parmağım yakanızda olacaktır. Bu hizmetleri yapmadığınız taskdirde; kıyamet gününde değil huzur-u ilahi-ye huzuru Rasulullah’a benim huzuruma bile çıkamayacaksınız.
Size talim edilen Hak yolundan ayrılmayın. Vahdeti vücut ve sair nuru sönmüş tariklere asla rağbet etmeyin. İmam-ı Rabbani Hazretlerine irtibatı olmayan bütün tariklerin kandilleri sönmüştür. Her hali kerametül-nebi olan yolumuzun gayrisinde, hiçbir kar ve keramet aramayın. Ya Rabbi kalp gözümü açıp ta beni perişan etme diye, dua etmeli.
- Hiçbir zaman his ve tecrübeden ibaret olan,ulum-i müsbeteyi, umum-i ilahi üzerine tercih etmeyin. Sizler ’ın memuru, Peygamberin memuru, Din-i mübin-in memuru, Kitabullah’ın memuru, füyüzat-ı ilahiyyenin tevzi memurusunuz. Vazifeniz, batağa düşmüş olan, ümmeti bataktan kurtarmak. Gaye rıza-i ilahidir. Buraya kadar getirdiğimiz emaneti ve kıyamete kadar devam edecek olan Ulum-i İlahinin devamı, sizlerin uhdesindedir. Bu işi ihmal edip vazife yapmayanların, kıyamet günü on parmağım yakasında olacak. Rütbesi yüce olan bu işin, mesuliyeti de büyüktür.
Yaşlı gözler ve dikkatli bakışları ile, cezbeli dualar ve muvaffakiyetler niyaz ederek, şu sözlerle nihayet verdiler:
- İnşAllah Makam-ı Mahmudda ve Alem-i berzah’ta gene böyle beraberiz.(Kuddise Sirruh)

İrtihalleri (16 Eylül 1959):

Yukarıda belirtilen, Efendi Hazretlerinin talebelerine toplu nasihat ve vasiyetinden bir ay sonra şeker hastalığı yükselen Hazret 16 Eylül 1959 Çarşamba günü, akşam namazı vakti, irtihal-ü dar-u baka eylemişlerdir.
Defni için, o zamanki meclis başkanı vekillerinden İbrahim Kirazoğlu vasıtası ile devrin başbakanından, Fatih Türbesi yanına defnedilmesi için izin alınmıştı. Fakat, ertesi gün büyük bir kalabalıkla Altunizade’ den aşağı doğru inen cenaze, polisler tarafından durduruluyor ve Karacaahmet’te açılan çukura defnedilmesi gerektiğine dair emniyet müdürünün kararı bildiriliyor. Halk ve cenaze sahipleri bu hal karşısında şok oluyor. Değişik konuşmalar, diplomasiler sonucu yine bir şey değişmiyor. Çünkü dahiliye vekili Namık Gedik bizzat Üsküdar’a gelerek; cenazeyi karşıya geçirecek olan istimbotun halatlarını çözüyor ve oradan çekip gitmesini kaptana söylüyor. Uğraşmanın fayda vermeyeceğini anlayan cenaze sahipleri çaresizlik içinde Altunizade camiinde kılınan cenaze namazından sonra Karacaahmet mezarlığına gidiyorlar ve orada açılan çukura defnediyorlar.
Bu bir zulümdür. Böyle bir zulüm mahiyeti bakımından küçük görünse de manasındaki dehşet ve bir din adamının ölüsüne bile tahakküm etmeye kalkmaktaki manevi şekavet bakımından, hele demokratik iddiasındaki bir rejimin hesabına, emsali görülmüş şeylerden değildir. Her ne kadar Dr. Namık Gedik , Hazretin Fatih Camii avlusuna defnine mani olmuşsa da işin manevi yönü, muhakkak ki daha başkadır. Nitekim defninden sonra kendisini rüyasında gören bir mensubuna hazret; “Çok uğraştınız, beni Fatihe defnetmek için ama ben istemedim.”buyurmuşladır. Burada muhakkak ki bizim bilmediğimiz pek çok hikmetler vardır.
Bugün Karacaahmed Mezarlığındaki “Kabri Şerifleri” her gün binlerce talebesi tarafından ziyaret edilip Fatiha okunurken;cenazelerini engelleyen habisin cesedi bilinmeyen bilinmeyen bir çukura atılmıştır.
Düzceli Hafız Hilmi Ak‘tan menkul bir kerametleri şöyledir. “Ben İstanbul da okurken Süleyman Efendi Hazretleri zaman zaman beni yanına alır, Sohbet meclislerinde bana Kuran–ı Kerim okutur,”aferin küçük hafız “diye iltifat ederlerdi. Sene 1938, İstanbul da hatırlı bir zatın evindeyiz. Haberler için radyo açılmıştı. Atatürk ün ölümünden bahsedildi. Orada bulunan bir zat, kemal-i edeple “Efendi Hazretleri bundan sonra memleketimizde devlet umuru nasıl olacak, nasıl hükümetler gelecek “diye sordu. Başını göğsüne eğerek bir müddet tefekküre daldı. Sonra başını kaldırdı,”Öyle devlet adamları, öyle hükümetler gelecek ki, bizim için kazdırılan mezarımıza bile bizi koymayacaklar”buyurdu. Tabi ben o zaman bu sözlerden hiç bir şey anlamamıştım. Ancak 16 Eylül 1959 günü anlayabildim.”
İşte o mübarek zatın şahsı ve onun himmet ve himayelerindeki hizmet kervanı üzerinde yakışıksız spekülasyonlar yapan dünün ve bugünün zındıkları, işte onun hayat ve memeatındaki kerametleri.

SÜLEYMAN EFENDİ (K.S.) HAZRETLERİNİN MUTASAVVIFLIĞI
Süleymancılık Tabiri Hatalıdır.

Esasen Süleyman Efendi Zamanında “Süleymancılık” veya “Süleymancı” diye bir tabir yoktu. Yazılı matbuatta ve sözlü rivayetlerde böyle bir tabire rastlanamamıştır. Bu da gösteriyor ki; bu tabir sonradan ortaya atılmıştır. Esefle müşahede edilmiştir ki; Kasıtlı olarak ortaya atılarak üzerinde yaygaralar kopartılmaya çalışılmış bir kelimedir.
Ne demek Süleymancı? Süleyman’ı seven, tutan, takip eden anlamında mı yoksa bizim aklımıza gelmeyen bir başka anlamda mı? Tarihe baktığımızda Süleyman Peygamber’in (AS.) olanca saltanatıyla gelip geçtiği, yakın tarihimizde ( Osmanlı’ da) Kanuni Sultan Süleyman’ ın gelip geçtiğini görüyoruz. Fakat bunların arkasından onları takip eden halka Süleymancı- Süleymancılar tabirinin kullanıldığını görmüyoruz. Bu ifade istimal kaidelerine göre kulağa bile hoş gelmiyor. Haklı olarak Süleyman Efendi’ nin talebeleri bu tabirlerden rahatsız oluyor ve kabul etmiyorlar.
Bu hususta Süleyman Hilmi Tunahan’ nın talebelerine ve talebelerinin talebelerine (hocalarına nispetle) Süleymancı denmekte ise de hakikatte bunun tamamen uydurma olduğu, Süleymancılık diye ne bir din ne bir mezhep ne de bir tarikatın mevcut olmadığı bizzat Süleyman Hilmi Tunahan’ ın yakınları ve talebeleri tarafından kat-iyyetle ifade edilmektedir.
Esasen, Merhum Süleyman Hilmi Efendi (K.S.) hayatta iken Süleymancılık diye bir tabir yoktu., böyle bir tabir ne görülmüş ne de işitilmişti. Bu tabir Süleyman Efendi’ nin vefatından 9-10 sene sonra ortaya çıkmıştır. 71 yaşında vefat eden bir zat hiçbir çevreye ve kimseye bu tabiri izafe ve ikrar etmemiş bu tabiri bu zat’a izafe etmeye medar olacak yazılmış kitap, mektup, ses bandı v.s. gibi hiçbir maddi delil yoktur. Süleymancılık tabiri sonradan özel maksatlarla bir takım çevrelerce meydana çıkarılıp, ortaya atılmış suni bir yaftadan ibarettir.
Esasen -cı ,-cu ekleri meslek ve ticari şeylerde kullanılır. Mesela, bir adam meyve alır satar, elmacı, portakalcı,muzcu,karpuzcu denilir. Kuyumculuk yapar kuyumcu denir. Demir işleriyle uğraşır demirci denir. Kalay yapar kalaycı denir, elbise diker elbiseci denir. Böyle birşey olmadığına göre “Süleymancı” dememek lazımdır. Eğer bununla nispet ifade edilmek isteniyorsa yani Süleyman Efendi Hazretlerinin irşadına nail olmuş mutlun insanlar kast ediliyorsa bunun –lı eki ile ifade edilmesi icap eder. Selçuklu ,Osmanlı dendiği gibi Süleymanlı denmesi icap eder.
Bu kelimenin 1967-1968 yıllarında Diyanette bazı menfi düşünceli kişilere tarafından icat edilip ortaya atıldığı söyleniyor. Bu tabiri ilk defa resmi ağızdan kullanan o zamanların devlet başkanı Saffet Omay’ dır. Bu tabiri kullanan mercide şu açıklamayı yapıyor. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi Cumhuriyet Savcılığına gönderilen 1 Mayıs 1985 tarih ve K/ 214-06/ 840 sayılı yazıda: “Süleymancılık; Süleyman Hilmi Tunahan (1888- 1959) tarafından 1930’larda İstanbul’da kurulup; vefatına kadar Süleyman Efendi’ nin, vefatından sonra ise damadı Kemal Kacar’ ın yönetiminde, yurt çapında geniş halk kitlesi arasına yayılıp gelişmesine çalışılan dini, siyasi,ve ekonomik amaçlara yönelik kadrolaşma ve zümreleşmeye dayanan bir tarikattir. Dini karakterli bir kadrolaşma hareketini gerçekleştirdikten sonra kendi görüşlerine uygun bir yönetim kurmak üzere devletin temel düzenini değiştirmek olduğu söylenebilir” denilmektedir.
Bu beyanatın yorumunu yapmayı kıymetli ve sağ duyulu okuyucularıma bırakıyorum. Çünkü; yapılan ithamın metni yukarıda, bu ithama maruz kalan zümre ise memleketimizin her yerindedir. Yazılanlarla yetinip yüküm vermektense, olayları yerinde inceleyip yazılanlarla gerçeklerin tutarlı olup olmadığına bakılarak hüküm vermenin daha isabetli olacağı açıktır. Aklı selimede yakışan budur.
Bu hususta Necip Fazıl diyor ki; “Kur’an kurslarında Süleymancılık diye ifade edilebilecek hususi bir doktrin yoktur. Nakşi olan ve en büyük ihtiramını İmam-ı Rabbani Hazretleri mevzuunda gösteren Süleyman Efendi’nin kendisiyle 5-6 yıllık bir süre içinde, seyrek de olsa devam eden temaslarımda hiçbir defa Süleymancılık veya Süleymancı diye bir ima ve işarete tesadüf etmedim.
Görüldüğü gibi bu tabir sonradan ortaya atılmıştır. Süleyman Efendi-nin talebeleri de, kendileri için bu tabirin kullanılmasından hoşlanmıyorlar. Görüldüğü kadarıyla haklı olduklarıda anlaşılıyor.
Bu hususta Prof. Dr. E. Ruhi Fığlalı’nın tesbitine bir göz atalım. “Özellikle ülkemizde, asli tarihi içinde ve ilmi ölçülere göre birer tarikat olmadıkları halde, kavram kargaşasından dolayı sanki birer yeni tarikatmış gibi zikredilen Nurculuk, Süleymancılık, Işıkçılık vb. akımlara yer verilmemiştir. Zaten kendileride haklı olarak yeni bir tarikat olmadıklarını belirtiyorlar.

O ve Faaliyetleri
1- Süleyman Hilmi Tunahan (K.S.) Efendi Hazretleri Ehl-i sünnet Velcemaat inancına bütün talebelerini eksiksiz bağlı olarak yetiştirmiştir. Tedris zincirine aldığı Emali ve Nefesi adlı metin kitaplarla, İslam akaidinin ve ehl-i sünnet düşüncesinin temelini öğretirken, Şerh-i Akaid (Kestelli) ile de, günümüzdeki ve tarihteki sapıklıkları talebelerine tanıtmış ve dalalet fırkalarına düşmekten korumuştur. İnanç sapıklığı içinde bir tek talebesi yoktur.
2- Türkiye’de İmam-ı Rabbani Hazretlerini tanıtmıştır. Onun öğüt ve hadis-i şeriften sonra en müteber kitabı iki ciltlik Mektubat ilk defa onun talebeleri tarafından Arapça olarak yeniden bastırılmış ve ilim erbabının hizmetine sunulmuştur.
3-İslamiyeti, tercüme kitaplardan yahut kendi yazdığı eserlerden öğretmek yerine, Hz. Ali’nin (R.A.) hazırladığı Emsile’den başlayarak, bütün büyük ulemanın bilhassa Osmanlı Medreselerinin takip ettiği Temel ders kitapları vasıtasıyla İslamiyeti kaynağından, orjinal dilinden Arapça’dan okutmuş ve öğretmiştir. ÖŞÜR farizasını Türkiye’de yeniden İHYA için çalışmıştır.
4- Tarikatı, sadece “hoş sohbet vasıtası” haline getiren son devrin tembelliğini yıkmış, onu, kitleleri harekete getiren, şeriat için çalışan insanların hareket ve heyecan vasıtası kılmıştır. Bu yüzden keramete itibar etmemiş, kendisi keramet izharından müstağni davrandığı gibi, talebelerine de aynı yolu talim etmiş, “En büyük keramet, ümmet-i Muhammed’e hak yolu telkin etmektir.” Buyurmuştur.
5- Laik maarifin din adamı yetiştiremeyeceğini yetiştirmekte samimi olmayacağını olamayacağını temel fikir olarak ortaya koymuştur. Hayatı boyunca İslamiyeti RESMİ İDEOLOJİNİN tasallutundan ayrı tutabilmek için çalışmış ve kendi teşkilatlandırdığı müesseseler KUR’AN KURSLARI bünyesinde buna muvaffak olmuştur.
6- Bilhassa son iki asırda Hıristiyan BATI hıyanetinin tesirinden kurtulamamış ŞAM ve KAHİRE uleması ve CAMİÜLEZHER yerine İSTANBUL müderrislerini ve OSMANLI medreselerini örnek almış ve talebelerine OSMANLI’yı misal göstermiştir.
7- Kendisine manevi salahıyet verildiği andan itibaren hem KADİRİ ve hem de NAKŞİ tarikıyla VAZİFE tarif etmiş,zamanında ŞEYH olarak tanınanlara haber göndererek,onları kendisinin VARLIĞINDAN ve SALAHİYETİNDEN haberdar etmiştir. SAİD-İ Nursi, Abdülhakim-i Arvari Hazretleri ve Sami efendi dahil tanınmış birçok zevatla muhabere etmiştir.
8-Sahte şeyhlerle, tasavvufu ve tarikatı İslamiyetin dışına çıkarmak isteyenlerle mücadele etmiştir. Bilhassa VAHDET-İ VÜCUTÇU geçinen “İnsan da Rahmandır. Allahtır, abid ile mabud arasında fark yoktur” diyenlere karşı mücadele vermiş “BİZ HAYATTAYIZ” demiş ve onların faaliyetini tesirsiz hale getirmiştir.
9-“Kuran-Kerimi en kısa zamanda okumayı öğreten ELİF CÜZÜNDEN başka kitap yazmamıştır.Bir zamanlar AKAİD Dersi okuturken başlattığı TAKRİR yazdırma işinden vazgeçmiş ve talebelerine şöyle demiştir:
- Duydum ki bazıları hocalarının yazdığı kitabı okumak her şeye yeter diyorlarmış ve yerine göre KUR-AN`dan üstün tutuyorlarmış. Ben talebelerimin bu sapıklığa düşmelerinden korkarım. Her ilim yazılıdır.Ben anahtarını size okutuyorum.
10- Süleyman Hilmi Tunahan Efendi Hazretleri, cemiyetten uzakta yaşamak yerine,cemiyetin içinde Müslümanlığı yaşatmayı tercih etmiş ve “Dışımız halk ile içimiz hak ile”buyururken,İslamiyete ters düşen kılık kıyafete de katiyen itibar etmemiştir.(Kendileri kış-yaz ceketten uzunca, pardesü`den kısaca olan bir kıyafet tercih etmişlerdir.)
11- Dünya mevzularını yakından takip etmişler,bu mevzuda İmam-ı Rabbani Hazretlerinin”devrinin zahiri idarecilerini bilmeyen hidayete kavuşmuş değildir”sözünü şiar edinmişlerdir .( Her sabah bir “YENİ SABAH”gazetesi aldırıp, “Dış politika”yazarının yorumlarını okutturduklarını talebeleri anlatmaktadır.)Günlük hadiseleri ve dünyadaki müslümanların meselelerini cami kürsülerinden dile getirmiş,yerine göre,zamanın Başbakanına cami kürsüsünden hitap ve tavsiyeleri olmuştur.
12- Talebelerini hayatlarında daima itidale teşvik etmiş,ifrad ve tefridden uzak kalmalarını tavsiye etmiştir. Deccala,şeddat’a ve onun torunlarına karşı hayatı boyunca mücadele vermiştir. Halkı CHP’ye oy vermekten şiddetle men etmiştir.
13- Kısacası Süleyman Efendi (K.S.) Hazretleri ,Kuran-ı kerimde bahsedilenleri yaşamış ve yaşamak istemiş,sünnet-i şerife uygun bir hayat sürmüştür. Her işini İSLAM üzere ayarlamıştır. Süleyman Efendi Hazretleri budur .İslamiyetten başka bir ölçü onu tarif edemez.
şefaatine nail eylesin (AMİN)

SILSILE-I SADAT HAZARATI ILE ILGILI YAZI DIZIMIZ BURADA BITMIS OLUP CENABU HAKDAN CÜMLESININ SEFAATLERINE NAIL OLMAMIZI NIYAZ EDER O MÜBAREK ZATLARDAN AZAMI DERECEDE ISTIFADE ETMELERINI TEMENNI EDERIZ:

BU KONU BURADA KILITLENIP YORUMLARINIZ ICIN AYRI BIR BASLIK ICINDE BEKLERIZ INSAAllah

Hocam Allah razi olsun


Altun Silsile

MollaCami.Com