Bölümler | Kategoriler | Konular | Üye Girişi | İletişim
Alevilik nasıl doğmuştur?
ALEVİLİK NASIL DOĞMUŞTUR?
Alevîlik aslında bir fırka veya mezhep değildir. Âl-i Beytâin muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıkmıştır.
Meselenin tarihi seyrine baktığımızda Alevîliğin bir tarikat şekline gelişmesi şöyle olmuştur:
Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayazıtâı yendikten sonra Anadoluâdan aldığı otuz bin kadar esiri İranâa götürmüştü. Bunları Erdebilâe yerleştirmişti. Bunlar zamanla, Şah İsmailâin dedesi olan ve Erdebil Şeyhi olarak ta bilinen Şeyh Aliâye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar. Bir süre sonra Timur, ara sıra ziyarete gittiği Erdebil Şeyhinin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda, şeyh, âHiçbir dileğim yok, sadece Anadoluâdan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum.â dedi. Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı. Bu esirler, bu vesile ile şeyhe olan muhabbetlerini aşırı derecede ziyâdeleştirdiler. Şeyhin bu sofilerinin bir kısmı Anadoluâya döndü, bir kısmı da Erdebilâde kaldı.
Erdebil Şeyhi, Anadoluâya dönen bu müritleriyle alâkasını devam ettirdi. Erdebil Şeyhiânin tarikatında âHz. Ali muhabbetiâ esas alındığı için, bu tarikata devam edenler Hz. Ali sevgisi ile tamamen boyandılar. Bunlara bu niteliklerinden dolayı âAlevîâ denildi. Aslında bu esirlerin ecdatları ve kendileri, bu tarikat ile bağ kuruncaya kadar, Ehl-i Sünnet inanışında idiler. Bu tarikatla irtibatlarını yoğunlaştırdıktan sonra, tamamen Erdebil tekkesinin emrine girdiler. Oradan gelen her emri, harfiyen yerine getirmeye gayret gösterdiler. Öyle ki, bu müritler vergi, sadaka ve zekâtlarını bile Erdebilâe tahsis ettiler. Bunların bu fedakârane gayretleri ve karşılıklı diyalogları, gidip gelmeleri devam etti. Hattâ Erdebilâden gönderilen ve şeyhin âhalifesiâ olarak isimlendirilen şahıslar, Anadoluâda ânezirâ ve âsadakaâ namıyla para topluyor ve bu paraları gizli olarak İranâa gönderiyorlardı.
Böylece Erdebil Şeyhiânin tekkesi gittikçe genişliyor, müritleri çoğalıyordu. Bu Şeyhâin asıl amacı, gerek İranâda, gerekse Anadoluâda müritlerini çoğaltarak irşat postundan saltanat tahtına, şeyhlikten şahlığa geçmekti. Ancak bu arzusuna nâil olamadan ölünce, yerine oğlu Şeyh Cüneyd geçti. O da babasının gizli emelini sürdürmeye devam etti. Bunu hisseden o zamanın İran hükümdarı Cinahşah, kendisini İranâdan sürdü. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd Anadoluâya geldi. Onun altı yıl süren bu Anadolu ziyareti, tarikatına çok mürit kazandırdı. Sadece bir şeyh değil, aynı zamanda bir âseyyidâ unvanı ile de dolaştığı için beklediğinin çok üstünde taraftar topladı.
Artık Erdebil tekkesi Anadoluâda güçlenmiş, küçümsenmeyecek kadar büyük bir etki sahasına sahip olmuştu. Şeyh Cüneyd de babasının âkıbetine uğradı. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi takip etti. Bütün gayret ve ihtiraslarına rağmen o da siyasî amacına eremedi. Nihayet oğlu Şah İsmail, babasının ve dedelerinin rüyalarını gerçekleştirmeye maalesef muvaffak oldu. 13 yaşında iken Anadoluâdaki müritlerinden teşkil ettiği bir orduyla, o gün İranâda hâkim olan Akkoyunluâlara harp ilân etti ve Akkoyunlu hükümdarını devirerek irşat postundan saltanat tahtına çıkmaya muvaffak oldu ve Safeviler Devletiâni kurdu. Bununla beraber Şah İsmail Anadoluâdan elini çekmedi. Zaman zaman birçok halifeler göndererek Anadoluâdaki nüfûzunu kuvvetlendirmek için çalıştı. Bu çeşit faaliyetler, Çaldıran Muharebesiâne kadar artan bir hızla devam etti.
Bu muharebeden sonra İranâla Osmanlı Devleti arasında kesin hudutlar çizildi. Böylece Erdebil sofileriyle Anadolu arasındaki irtibat kesilmiş oluyordu. Bunun neticesi olarak Anadoluâdaki müritler, pirlerin tesirinden gitgide uzaklaştılar. Bu tarikatın Anadoluâda kalan mensupları, Erdebil tekkesinden aldıkları tesirle, kendilerinin dışında kalan Müslümanları Ehl-i Beytâe gerektiği gibi muhabbet beslemedikleri zannına kapıldılar. Onların bu anlayış ve davranışları diğer Müslümanlarla aralarında bir soğukluk ortaya çıkardı. Bu soğukluk, zamanla ayrılığa dönüştü.
Bu ayrılık sonucunda, Erdebil tekkesine bağlı Anadolu Türkleri medreseden uzak kaldıkları için, İtikada, ibadete ait birçok hükümleri gereği gibi öğrenemediler. Sadece babadan oğula intikal eden birtakım telkinlerle yetindiler. Diğer Müslümanlar ise, bunlarla yakın alâka kuramadı ve onlara karşı görevlerini lâyıkıyla yerine getiremediler. Ölçüsüz tartışmalar, yersiz tenkitler ve davranışlarla, aradaki soğukluk gittikçe büyüdü ve derin bir ayrılığa dönüştü. Buna bir de idarecilerin ihmali eklenince, Anadolu Müslümanları arasında Sünnîlik ve Alevîlik şeklinde bir ikilik ortaya çıktı.
Aslında bir Müslümanâın veya bir tarikatın Hz. Ali muhabbetini meslek ve meşrebine esas almasının dinen hiçbir mahzuru yoktur. Diğer sahabelere tecâvüz etmemek, Kurâan ve Sünnetâin ışığında namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer sorumluluklarını yerine getirmek kaydı ile Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetini rehber edinmenin hiçbir mahsuru yoktur. Gerçek şu ki, Kitap ve Sünnetâi bilen ve gereği gibi yaşayan hakikî bir Alevî, ancak Allah-ü Teâlââyı maâbûd olarak tanır. Kendisini, İslâmiyetâin bir ferdi olarak bilir, Peygamberimizi, en son Peygamber, Kurân-ı Kerîmâi de son semavî kitap kabul eder.
M. Kırkıncıânın yazısından alıntı
çok güzel bir yazı olmuş.. Allah razı olsun kardeşim
çok güzel bir yazı olmuş.. Allah razı olsun kardeşim
Teşekkür ederim.
Hepimizden razı olsun.
Aslında bir Müslüman’ın veya bir tarikatın Hz. Ali muhabbetini meslek ve meşrebine esas almasının dinen hiçbir mahzuru yoktur. Diğer sahabelere tecâvüz etmemek, Kur’an ve Sünnet’in ışığında namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer sorumluluklarını yerine getirmek kaydı ile Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetini rehber edinmenin hiçbir mahsuru yoktur. Gerçek şu ki, Kitap ve Sünnet’i bilen ve gereği gibi yaşayan hakikî bir Alevî, ancak Allah-ü Teâlâ’yı ma’bûd olarak tanır. Kendisini, İslâmiyet’in bir ferdi olarak bilir, Peygamberimizi, en son Peygamber, Kurân-ı Kerîm’i de son semavî kitap kabul eder.........
olay budur işte....
geçen gün bir arkadaş diğer birisi için bırak ya alevi dedi!
ne namaz kılar, ne zekat verir ne teseetür emrini ahline uygulatır...!
bırak alevi dediği kişide ise bu saydıklarımın hepsi var...
şimdi sünnisin ama hiçbir emri yapmıyorsun ama Kırkıncı nın yazdığı gibi de alevisin !
Hz .Aliyi çok sevmek alevilikse bende aleviyim...
zira kendine karşı özel bir sevgim var.....!
aleviliği ideolojik olarak görenler de var..
vahhabilik nasıl ki osmanlı içinden çıktı ise, günümüz türkiyesinde aleviliği gizli servisler başka bir boyuta çekmeye çalışmaktalar..
artık bu gerçeği görmek gerekiyor.. ermeniler çıkıp kürt halkın haklarını aramaya kalktılar.. ateistler de aleviliği savunur oldular..
ALEVİLİK NASIL DOĞMUŞTUR?
Alevîlik aslında bir fırka veya mezhep değildir. Âl-i Beyt’in muhabbetini esas alan bir tarikat şeklinde ortaya çıkmıştır.
Meselenin tarihi seyrine baktığımızda Alevîliğin bir tarikat şekline gelişmesi şöyle olmuştur:
Timur, Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayazıt’ı yendikten sonra Anadolu’dan aldığı otuz bin kadar esiri İran’a götürmüştü. Bunları Erdebil’e yerleştirmişti. Bunlar zamanla, Şah İsmail’in dedesi olan ve Erdebil Şeyhi olarak ta bilinen Şeyh Ali’ye intisap ettiler ve ondan tarikat dersi aldılar. Bir süre sonra Timur, ara sıra ziyarete gittiği Erdebil Şeyhinin kendisinden bir arzusu olup olmadığını sorduğunda, şeyh, “Hiçbir dileğim yok, sadece Anadolu’dan esir olarak getirmiş olduğun Türkleri serbest bırakmanı istiyorum.” dedi. Timur, şeyhin bu arzusunu memnuniyetle kabul etti ve onları serbest bıraktı. Bu esirler, bu vesile ile şeyhe olan muhabbetlerini aşırı derecede ziyâdeleştirdiler. Şeyhin bu sofilerinin bir kısmı Anadolu’ya döndü, bir kısmı da Erdebil’de kaldı.
Erdebil Şeyhi, Anadolu’ya dönen bu müritleriyle alâkasını devam ettirdi. Erdebil Şeyhi’nin tarikatında “Hz. Ali muhabbeti” esas alındığı için, bu tarikata devam edenler Hz. Ali sevgisi ile tamamen boyandılar. Bunlara bu niteliklerinden dolayı “Alevî” denildi. Aslında bu esirlerin ecdatları ve kendileri, bu tarikat ile bağ kuruncaya kadar, Ehl-i Sünnet inanışında idiler. Bu tarikatla irtibatlarını yoğunlaştırdıktan sonra, tamamen Erdebil tekkesinin emrine girdiler. Oradan gelen her emri, harfiyen yerine getirmeye gayret gösterdiler. Öyle ki, bu müritler vergi, sadaka ve zekâtlarını bile Erdebil’e tahsis ettiler. Bunların bu fedakârane gayretleri ve karşılıklı diyalogları, gidip gelmeleri devam etti. Hattâ Erdebil’den gönderilen ve şeyhin “halifesi” olarak isimlendirilen şahıslar, Anadolu’da “nezir” ve “sadaka” namıyla para topluyor ve bu paraları gizli olarak İran’a gönderiyorlardı.
Böylece Erdebil Şeyhi’nin tekkesi gittikçe genişliyor, müritleri çoğalıyordu. Bu Şeyh’in asıl amacı, gerek İran’da, gerekse Anadolu’da müritlerini çoğaltarak irşat postundan saltanat tahtına, şeyhlikten şahlığa geçmekti. Ancak bu arzusuna nâil olamadan ölünce, yerine oğlu Şeyh Cüneyd geçti. O da babasının gizli emelini sürdürmeye devam etti. Bunu hisseden o zamanın İran hükümdarı Cinahşah, kendisini İran’dan sürdü. Bunun üzerine Şeyh Cüneyd Anadolu’ya geldi. Onun altı yıl süren bu Anadolu ziyareti, tarikatına çok mürit kazandırdı. Sadece bir şeyh değil, aynı zamanda bir “seyyid” unvanı ile de dolaştığı için beklediğinin çok üstünde taraftar topladı.
Artık Erdebil tekkesi Anadolu’da güçlenmiş, küçümsenmeyecek kadar büyük bir etki sahasına sahip olmuştu. Şeyh Cüneyd de babasının âkıbetine uğradı. Yerine geçen oğlu Şeyh Haydar da aynı gayeyi takip etti. Bütün gayret ve ihtiraslarına rağmen o da siyasî amacına eremedi. Nihayet oğlu Şah İsmail, babasının ve dedelerinin rüyalarını gerçekleştirmeye maalesef muvaffak oldu. 13 yaşında iken Anadolu’daki müritlerinden teşkil ettiği bir orduyla, o gün İran’da hâkim olan Akkoyunlu’lara harp ilân etti ve Akkoyunlu hükümdarını devirerek irşat postundan saltanat tahtına çıkmaya muvaffak oldu ve Safeviler Devleti’ni kurdu. Bununla beraber Şah İsmail Anadolu’dan elini çekmedi. Zaman zaman birçok halifeler göndererek Anadolu’daki nüfûzunu kuvvetlendirmek için çalıştı. Bu çeşit faaliyetler, Çaldıran Muharebesi’ne kadar artan bir hızla devam etti.
Bu muharebeden sonra İran’la Osmanlı Devleti arasında kesin hudutlar çizildi. Böylece Erdebil sofileriyle Anadolu arasındaki irtibat kesilmiş oluyordu. Bunun neticesi olarak Anadolu’daki müritler, pirlerin tesirinden gitgide uzaklaştılar. Bu tarikatın Anadolu’da kalan mensupları, Erdebil tekkesinden aldıkları tesirle, kendilerinin dışında kalan Müslümanları Ehl-i Beyt’e gerektiği gibi muhabbet beslemedikleri zannına kapıldılar. Onların bu anlayış ve davranışları diğer Müslümanlarla aralarında bir soğukluk ortaya çıkardı. Bu soğukluk, zamanla ayrılığa dönüştü.
Bu ayrılık sonucunda, Erdebil tekkesine bağlı Anadolu Türkleri medreseden uzak kaldıkları için, İtikada, ibadete ait birçok hükümleri gereği gibi öğrenemediler. Sadece babadan oğula intikal eden birtakım telkinlerle yetindiler. Diğer Müslümanlar ise, bunlarla yakın alâka kuramadı ve onlara karşı görevlerini lâyıkıyla yerine getiremediler. Ölçüsüz tartışmalar, yersiz tenkitler ve davranışlarla, aradaki soğukluk gittikçe büyüdü ve derin bir ayrılığa dönüştü. Buna bir de idarecilerin ihmali eklenince, Anadolu Müslümanları arasında Sünnîlik ve Alevîlik şeklinde bir ikilik ortaya çıktı.
Aslında bir Müslüman’ın veya bir tarikatın Hz. Ali muhabbetini meslek ve meşrebine esas almasının dinen hiçbir mahzuru yoktur. Diğer sahabelere tecâvüz etmemek, Kur’an ve Sünnet’in ışığında namazını kılmak, orucunu tutmak ve diğer sorumluluklarını yerine getirmek kaydı ile Hz. Ali ve Ehl-i Beyt muhabbetini rehber edinmenin hiçbir mahsuru yoktur. Gerçek şu ki, Kitap ve Sünnet’i bilen ve gereği gibi yaşayan hakikî bir Alevî, ancak Allah-ü Teâlâ’yı ma’bûd olarak tanır. Kendisini, İslâmiyet’in bir ferdi olarak bilir, Peygamberimizi, en son Peygamber, Kurân-ı Kerîm’i de son semavî kitap kabul eder.
M. Kırkıncı’nın yazısından alıntı
Mən, M. Kırkıncı’nın yazısının alıntısını okuyub anladım ki, bu "sünni" sözü Anadolu topraklarında türetilmiş bir ifadedir və hər yerə buradan yayılmıştır. Aslında, araplar bu ("sünni") sözünün yaratıcısı degillermiş! Yazıqlar olsun! Çok kötü bir teşebbüs! Sayın yazar
M. Kırkıncı kad etmiş ki, ilkin anatolu müslimanları sofi (sufi, mütəsəvvif) imişler. Bu, mənim üçün çok ilkinc bir şey (öncə bunu bilmiyordum). Məhz sofilər şiələri məzhəb deyil, təriqət adlandırırlar - Ali (Allah ondan razı olsun! R.a.) muhabbeti onlarda şiddetli olduğundan? Bu çok katmakarışıq bir müddəa! Bu gün İran insanları özlərini rəsmən şiə adlandırırlar və hətta İran İslam Cumhuriyyəti öz Anayasalarında kendi ulusunu şiə ulusu adlandırır. Böylə olduğu halda şiəlik təriqətmi və ya məzhəbmi? sualını mən bilənlərin karşısına - cavab verməsinə sunuyorum və cavab bəkliyorum.
Saykılarımla Fərahim Salafi!
Alevilik
Konular |
---|
Alevilik nasıl doğmuştur? |